4 entry daha
  • hislerini olağanüstü yoğun ve derin yaşayan insanlarda görülen kaçınılmaz dengesizliğin kusursuz anlatımıdır bu film. hakkında yedi entry girildiğini görünce gidip kendimi kestim, manav dövdüm, niye ekşi sözlükte bu filme bu kadar az entry girilirken, efendime söylim bir maç başlığına yüzlerce entry giriliyor diye delicesine tokatlar attım. şimdi de gidip balkonuma tüneyen ve an itibariyle bu kahrolası girişi uzatmama neden olan güvercini kovalayacağım. çünkü bu başlığa yedi entry girilmiş ve yaygarayı koparmam gerekiyor. evet, güvercinleri kovdum. başlayalım.

    filmde, dışarıdan bakanların çok yüce olduğunu sandıkları fakat yaşayanlar için 'süreklilik kazanmış hüzünç'ü hayatın merkezine yerleştiren, hisleri olağanüstü yoğun ve derin yaşama garabetinden mustarip bir erkek ve bir kadın görüyoruz. böyle bir durumun erkekteki ve kadındaki tezahürünün daha kusursuz bir anlatımı sanırım olamaz. filmin yüceliği, benim için, buradadır.

    peki nedir bu sonu dengesizlik olan hissi rahatsızlığın kapsamı? biraz bunu açmamız yerinde olacak. normal addedilen bir ilişki kurmayı becerememektir aslında. bir şeye üzüldüğünüzde kederden gebermek, birisini sevdiğinizde işi ölüme korkmadan yürümeye kadar vardırmak, bir müzikle sarhoş olmak, heyecanları kalp spazmı derecesinde yaşamak, bu yüzden de insanlara hislerinizi bir türlü doğru şekilde yansıtamamaktır. çünkü sizin normalin ötesinde yaşadığınız coşku, normal insanda, "acaba taşak mı geçiyor yoksa ciddi mi, acaba bir geri zekalı mı yoksa gerçekten çok mu duygulu" gibi ikilemlere sebebiyet verir. dolayısıyla neredeyse hiçbir zaman tam anlamıyla sahiplenilemez, sevilemez, sayılamazsınız. bütün hayatınız, duygularınızı dizginleme ve karşınızdakilere kendinizi boşuna açıklama çabasıyla geçer. özellikle modern toplumda yaşamak için her türlü şiirselliğin öldürülme mecburiyeti, bunu başaramayan söz konusu tipteki insanların en büyük trajedisidir.

    hayatın içinden, sıradan sayılabilecek bir örnek kurgulamak gerekirse: sevgilinizle aynı evi paylaşıyorsunuzdur ve sabah kahvaltıda peynir yemiş fakat daha sonra peyniri dolaba kaldırmayı unutmuşsunuzdur. birkaç saat sonra bunu gören sevgilinizden şöyle bir sitem duyarsınız:

    "peyniri dışarıda bırakmışsın, süt ürünlerinin çok çabuk bozulduğunu bilmiyor musun, bir sürü para veriyoruz!"

    önce, bana böyle bir şeyi nasıl söyleyebildi diye oraya kederden geberirsiniz. "senin için dünya üzerindeki bütün peynirleri ateşe veririm lan ben, laf mı bu" diye resmen ölürsünüz. sonra yine aynı rahatsızlıktan kaynaklanan aşırı içgörü nedeniyle, peynirin bahane olduğunu, karşınızdaki insanın şahsi acısını sizden çıkarttığını, çünkü sevginin en büyük anlamlarından birisinin zaten bu olduğunu, başkasına değil size vuranın bunu sizi dünyası bellediğinden yaptığını anlarsınız. böyle kahrolası ve kahredici bir duygu cehenneminde yanarsınız. orada bir insanı döverek sevmek diye bir şeyin yokluğuna içerlersiniz. ne diyeceğinizi bilemediğiniz için de saçma sapan, tam anlamıyla sıçtım bu da sıvası dercesine: "kaşın gelmiş" gibi bir cümle çıkıverir ağzınızdan. kaçınılmaz dengesizlik ve trajedi işte tam olarak budur. böyle bir durumun başka bir ifadesini, sapmalarla yaşamak şeklinde tanımlayabilirim. filmdeki en güzel örneğini sarah'ın hayvan alma sahnesinde görürüz. önce büyük bir heyecanla hayvan almak istiyor, sonra telefonla konuşup vazgeçiyor ve "benim eve gitmem gerek" diyor. sonra nasıl olduğunu bilmeden sürükleniyor ve iki at, bir keçi, bir köpek, bir ördek, bir düzine de civciv alıp eve geliyor. bu karı aslında iyi bir şey yapmak istiyor ama duygularının hacmi kendisini aştığından böyle saçma sapan bir noktaya sürükleniyor.

    erkekte ne görüyoruz? bir erkek olduğu için daha rasyonel düşünebildiğini ve dizginleyemeyeceğini bildiği duygularının esiri olmaktansa aşkın ırmağına hiç girmemeyi tercih ettiğini. çünkü böyle bir erkek, eğer böyle yaşamazsa kurtulamayacağı şey, sonu yokmuş gibi gözüken kepazelikler silsilesidir. sahnedeki karıya yürüdüğü sahneyi aklınıza getirin. sarhoştu ve duygularını dizginleyemeyeceği bir haldeydi. kepaze oldu, merdivenlerde sürüklendi. sabah uyandığında ise önce dün akşamın sarhoşluğuyla yüzüne uzanan elleri yürüdüğü kadının elleri sanıp öptü, sonra gerçekliğin ve ayılmanın lanedolası parlaklığıyla "dün ben yine ne bok yedim," ifadesiyle kalktı. içkiyle haşır neşir olan hemen herkesin çok iyi bildiği bir ertesi gün pişmanlığını seyrettik o sahnede.

    adamın kırgın bir adam olduğunu ise, bence bir aşk ilişkisindeki kırılmanın en güzel ifadelerinden birisi olan şu pasajda görüyoruz: güzel kadınların sırları vardır ve aşık oldukları erkeklere sırlarını söylemeleri, "karşında soyundum" demek gibidir. o yüzden bu durum erkeğin hoşuna gider. ancak bir kadın sırlarını açmıyorsa ya da buna bir son vermişse, orada aşk diye bir şey yoktur. artık olay ilişkiden çıkmış demektir. birebir alıntılamadığım, aklımda kaldığı şekilde yazdığım için tırnak işareti kullanmadım. bu pasajdaki erkek kırgınlığı nerede? hemen her ilişkinin kesin sonucu olarak hüsran duygusunda. sizi gerçekten seven bir kadını anlarsınız ve bunun birçok işareti vardır. adamın sözünü ettiği sırlar bunlardan birisidir. zamanla kadının başka kaygıları başlar ve mevzu boka sarar. artık karşı taraf sizi sevmiyor, sizinle ilgili bir karara varmaya çalışıyordur ve burada mutlaka çıkarları ön plandadır. bu, şiirselliğin ve dolayısıyla aşkın bittiği andır. bunu görür erkek ve hep bunu görür. diğer yandan sevdiği kadını böyle bir noktaya iten şeyleri de kavrar ve kadının başka yolu olmadığını da görür. yine o bilindik trajedi ve duygusal cehennemde hisseder kendisini. kırgınlık buradadır ve bu yüzden hiç bitmez ve yine bu yüzden bu tip erkekler mesafelerini yitirmemeyi, duygularını dizginlemeyi birincil görevleri addederler. filmde kız kardeşine de aynı sözleri söylemesinin nedeni, bu ikiliyi birbirlerinden başka kimse anlamadığından, anlamayacağından kaynaklanır. orada bir iç döküş var: bu hayatta beni bir tek sen anladın ve şu an sen de beni terk edecek gibisin, bunu yapma demek istiyor adam kardeşine; sırlarını benden sakalama. inanılmaz hüzünlü ve içli bir sahne aslında.

    kadın karakter sarah'nın sürekli tekrar ettiği, "aşk kesintisiz bir ırmaktır," önermesine gelelim. erkek, daha akılcı bir düşünceyle geri çekilirken, kadın için böyle bir şey söz konusu değildir. kadın yaşamaya devam etmek için aşkın kesintisiz bir ırmak olduğuna inanmak zorundadır. bu nedenle sarah'nın hem ailesiyle barışabileceğine hem de aşka inancı bitmez ve bu nedenle erkek kardeşinin aksine sürekli denemeye devam eder; başka yolu yoktur çünkü. küçük düşmek, onun kaderi ve bitmeyecek trajedisidir.

    filmin son sahnesinde aynı rahatsızlıktan mustarip kadınla erkek arasındaki farkın fotoğrafını çok daha net görüyoruz. dışarıdaki fırtınayla birlikte yağan sağanak yağmuru, aşk ırmakları olarak ele almalıyız. sarah, aşk kesintisiz bir ırmaktır inancı nedeniyle dışarıda sağanağın altındayken, erkek kardeşi bu duygudan evde kalarak korunur. izleyiciler olarak, adama sağanağın altından bakarız, dışarıdan ve yağmur camları dövmektedir. hem kadının hem de erkeğin trajedisi, kadınla erkeği birbirinden ayıran çizgi ve çok fazla şey vardır bu finalde. duygusal anlamda fazlasıyla sarsıldığım bu filmi izlemenizi öneririm. yazması en zor analizlerden birisi oldu bu benim için, hisli, içli ve gözlüklü bir çobanın da dediği gibi: lanedolsun bu hayat. lanedolsun bu sevgim.
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap