6 entry daha
  • wolfe'u nasıl anlatmak lazım?

    son zamanlarım epey bu adamla geçiyor naçizane çabalamak istiyorum. okumadan evvel yalnızca faulkner'ın övgüyle bahsettiği adam olarak aklımda bir yerlerde not olarak kalmış.

    arka plan 1920-30'ların amerikası. buhranlar, sıkıntılar derken günümüz türkiye'siyle de birazcık özdeşleştirmek mümkün.

    metinlerinde ilk dikkatimi çeken betimleme bolluğu oldu. çok fantastik bir şey anlatmıyor belki ama gündelik yaşamla ilgili öyle ayrıntıya boğuluyorsunuz ki ulan ben bir şey görmüyormuşum, miyopmuşum diyorsunuz. ki ben harbiden de miyobum.

    mikroskobik bir gözü var wolfe'un. ve aşırı duyarlı antenleri. bir çok kişiye düz gelecek bir görüntüden, hüzünleniyor, sıkılıyor, ayrıntı seli akıtıyor. ilk hissiyatım şu oldu: bayağı sıkıntı çekmiş bir adam belli.

    çıkış yok

    hayatında hiç yalnız kalmamış bakımlı insanların, yalnızlığın iyi yanlarını size nasıl bir hevesle övdüklerini görmek şaşkınlık vericidir. kendimden bilirim. hayatımın büyük kısmında - gördüğüm insanların hepsinden de fazla- hep yalnız olmuşumdur. ayrıca kısa süreliğine, bu tuzu kuru insanların bir kaçını da tanıdım. münzevi hayatı yaşamaya dair özlemleri hayret vericiydi. akşamları, çocuklarının ve tatlı eşlerinin hevesle onları beklediği kırdaki güzel evlerine ya da çekici metreslerinin, yüzlerinde sıcak bir gülümseme ve pahalı parfümlerle yıkanmış ihtiraslı vücutlarıyla onları kucakladıkları, harika apartmanlarına dönerlerdi. yani tüm bunlar fasa fiso, zırvadan ibaret.

    bazen onlardan birisi seni akşam yemeğine davet eder: evsahibiniz kırk altı yaşında kibar bir beyefendi, hafif kelleşmiş, biraz tombul, iyi beslenmiş görünüyor ne var ki pek de matah, dikkate değer bir yanı yok. aslında en estetik görünen milyoner, tip olarak rahat ve cömert görünse de duyarlı bir zekaya sahip, davranışları nazik, oldukça dingin, gülüşü biraz hüzünlü, hafif bir muziplik içeriyor. sanki tüm ızdırabı, umudu, hiddetli öfkeyi tecrübe eden bir gençlik yaşamış da artık hayattan ne beklediğini bilen biri gibi. ''gözkapakları birazcık yorgun'', sabırla kaderine boyun eğmiş ve pek de kırgın değil gibi.

    ----------------

    dönüp odaya girdiğinde, yaşadığın brooklyn'den çok uzakta hissediyorsun. çocukken hissettiğin, bilmediğin ya da görmediğin, imkansız gelen herşey, gerçek olmak üzere.

    tüm görkemli renkleriyle şehrin manzarası kalbini yakıyor, on iki yaşındayken hayal edip yaşadığın gibi. aynı servetin, şöhretin ve zaferin her anda senin olacağını düşünüyorsun, hayal edebileceğinden görüp görebileceğin en talihli ve mutlu büyük adamların ve hoş kadınların arasında yerini alacağını düşünüyorsun- hepsi tam burada işte, bir şekilde seni bekliyor, elini uzatsan dokunabileceğin mesafede, bir sözcük uzağında, nereden gireceğini bilsen, yalnızca bir duvar, kapı, küçük bir mesafe ayırıyor seni.

    bir anda eski, vahşi, adını koyamadığın arzu yeniden uyanıyor ve buluyorsun girebileceğin kapıyı - bu adam söyleyecek sana. tam şu an soluduğun hava, mümkün olamayacak kadar güzel bir şansın cazibesiyle dolu. tekrar sormak istiyorsun, hayatına böylesine güç, otorite ve rahatlık veren, yaşamın tüm o çirkinliğini, mücadelesini, öfke, açlık ve arayışını çok uzaklarda gösteren büyülü sır nedir, - ve cevap verir mi diye düşünüyorsun - ama hiçbir şey söylemiyor sana.

    sonra bir anda zamanın ve şehrin eski anlaşılmaz gizemi ruhunu müthiş bir bıkkınlık ve mağlubiyet duygusuyla kaplıyor. bu adamın, onun metresinin ve tanıdığın tüm insanların, ölümsüz bir ışıkla parıldığını görüyorsun ama onların temposu ve yaşamları sana rüyadan bile daha yabancı geliyor. aralarında dolaşıp da hayatlarına asla erişememeye lanetlenmiş ya da onların çağına uyum sağlayamayacak bir hayalet gibi hissediyorsun.
    asla dokunamayacağın, yaklaşıp anlayamayacağın, ruhun acılarını ve yorgunluğunu tatmadan yaşamayı öğrenmiş yaratıklar arasındaymış gibi hissediyorsun; senin yaşadığın zaman boyutunda hiç yaşamamış garip bir şehir ırkı. sonsuz ve hatırlanamayacak kadar eski, dakikalar, saatler, günler ve yıllarla ölçülen, yaşamlarında bir noktada, sekiz bin coşku önce, yirmi bin sarhoş gece geride, dokuz bin hainlik ya da kaypaklık anı ve iki yüz flört eskide kalmış şeklinde hatırlanan zamanlar. bu nedenle bu kişilerin yaşamı gençliğin ve masumiyetin hatırlanmadığı, çarpıcı ve korkunç bir haz çağından ibaret ve bu sende dehşet denizinde boğuluyormuş, yönünü ve zamanını yitirmiş hissiyatı uyandırıyor.

    çıkış yok.
11 entry daha
hesabın var mı? giriş yap