10 entry daha
  • baudelaire’in yazdığı paris bir sanrılama değil; paris’i kenar mahalleleri, tüm yoksunluklarıyla yoksulları, ucuz giysileri, buram buram nasır ve ihtiyarlık kokan eskimiş umutlarıyla anlatmamak asıl sanrı. baudelaire’in esrik ya da değil, düş ya da gerçek gördüğü, yaşadığı paris’in boş midesinden duyulan gurultular, tükürdüğü safra besliyor anlatımı. hangi parfüm daha keskindir kusmuk kokusundan?

    onda cömert bir seyir vardır iyinin ve kötünün dalkavukça birbirinin önünde eğildiği yüzyıla. iyilik arzuludur, ayartıcıdır, ama fakirlerin zengin tâbanın gösterişli, kibirli dansını uzaktan izlemeleri gibi... “her şeyi elde eden(in), her şeye beden olan(ın), her şeyin yerini alan(ın) ayartıcılığına kapılmak yoktur. zenginliği de yoksulluğu da yaşayan baudelaire, bu kibirli sese kulak asmaz. kötülük, bu ayartıcılığa karşı ruhun besinidir, beylik bakışlardan sıyrılıp özünü görmektir yokluk ve sefaletin. alaycılığı narrative bir şiirsellik taşır. algıları geniş açılarla duyumsar düşlerin karaya çalan griliğini. yaşamın bencilliğini düşsel kurgularla dillendiren bir ozan kılan o’nu, bu geniş açılı algının çağrısına kulak verişindendir.

    bir odaya koca yerküre sığdırılabilir mi? algıyı kirletecek, düşün aralığını bozacak sanat yapıtı yoktur doğada. odanın çıplak duvarları göstergesidir bunun. bu sınırlandırmalar bir hapsetme, bir karamsarlık belirtisi değildir aslında. o’nun karamsarlığı bir umut yoksunluğu değil, zamanın kıyıcılığından korkan esin perilerinin şairi yalnız bırakması, omzuna çöreklenen bir diğer periyle yapılan içsesli konuşmalar sonrası sürekliliği kanıksanan bir ruh halidir. karamsarlık eklektik bilincin kapısında görevli sınav sorumlularıdır. sorar: “ey cehennemlik mahluk! kendini ne kadar kandırdın?”

    iyimser düşleriyse hep bir sevgilinin hayaliyle sonlanır. bu düşlerde, bir ucu 13. yüzyıla varan bir fransız söylencesi olan cockaigne (cockayne/lubberland)’in yansımalarını görmek mümkündür. cockaigne, avrupa kültürlerinde, insanların lüks içinde, çalışmadan yaşadığı hayal edilen ülkedir. insanın içinde taşıdığı afyon, o doymak bilmez düşlem, sevgilinin hayaliyle harcar kendini orada; o tasarıların belirsizleştiği zengin hiçlikte. alaycıdır ve zararlıdır ruha özlem.

    her şair şiirinde bir dönem ya da bazı şairler tüm zamanlarda, el değmemiş bir doğa harikasının peşinden gider gibi çocukluluklarının keşfine çıkarlar. kimi sevincin ve paylaşımın en saf katmanlarına inmek umuduyla, kimi tasaların ve yalnızlıkların tözünü bulmak kaygısıyla. ama hayır! baudelaire’in şiirinde (düzşiirinde; tahsin yücel) kendi çocukluğuna flashback’ler yoktur. o, parisli dulların çocuklarından söz ederken (bencildir, gürültücüdür, ne yumuşaklık bilir, ne sabır, hayvan gibi, köpek gibi, kedi gibidir, yalnız acılara sırdaş bile olamaz.), tatildeki şenlikçi halkın yansımalarını bulur onlarda. dışarıda eğlence vardır. çocuk şekerlemelerin, çığırtkanların, devasa itiş kakışların peşindedir. içerideyse yoksulluk, vaktini tüketmiş yazgı vardır. halk yabanıl eğlentinin peşindedir.

    melankolik ruh gösterendir ateşi beslerken kendini yitiren odun yığınını. şenlik bir başka kente taşınır, yeniden yakılır ateşler. paris, nankörlüğün yakıt ikmali için durduğu bir limandır tüm diğer kentler gibi.

    güzelliği aradığını söyler baudelaire yapıtlarında. insanoğlunun, ölümsüz güzelliği yaratıcısının gözünden asla göremeyeceğini de bilir. insanın avuntusu bakmaktır ona (güzelliğe) yalnızca ve eğilmektir önünde. oysa yaratıcı, ruhunu akıtmıştır esere/heykele. ‘kendini göremeyen göz’ün sırrını çözmek için ustalıkla yontmuştur gözlerini. ama sonra o uğursuz kibirle geçip kendinden, o da eğilmiştir diğerleri gibi kendi yaratısının; bakmadan bir kez bile gözlerine. ah unutuş! yaşamsal salgı! keşke terk etmeseydin yaratıcını!

    akşam, günün karanlığından sonra (yerine getirilmeyen sözler, yalancı tanıklıklar, egoya altın altar üzerinde sunulan ego,vs..) bir azap günü – dies irae doğruculuğuyla iççekişmelerle hesaplaşma saatidir. “güneşin uğramadığı güneşler”in (p. seghers) tansık gururlanışıdır kendini bilmezce. içses dönüşümü sağlar ve uyum başlar karanlıkla. kötümserlik maskesi takmaz gece, sadece kendini dinler. anlık erkin coşkusuna daha yakındır gece gündüzden.

    hiç düşündünüz mü neden intihar eder çocuklar? neden kendilerini iple asarlar? yani neden baudelaire uyku hapı yutturmaz, kendilerini kurşunlatmaz, boyunlarına bir taş bağlamaz çocukların? baudelaire’in iple sembolize ettiği, çocuğun ana rahmindeyken dış dünyayla tüm yaşamsal bağlantısını kuran göbek kordonu mudur? yoksa neden saklamak istesin ki bir ana çocuğunun kendini astığı ipi? sanırım ikinci bir doğum olarak algılamak istiyor baudelaire intiharı.

    sıkıntının büyüğü paris’teymiş dediler, uğramadan geçmeyeyim dedim.
41 entry daha
hesabın var mı? giriş yap