8 entry daha
  • leningrad kuşatması (8 eylül 1941 – 7 ocak 1944), altmışbeş yıl önce, yani 27 ocak 1944'te, o zamanki adıyla leningrad, şimdiki ismiyle petersburg şehri halkı, dokuz yüz gün süren alman kuşatmasını kırmayı başardı. dünya tarihinin bu en uzun ve en korkunç kuşatması, bir milyona yakın sivil insanın, açlık ve soğuktan ölümüyle sonuçlanmıştı.
    beyaz deniz ile baltık denizi, -bir kanal, iki göl ve iki nehirle- bir su parkı gibi birleşmiştir. bu göllerden daha kuzeyde olanı onega, güneydeki ise -aynı zamanda avrupa’nın da en büyüğü olan- ladoga’dır. işte neva, otuzdan fazla ırmağın suyunu yutan ladoga’nın dışarı akıttığı tek nehirdir. daha güneyde, ilmen gölü’nden gelen volhov ırmağı da ladoga’ya akar. ünlü rus prensi aleksander nevski’nin 13. yüzyılda egemenlik kurduğu tarihi novgorod kasabası da bu gölün kıyısındadır. işte petersburg, bütün göllerin ve nehirlerin aktığı ladoga’dan çıkıp baltık’a akan neva’nın geniş deltası üzerine kuruludur.

    alman planı
    petersburg’un caddelerinde, katedrallerinde, müzelerinde gezilecek yerleri bitirmek ne mümkün, ama bir defasında, şehri dolaşmayı bırakıp koca bir günümün yarısını ladoga gölü’nde geçirme kararı almıştım. aslında, ladoga ve onega’nın batısında, vahşi ormanlarıyla ünlü karelya bölgesi iki ülke tarafından paylaşılmıştır ve ben finlandiya bölümünde yıllar önce, uzun sayılabilecek bir süre, iki haftaya yakın kalmıştım. fakat ladoga’yı görme arzum, birkaç saatliğine de olsa petro’nun medeniyetinden yabanıl doğaya kaçma arzusu değildi. zihnimde yer etmiş, çok daha `vahşi’ bir tablonun coğrafyasını görme arzusuydu, beni bu soğuk zamanda buralara sürükleyen italyan yazar curzio malaparte’nin anlattığı manzaranın yaşanmış olduğu yeri görme arzusu.
    taksi şoförüne `dur’ dedim ve arabadan inip diz boyu karlara bata çıka, birbirine geçmiş dalların arasından sıyrılarak fazla uzakta olmayan gölün kıyısına ulaştım. ladoga kuzey kıyılarından başlayarak henüz yeni yeni donuyordu. işte tam burada, ikinci dünya savaşı sürerken ve petersburg kuşatma altındayken, almanların yanında savaşan fin ordusuyla, onlardan kaçan rus askerleri arasında en feci çarpışmalardan biri meydana gelmişti.

    rüzgâr, gölün mermer gibi beyazlaşmış buz yüzeyinde birikmeye çalışan toz karı ıslıklar çalarak süpürüyordu. karşımda, kar tozunun yarattığı bulutun içinde, o sahnenin hayali belirdi; yüzlerce at kafasının buz tutmuş ladoga’da yan yana dizilmiş haldeki manzarası.

    savaşın korkunçluğunu başka hiçbir imge bu kadar ürkütücü anlatamaz. petersburg’da dehşet ve umut, zaten çoğu zaman at imgesiyle ifade edilir. puşkin’in bronz atlısı ayzenştay ın ekim’ filmindeki beyaz at sahnesi, aniçkov köprüsü’nde gem vurulan yabani atlar ve son olarak ladoga gölü’ndeki donmuş atların kafaları. malaparte, `hem korkunç, hem şahane’ dediği sahnenin nasıl meydana geldiğini de anlatır kaputt’ta.
    finlandiya kuvvetleri, vioksa ormanını geçtikten sonra sonsuz, vahşi raikkola ormanının eşiğine varmışlar ve rus birliklerini kuşatmışlardı. sovyet topçusu kuşatmadan kurtulmak için, araçlar ve atları gölden geçirip daha güvenli bir yere mevzilenmeyi düşünüyordu. ama bunun için çağırdıkları sallar bir türlü gelmiyordu. her bir saatlik gecikme korkunç sonuçlar doğurabilirdi. çünkü soğuk giderek şiddetleniyordu, daha fecisi göl her an donabilirdi. özel fin birlikleri ormana her yandan sızıyor ve bastırıyordu. üçüncü gün, muhtemelen bu birlikler, raikkola ormanını ateşe verdi. ateş çemberi içinde sıkışıp kalan insanlar ve bin kadar da at alevlerden ve finlilerden oluşan ateş çemberini yararak korkunç çığlıklar içinde kendilerini göle attılar. o kısımda göl çok derin değildi, ama kıyıdan yüz adım uzaklaşınca dip uçurum haline geliyordu. burada, korku ve soğuktan titreyerek sıkışıp kalan atlar, başları yukarıda kalarak suyun içinde bekleşiyordu.

    sovyet uçaksavarı
    malaparte’nin tarifiyle, `gece olunca, murmansk denizinden doğru çığlıklar atan bir melek gibi bu taraflara inen ve toprağı bir anda öldüren’ kuzey rüzgârıyla, ’su, üzerine vurulan bir camın çıkardığı sesle çatır çatır, bir anda dondu’.işte manzara bu şekilde oluştu.bu manzara, birkaç kilometre ötedeki petersburg’da aynı ateş ve buzdan kıskaç altındaki insanların içinde bulunduğu manzarayı andırıyordu.
    havayoluyla bu şehre gelenler, moskovski prospekt üzerinde merkeze doğru yaklaşırken, `dur yolcu’ anlamına gelen bir anıtın önünden geçer. gerçi taksi -belki gayrı ihtiyari biraz yavaşlar- ama durmadan geçip gider leningrad’ın kahraman savunucuları anıtı’nın önünden. bu anıt, bu şehirde, bu pırıltı, şaşaa ve görkem şehrinde, bu şehrin tarihinde çok yeni bir tarihte, acıların en büyüğünün yaşandığını anlatır gezgine. sovyet iktidarının 1975 yılında tamamlayıp açtığı bu görkemli anıtın ortasında 38 metre yükseklikte bir obelisk vardır. bu dikilitaşın her iki yanında uzanan duvarın üzerinde ise 900 günlük direniş, bronz heykellerle yabancılara anlatılır, petersburglulara da anımsatılır. bu anıt, almanların dayandığı cepheye, çok değil dokuz kilometre uzaklıkta bir yerdedir aslında. dikilitaşın alt bölümünde, 40 metre çapında demir bir halka geçirilmiştir ve tabii ki şehrin kuşatılmasını ifade etmektedir. yolun altına doğru derinleşen anıtın merdivenlerinden indikçe hüzünlü bir müzik duyar ziyaretçi. burada 900 bronz lamba yanarken, bir metronom, kuşatma sırasında yaşayan petersburgluların savaş boyunca radyoda duyduğu tek sesi, o aralıklarla tekrarlanan acil anons sesini vermektedir. demektedir ki, tüm petersburgluların kalbi yine aynı şekilde atmaktadır. yanıp sönen ışıklarla ziyaretçiyi yanına çağıran kabartma haritada, savaşın günbegün değişmesi işaretlenmiştir ve büyük ekranda, kısa ama dayanılması zor belgesel filmler oynamaktadır.
    leningrad kurbanları için şehirde yaratılan tek yer burası değildir kuşkusuz. piskaryovsko mezarlığı’nda, yakınlarının kızaklarla sürükleyerek getirdiği ya da şehrin çeşitli noktalarından toplanan binlerce kurbanın toplu mezarı vardır. kuşatmanın sona ermesinden üç ay sonra açılan solyanoy’daki blokaj müzesi’nin de aslında trajik bir öyküsü vardır. inanması güç bir öyküsü. savaştaki tankların, uçakların, bazı eşya ve görüntülerin sergilendiği müze, açıldıktan üç yıl sonra stalin tarafından kapatılmış, müdürü kurşuna dizilmiştir. neden? belki de, stalin, leningrad’ın yalnızca kahramanca direnmiş olduğunun bilinmesini istiyordu, çekilen acılardan söz edilmesini kabul edemiyordu, acınacak hiçbir şey yoktu leningrad’da -ne de rusya’nın hiçbir tarafında, hiçbir müzesinde, sanat eserinde, müziğinde, resminde, edebiyatında. yalnızca zafer, gurur, başarı sergilenmelidir, sovyetler birliği’nde bundan başka hiçbir şey yoktur, böyle olduğunu düşünenler sovyet düşmanıdır-sonları bilinmektedir. blokaj müzesi de ancak mihail gorbaçov’un glasnost iktidarından sonra, 1989'da yeniden açılabilmiştir.

    leningard savumasında ruslara verilen madalya
    savaşın ilk günlerinde almanlar, sovyet ordusuna eşi görülmemiş zararlar verecek ve büyük miktarlarda sovyet toprağı ele geçirecek kadar başarılıydı. şok oldukça büyüktü. alman birlikleri 14 temmuz’da leningrad kapılarındaydı. şehri 8 eylül’de tamamen kuşatmışlardı. ve 22 eylül 1941'de alman donanma merkezi `petersburg şehrinin geleceği üzerine’ isimli gizli bir yönergeyi çıkardı. bu yönergede şunlar yazılıydı:

    `führer, petersburg şehrini yeryüzünden silmeye karar verdi… sovyet rusya’nın yenilgisinden sonra bu büyük yerleşim alanının daha fazla var olmasının herhangi bir yararı yoktur… şehrin sıkıca ablukaya alınarak ve havadan aralıksız bomba saldırısı yapılarak her metrekaresinin toplarla bombalanması yoluyla yerle bir edilmesi niyetindeyiz.’

    ardından leningrad siyasi otoritesi, bir kuşatma halinde olduklarını açıkladı. almanlar şehri acımasızca havadan ve karadan bombalıyordu. bu arada bronz atlı, yıkılmaktan korumak için, kum ve tahta levhalardan yapılmış özel bir lahite yerleştirilmişti, heykel bu şekilde şehrin ortasında hâlâ ayaktaydı. şehrin sakinleri bronz atlı’nın yerini koruduğu sürece leningrad’ın (yani petersburg’un) ele geçirilemeyeceğine dair efsaneyi anımsamışlardı. diğer leningradlılarla beraber şostakoviç’in de dahil olduğu konservatuvarın öğretmen ve öğrenci grubu şehrin etrafında tanklara karşı siperler kazıyorlardı. şostakoviç daha sonra, piyanist sofronitski ile beraber yangın ekibinde görevlendirildi. konservatuvar çatısından etrafı izleme talimatı almışlardı. ayrıca ünlü besteci, ön saflardaki askerlere moral kazandırmak için şarkılar yazıyordu.
    alman ablukası eylül 1941'den ocak 1944'e kadar sürdü. bu 29 ay şehrin kuruluşundan beri geçirdiği en trajik zamandı ve tarihe `900 gün’ olarak geçen bu süre boyunca, yaklaşık 3 milyon olan şehrin nüfusunun, kimi hesaplamalara göre bir milyon, kimi hesaplamalara göre ise iki milyonu, bombardıman, hastalık ve en önemlisi açlıktan hayatını kaybetti. ablukanın neden olduğu ölüm sayısı muhtemelen hiçbir zaman belirlenemeyecektir, tıpkı şehrin kuruluş inşasında ölenlerin sayısının belirlenemeyeceği gibi. leningrad kuşatmasında, sovyet yönetimi politik nedenlerden dolayı durumun aslını gizlemeye ve olduğundan farklı göstermeye çalışmışlardır. bu yüzden umutsuzca karışmış olan eldeki veriler, farklı yorumlara hep açık olacaktır.
    kuşatma sırasında işçilere günde 200 gram, aile üyelerine ise 175 gram (2 ince dilim) ekmek verilmekteydi. kuybişev’e tahliye edilen şostakoviç, 1942'de bir arkadaşına şöyle yazdı: `leningrad’dan zaman zaman okuması inanılmaz derecede acı veren, örneğin; köpeğim ve birçok kedinin yenmiş olduğunu bildiren mektuplar alıyorum.’
    ablukanın ilk birkaç ayında evde beslenen kuşlar; kanaryalar ve papağanlar yendi ve sıra sokaktaki kuşlara, güvercinlere, kargalara geldi, sonrasında ise aç gözler fare ve sıçanlara çevrildi. insanlar inanılmaz bir yaratıcılıkla etraflarındaki her şeyin yenilmesi mümkün olan kısımlarını söküp çıkarmayı denediler, örneğin duvar kâğıdı, kitap ciltleri, kaynamış deri kemerlerdeki macunu kazıdılar, her çeşit ilacı, petrol peltesi ve gliserini tükettiler. leningrad dolaylarındaki bataklık kömürünün besleyici olduğu düşünülüyordu, iki maşrapa bataklık kömürü bir dilim ekmekle takas edilebiliyordu.

    aşırı soğuklar yüzünden, bazen, bir günde 30 bin insanın bile açlıktan öldüğü zamanlar oluyordu.

    leningard kuşatması
    yine tarihçi volkov’un anlattıklarından biliyoruz; insanlar yürüyor ve düşüyorlardı, ayağa kalkıyor ve sendeliyorlardı. sokaklar cesetlerle doluydu. eczaneler, kapı girişleri, merdiven sahanlıkları, iskele ve eşiklerde, her yerde cesetler vardı; insanlar onları terk edilmiş çocuklar gibi sokağa attıklarından orada öylece durmaktaydılar. kapıcılar sabahleyin onları çöp gibi süpürmekteydiler. cenaze törenleri, mezarlar ve tabutlar çok gerilerde kalmıştı. bu hiç kimsenin üstesinden gelemediği bir ölüm seliydi. hastaneler, binlerce mavi, zayıf ve dehşet veren ceset yığınıyla tıka basa doluydu. insanlar sessizce ölüleri kızakların üzerinde sokağa taşımaktaydılar. onları paçavralara sarmışlar ya da basitçe üstlerini örtmüşlerdi, hepsi de iskeletler gibi kurumaktaydılaré sonradan ortaya çıkan ve iğrenç kuşatmanın simgesi haline gelen siyah beyaz fotoğraflarda görülüyordu; buz kızakları üzerinde ölülerini peşlerinden sürükleyenler de ölüden farksızdılar. pek çoğu kendi akıbetine alışmak ister gibi taşıyordu yakınlarının ölüsünü.
    kuşatmanın son yılında, yiyeceksizlikten ölen 12 yaşındaki tanya saviçeva’nın yürek parçalayıcı günlüğü hâlâ capcanlı:
    ‘zhenya 28 aralık 1941'de saat 12:30'da öldü. büyükannem 25 ocak 1942'de saat 3'te öldü. lyoka 17 mart 1942'de saat 5'te öldü. vasya amcam 13 nisan 1942'de saat 2'de öldü. lyoşa amcam 10 mayıs 1942'de saat 4'te öldü. annem 13 mayıs 1942'de saat 7:30'da öldü. saviçev’ler öldüler. herkes öldü. yalnızca tanya.
15 entry daha
hesabın var mı? giriş yap