4 entry daha
  • 2005'te ömür boyu başarı oscar'ı almış, hukuk sineması alanında bir efsane olan sidney lumetten başarılı bir mahkeme draması the verdict. günümüzün hızlı araba ve mini etek dolu, vurdulu kırdılı aksiyon filmlerinin boğucu hakimiyetinden uzak bir nefes, farklı bir tat sunan bir film. sadece farklı bir film de değil ayrıca, birçok soru uyandıran ve hem hukuken hem gerçek hayatta karşılaştığımız etik problemleri ele alan bir film. zaten sidney lumet'in filmlerinde daha önce de karşılaştığım bir durumdu bu: onun sanatı sadece sinema ile kısıtlı değil, toplumsal önem taşıyan tartışmaların ve ahlaki dilemmaların barındığı bir tarza sahip. kendisi de böyle söylemiş, iyi filmler sadece eğlendirmez, bunun yanı sıra izleyicilere vicdanlarını sorgulatır.

    sadece toplumsal konuları ele almak, bir filmi iyi veya büyük yapmaz elbette. bu yönünün yanı sıra, bu filmi iyi yapan başka faktörler de var. özellikle paul newman'ın performansı harika. diyaloglar, müziğin yokluğu, sessizlik çok iyi kullanılmış sidney lumet tarafından. bütün bunlar filmde tansiyonu artıran ve kendine has bir hava yaratan etkenler. daha önce izlediğim filmleri 12 angry men ve night falls on manhattan'da da olduğu gibi, the verdict'te de film tekniği ve kurgu başarılı. tabii bunda edward pisoni'nin sinematografisinin ve david mamet'in yazdığı senaryonun da payı olmalı.

    film bir hukuk/mahkeme filmine kıyasla oldukça dramatik ve ana karakterin iç dünyası üzerinden işliyor. kısa süre içinde yaşadığı çaresiz hayatı görüp, sempati duyuyoruz karaktere ki bu çok sık kullanılan bir kurgu tekniğidir. karşımızda son birkaç senede çok az dava alabilmiş, onları da kaybetmiş bir avukat var, ki john newman bu rolün hakkını vermiş gerçekten de.

    tabii karşısında da bir malpraktis ölümüne dikkatsizliğiyle yol açtığı iddia edilen 2 saygın doktor ve kilise destekli bir hastane var. şaşırtıcı değil, bu doktorları ve hastaneyi savunan da büyük bir hukuk firması. yani paul newman'ın karakteri frank galvin ve onun müvekkilleri hepten mazlum durumunda.

    filmdeki ve davadaki ana ihtilaf ise genç kadının ölümüne getirilecek hukuki sonuç. eninde sonunda oldukça realist ve hatta pesimist başlayan film, benim damak tadıma fazla şekerli gelen, optimist bir sonla kapanışı yapıyor. sonuçta doktorlar hatalı bulunuyor.

    bu durumun ortaya çıkması bir evrakta sonradan oynama yapılması yoluyla oluyor. bu noktada hem hakimin taraflı olması, hem de savunma makamının ezici üstünlüğü ile evraktaki oynamanın ve tanığın ifadesinin hepten görmezden gelinmesi, dikkate alınmaması istendiğinde acı bir gerçekle karşılaşıyoruz, bu da hukukun maalesef her zaman adalete hizmet etmediği.

    vicdani olarak, bir ölümün tazminatla yani maddiyatla karşılanması büyük bir rahatsızlık oluşturuyor bende. tabii, davanın sonunda jürinin istediği hüküm de bu, ve böyle olunca mazlum avukat frank galvin'in cebine de biraz para giriyor, ama yine de sevilen bir kişinin, aileden birinin yerini ne kadar doldurabilir, ne kadar tazmin edebilir, bilemiyorum.

    eninde sonunda yine davanın sonucu büyük bir tazminat oluyor, ama yine de mazlum avukatımızın mahkemeye gitmekteki kararını (biraz puslu bir karar da olsa) davayı satmaktansa ahlaken daha doğru buldum. bunun aksi (davayı satmak) kesinlikle kabul edilemez olurdu, çünkü davayı satmak insan hayatına paha biçmek anlamına gelirdi.

    ben bir yönetmen olsaydım, filmin sonunda jürinin kararını açıklamaz, izleyiciyi meraka ve yoruma sürüklerdim.

    (ayrıca filmin sonunda parası neyse verirdim de pink floyd'dan the trial'ı çalardım. good morning worm your honor, the crown will plainly show, the prisoner who now stands before you...)
21 entry daha
hesabın var mı? giriş yap