• gözyaşı alışverişidir;

    yaz başıydı seni tanıdığımda. tanışmadan tanıdık birbirimizi.. aynı sahil kasabasında yapıyorduk tatillerimizi. ben sevgililerimle, sen sarı kıvırcık saçlı harika kızın ve sürekli tartıştığın eşinle geliyordun. bir de kırılgan görünüşünün içinde beni kavuran asil bedeninle.

    hırçın bir evlilikti sizinki ve denizin dalgaları kadar köpük köpüktü sana hissettiklerim. bazen küçümser bakışlarla süzüyordun her hafta başına ayrı bir tenle başlayışımı, bazense ben dudaklarımı kemiriyordum sen kocanla birlite yüzerken. çok ender gülüyordun ama yine de unutulmaz havai fişek gösterileri gibiydi dişlerini her görüşüm.. gündüzleri ben erken çıkıyordum yürüyüşlere; ardımda yatakta serin çarşafların arasında yorgun bedenler bırakarak. sense alışverişten dönüyor oluyordun güneşten daha sıcak bakışlı kızınla.. ben hayali poşetler taşıyordum ellerimde. sen ayağına batan denizminarelerinin imkansız bir aşka dönüşmesinin acısını hissediyordun avucunda kızının eli terledikçe.. bakışlarımız her çarpıştığında içimdeki tuzlu sularda depremler oluyor, kendi içimdeki tsunamilerin altında kalıyordum.karşı konulamaz bir şeyler yaşıyorduk ve ufukta hiçbir acil yardım ekibi görünmüyordu. içimiz ürpertilerle dolu geçerken yanyana, görünmez dokunuşlar yaşıyorduk sanki.

    bazen kocanla kavgalarınız bu küçük kasabanın tek gündem maddesi olabiliyordu. normalde iyi görünen bir ilişkinin beklenmedik zamanlarda patlamalarla sarsılışı; ince duvarlı evlerin dizildiği bu sahilde üzücü etkiler yaratıyordu. sana karşı hep kocaman bir gülümsemeyle dolaşan erkeğin, nedense her hava kararışında başka bir insana dönüşüyor ve balkonlarda yenen yaz akşamı yemeklerinin bir sürü aşığın boğazında düğümlere dönüşmesine neden oluyordu. kocanın haykırışları ve hakaretleri, kızının hıçkırıkları ve senin asla duyulmayan iç çekişlerin.

    iki yaz boyunca yatağım her tür baharatı taşıyan tenlerle ısındı.. ama içimde hep üşüyen bir yer oldu. gözyaşının tadını taşıyan bir baharatın, sessiz ağlayışlarının ve çaresizliğinin soğukluğunu hep içimde hissettim.. ama ne yapabilirdim. ismini bile bilmediğim bir kadın.. hep hayalini kurduğum bir kızın annesi. annesine benzeyen gözlerinden hayat fışkıran bir kızın annesiydin sen.. tek söz söylemeye hakkım olmayan bir adamın da kadınıydın.

    o yaz erken ayrılmıştım sahil kasabasından, ismini bilmediğim kadının yalvaran bakışlarından. istanbul ' da bir facia yaşanmıştı ve beni çağıran acılar vardı. çok sevdiğim bir dostum ve hamile eşi bir kazada hayatlarını yitirmişler, ismimi verecekleri bebeklerinin kokusunu bile bilemeden bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. sevdiği insanları toprağa vermeye alışkın kollarım hiç olmadığı kadar güçsüzdü ve ancak bir sahil kasabasında yaşayabileceğim yalnızlık ruhumdaki derin yarayı iyileştirebilirdi.
    döndüğümde yaz bitmek üzereydi. eylül ' ün ilk günleri.. sahiller boşalmaya başlamıştı.. sadece yalnızlık hastalığına yakalanmadan önce ilk balayılarındaki coşkuyu hatırlamaya çalışan asil yaşlı çiftler kalmıştı.. yazlıklarımızın arasında birkaç ev vardı.. perdeleriniz kapalıydı.. kendi evime giremedim nedense. sanki kapıyı aralasam içerde beni bekleyen bir parti olacakmış ve birsürü ismini bilmediğim kadın; boşver ölenleri biz buradayız işte diyeceklermiş gibi geliyordu. bazen yaşadığım hayattan nefret etmem bile yetersiz kalıyordu. acımı doya doya yaşamak istiyordum. hiç doğmamış bir bebeğin, ismimi taşıyacak bir bebeğin kaybının acısını en derinimde hissetmek istiyordum.. bu yüzden de yalnızlığımı yaşayarak acımı hissetmek için geldiğim evime giremiyordum işte..

    adımlarım bana sormadan bahçe kapınızın önüne getirdi beni.. ismini bile bilmediğim; sadece bakışlarındaki ürkek davete icab ettiğim, tenindeki çillerle kaplı naifliğe vurulduğum, omuz çukurlarında bir ömre bedel vaatler taşıyan bir kadının içi acılara şahit, duvarları sessiz çığlıkları emmiş evinin kapısının önündeydim. bilmiyordum içimde usul usul büyüyen bu duygunun adını. tenhalıklara yakalanmış ruhumun ince sızılarla daha tanışmadığı o günlerde; yaşadığım şeyin aşk mı aşktan öte bir şey mi olduğunu bilmiyordum.. bugün biliyorum ne olduğunu içimi ürperten o şeyin. ismini fısıldamaktan korktuğum o duygunun içinde çalkalanıyorum tam 13 yıldır her kadehte.

    tahta perdeli bahçe çitinizin ortasında bir gelinliğin rengini taşıyan kapınızı hani duygularla açtığımı hala bilmiyorum.. bahçenizin ortasındaki sahildeki tek anıt gibi yükselen cevizağacının dibine neden yürüdüğümü de.. ama ağacın dibindeki demir salıncağa çökerken zincirlere tutunup içimden geçeni biliyordum.

    bir erkek olarak yaşadığım her gecenin sabahında bir cezayı hakederek uyanmıştım. yaşattığım bütün acıların, terkedişlerin, vazgeçişlerin, suskunlukların, söylemeyerek yıktıklarımın, söyleyerek yıktıklarımın bir bedeli olmalıydı. üzerek öldürdüğüm tenlerin, bedenlerin , kalplerin yaradanı benim için özel bir acı tasarlamış olmalıydı. benim gibi bir adamın; dünyadaki bütün güzel duyguları acıtmış bir erkeğin; bahçesinde bir kız çocuğunun bindiği bir salıncağı olmamalıydı.. ben sevemediğim her kadın için bana ceza kesmeye hakkı olan yaradan ' a cevabımı vermiştim oysa;

    sen beni ne kadar sevebildiysen ben de onları o kadar sevdim !

    eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. ben tanımadığım bir kadının evinin bahçesinde asla hayalini kuramayacağım bir salıncakta oturmuş; daha bir hafta önce yaşadığım acıyı unutmuş, bahçeye sinmiş olmasını ümit ettiğim bir kadının kokusunu keşfetmeye çalışıyordum..

    sırtım pencerelerine dönüktü ama yine de hissettim aralanan perdeyi. arkama baktığımda tekrar kapanan perdeyi ve aynı anda kaybolan bir tutam saçı gördüm; siyah kızıl karışımı düz saçlar . yabancı bir evin bahçesinde yakalanmış olmanın utancıyla telaşlı bir yürüyüşle bahçe kapısına doğru ilerlerken yeryüzündeki tek cennetin kapısı aralandı. tekrar arkama döndüm. cennetin kapısında iki melek duruyordu. cehennemi çok erken bir yaşta haketmiş olan ben utancımı örtecek sözler ararken hafızamda ağzının ortasındaki delik aralandı ve dudak olduğunu sandığım kenarları kıpırdadı;

    - ah siz miydiniz? merhaba..

    eylül ayındaydık.. ama kulaklarıma hzıla eriyen kar taneleri doluyordu. ağzından sözcükler ; gökten döne döne ilerleyen kar taneleri gibi dökülürken ben içimdeki toprak kaymalarına tutunmaya çalışıyordum. dilim sanki kar yağışına alerjisi varmış gibi paslanmış, tutulmuştu. tek kelime edemedim. oysa sen yeryüzündeki bütün hoşgörüleri ceplerine doldurmuştun ve bana gülümsüyordun.

    - sizi tanıyorum. iki yıldır komşuuyuz ama tanışma şansımız olmadı hiç. yazar olduğunuzu da biliyorum. bu mevsimde burada olmanıza şaşırdım. siz hep bizden önce ayrılırdınız. kitap yazmak için mi geldiniz?

    kulaklarıma dolan kar tanelerinin ısısı ağzından çıkan her sözcükle yükselirken ben dilimdeki pası çözmeyi başardım;

    - ben de sizi tanıyorum. sizin beni tanıdığınız kadar değil ama kızınız gördüğüm en tatlı çocuk. buraya kitap yazmaya gelmedim. zaten uzun zamandır yazamıyorum da. sadece biraz şehirden uzak kalmaya ihtiyacım vardı. ama doğrusu sizi de burada görmeyi beklemiyordum.

    - ben.. yani biz.. eşimle ayrıldık.. kızım onunla yaşayacak artık. ben son bir kez burada kızımla olmak istedim. o yüzden geldik. yarın sabah da dönüyorum. kızımı bu akşam babasına yollayacağım. sonra bir kaç parça eşyamı da alıp ben de gideceğim.

    -üzüldüm. eşinizi hatırlıyorum. birbirinize yakışıyordunuz.. ama hayat böyle malesef.

    - evet! neyse şimdi içeride biraz işim var. kızımı terminale götüreceğim. ben sadece bahçemizde kim var görmek istemiştim. ama eğer isterseniz akşamüzeri birlikte yürüyebiliriz. kitaplarınızdan birkaçını okumuştum. sormak istediğim çok şey var size.

    eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi.. ama işte içimdeki karlar duyduklarıyla harekete geçmiş, büyük bir çığın akışını başlatmıştı. içim üşüyordu. karşımda bir melek vardı. bana birlikte cennette bir kaç adım yürümeyi teklif ediyordu;

    - elbette! neden olmasın. hava kapanıyor gerçi ama ben de doğrusu yalnızlıktan sıkılacaktım gece. kaç gibi alayım sizi?

    - saat 6 uygun sanırım. eğer isterseniz yine salıncağın aynı sandalyesinde bekleyebilirsiniz beni:)
    - zevkle!
    eylül ayındaydık ve bütün mevsimler birbirine çarpıyordu bir yazın son günlerinde. bir akşamüzerini beklemek bir daha hiç böyle ürpertmedi içimi. bir kadını beklemek hiç bu kadar anlamlı olmadı 13 eylul ' dür..
    gökyüzü kararırken hafifçe ve gece elçilerini yollarken kumsalımıza, ben; acaba salıncağa mı otursam, duvara mı yaslansam diye düşünüp duruyor ve ilk randevusuna hazırlanan toy bir oğlan gibi kalp atışlarımı kontrol edemiyordum. daha bir kaç saat önce hafifletmeye çalıştığım bir acı vardı. ama şimdi bana kendi acısından sözeden; iki yıldır gözlerindeki titrek hüzne satırlar yazdığım kadını; bir hayatı bekler gibi bekliyordum..

    geldiğinde ağzımda o anda farkedip yoketmeye çalıştığım şapşal bir gülümsemeyle kapının önündeki basamaklarda oturuyordum. onu gördüğüm o andan sonra bir daha asla aynı adam olamadım;

    omuzlarında ip askıları olan; ayçiçeği renginde boydan bir elbise, ayağında şık terlikler, ince ayak bileklerinde bir gökkuşağı gibi gözkamaştıran ince gümüş bir halhal, omuzlarında küçük buselere benzeyen minik kızıl çillerle girdi bahçeye ve yüreğimin kuytularına. adımları, bakışları, sesi sabah ki ürkeklikten uzaktı. sanki birşeylere kızmış ama sonra vazgeçmişti. birşeylerin kararını vermişti sanki. anlamak için yüzüne baktım dikkatlice. aydınlıktı. gülümsüyordu. ayağa kalktım. hiçbirşey söylemeden tekrar bahçeden çıkışını izleyerek peşinden gittim. sanki akşamın olmasını beklediğimiz o saatlerde suskunluk sözü vermiştik kalplerimize.

    eylül ayındaydık.. kumsalda ikimizden ve ürpertilerimizden başka kimse yoktu. aramızda iki karış mesafeyle yanyana yürüyorduk ve dünyanın en sert rüzgarları esiyordu o dar ama sert kayalıklı kanyonda. aramızdaki bütün yabancılığa, yaşanmış acılara, çekincelere rağmen tenlerimiz arasındaki çekim hissedilebiliyordu. terliklerini bahçe kapısının önüne bırakmış, yalın ayak yürüyordu. küçük ayaklarında kanlı buseleri andıran bordo ojeli parmakları vardı. ben o parmaklara sanki tunçtan bir piyanonun tuşlarına bakar gibi bakıyordum. hiç konuşmuyorduk. batan güneşe ilerleyen iki süvari gibiydik. gökyüzü yaşadığımız olağanüstülüğe katkıda bulunmak istercesine hızla kararıyor, deniz giderek koyu lacivert bir örtünün altına giriyordu. tenlerimizin birbirini isteyişi giderek güçleniyor, dayanılmaz bir savaşıma dönüşüyordu. sanki bu çaresiz kavrulmaya bir son vermek ister gibi ağzındaki delik açıldı tekrar ve yürüdüğümüz kumsala şaşırtıcı sözcüklerle duyduğum en güzel ve delice teklifi yazdı;

    - benimle yüzmek ister misin?
    - şimdi mi? hava kararıyor ve yağm...
    - benimle yüzmek istermisin dedim sadece!
    - kesinlikle isterim..
    - o zaman yetiş bakalım bana mantık delisi yazarcık!
    - ?????

    eylül ayındaydık ve bir daha asla bir elbisenin omuzlardan ayakbileklerine düşüşü böyle ilahi birşey gibi gelmedi bana. hiçbir zaman bir çift omuz üzerinde düşünmedim saatler boyunca ve hiçbir zaman bir kadının kokusunu bu kadar kazımak istemedim hafızama.
    koşarak girdi denize.. esmer kızıl rengi karışımı tenine giydiği siyah bikini tehlikeli bir kokteyle dönüşmüş; denizdeki bütün balıkları ve beni sarhoş etmişti. üzerimi çıkararak koştum arkasından. hayatımda kendimi hiç bu kadar acemi ve şapşal hissetmemiştim. sabah ki ürkekliğini üzerinden atmış, aramızdaki herşeyi o idare eder olmuştu. ben; adı bütün süslü bebeklerin telefonunda kayıtlı olan bense; bir kavalın peşinden giden bir çocuk gibi ilerliyordum köyümün dışına.. denize girdiğimde o oldukça açılmıştı. ben biraz ona doğru yüzdüğümde , birden hatırlamış gibi beni geriye döndü ve bana doğru yüzmeye başladı. yanıma geldiğinde kıyıya doğru birlikte yüzmeye başladık. giderek kararan akşamda zayıf kolları birer hançer gibi parlıyor ve tenimi kamaştırıyordu. ayaklarımızın değebileceği bir sığlığa gelince sözleşmiş gibi durduk. ağzının ortasında kırmızı mücevherlerle süslenmiş gibi duran mağara yine aralandı ;

    - ismini biliyorum. benim ismim ebru. ama öğrenmek istediğim bir şey daha var seninle ilgili.
    - nedir o?
    - dudaklarinin tadi !..

    eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. bir günün bitimindeydik. bir talanın ortayerinde. taze acılarla örülü bir yazın son günleriydi ve dillerin ağız içinde izlediği yolları ezbere bilen ben o akşam ağzında kayboldum ebru! bir daha hiç bulunmak istemeyecek kadar kayboldum yoksul bir çocuğun pazaryerinde kayboluşu gibi. dillerimiz birbiriyle tanışırken ve tokalaşırken birbirine dolanarak; kollarımız bu tanışmayı bir davete dönüştürmek için buldu birbirini. o gece muzipliği tutmuş olan gökyüzü de bu tanışmayı bütün haber ajanslarına karşı kıyılara bir yıldırım düşürerek bildirdi. bütün dünya bedenlerimizin tanışmasını kutladı havai fişeklerle. biz o havai fişekleri göremedik ama kasıklarımızdaki kemikler de yaşanan patlamalar bütün denizi sarstı o gece. ama birden birşey oldu. arzunun esiri olmuş bu iki bedenin üzerine, vazgeçilmiş, eksik kalmış, hep istenilmiş hiç yaşanmamış bütün sevişmelerin acısını çıkarmak üzere olan bu iki bedenin üzerine ılık eylül yağmurları düşmeye başladı. omuzlarından süzülen yağmur taneleri bir ilki yaşattırdı bize. sen ağlamaya başladın, ben sana eşlik ettim en iri gözyaşı damlalarımla. içimizde tuttuğumuz acılar koyverdi kendine gözyüzüne selam durarak. ve biz; bir eylul akşamında, denizde ağlayarak, yağmur altında birbirimizin gözyaşlarını içerek seviştik..

    o an yaşadığımız şey kocaman bir tuz gölüne dönüştü.. denizin tuzu, terimizin tuzu, gözyaşlarımızın tuzu, arzuların kasık seviyesinden yükselttiği sıvıların tuzları birbirine karıştı ve biz hepsini içtik deniz tükenene kadar. bedenlerimiz yaşadığımız ilahi dokunuşun, yağmurun, denizin, bu büyülü bir film setini anımsatan sahnenin esiri oldu. kendi yarattığımız mucizeyi izledik tekrar öpüşerek. gırtlaklarımıza hıçkırıklar bırakarak. derin vadilere sahip bedeninde ellerim tehlikeli slalomlar çizerken yüzümü gökyüzüne kaldırdım. gök delinmiş ve bütün sıkıntısını sevişmemizin üzerine boşaltıyordu. biz ruhumuzdaki bütün sıkışmış çekmeceleri açmayı başarmış, ruhumuzdaki bütün zehirleri döküyorduk denize. yağmur damlaları kirpiklerimi ıslatırken , denizin suları, yağmurun suları heryanımızdayken dudaklarımız hala kupkuruydu bütün ıslak sevişmelerimize inat. tuzluydu çünkü yüreğimiz . içimize akan bütün gözyaşlarının yangını hakimdi öpüşlerimize. bu yangını ancak ruhumuza örteceğimiz bir perde son verebilirdi. başka bir yangını başlatmak için bir diğerini söndürmek gerekirdi bazen.. tükettik ağlayışlarımızı. aldırmadık yağmura. yeni doğmuş gibiydik ruhlarımızın bu erken boşalmasından sonra ve yeni doğmuş iki insana yakışır şekilde çırılçıplak kaldık. bir fetihe hazırlanan ordular gibiydik. aşk miğferini giymiş iki başkomutan gibi ilerledik tutkunun başkentinde.bütün dinlere, bütün dillere ve ten renklerine saygılı bir fetih yaşayacaktık denizin ortayerinde. artık bedenlerimizi, kasıklarımızdaki yangını, arzunun piyadelerinin başlattığı bu fetih yürüyüşünü durduracak hiçbirşey yoktu. sen şehr-i istanbul kadar güzeldin .. ağlamaktan yorulmuş gözlerimizi gözlerimizde dinlendirdik birkaç saniye. susmaktan yorulmuş dudaklarımızı omuzlarımızda birer hamağı andıran gamzelerde dinlendirdik. küçük ellerinin minik parmakları çıplak göğsümde notalar çizerken ben büyük bir şarkıya imza atacak kör bir şair gibi ilerledim içinde..

    eylül ayındaydık.. bir yazın son günleri, bir aşkın ilk saatleriydi.. suların içinde korlaşmış iki beden vardı alev almak üzere olan. ama hayat denen kuklacı sahneye en trajik oyununu koymak üzereydi ve biz bunu bilseydik iki yabancı gibi geçerdik bu kumsaldan yanyana. ellerimiz en kuytu acılarımıza dokunurken hayat oyununu başlattı ve bir ses böldü geceyi;

    - anne !

    eylül ayındaydık.. bir utancın ilk saniyeleri.. iki farklı acıyı gömmek için birbirinin bedenlerini seçmiş bu insanın yaşadığı şeyi tarife ancak utanç sözcüğü yeterli olabilirdi. kumsalda mavi gözlü , sarı kıvırcık saçlı bir melekcik bize bakıyor ve yaşadığı düşkırıklığını hazmetmeye çalışıyordu. otobüste uyuyakalmış, kötü bir düş görmüş ve gitmeyi reddederek geri dönmüştü. annesinden ayrılamayacağını anlamıştı. ama karşılaştığı şey; acısını birlikte yaşamak istediği annesi değil, bir aşkın enkazından çıkar çıkmaz başka bir aşkın sularında yüzen bir kadındı. o daha çocuktu ve bilemezdi avunmanın ne acılı bir ihtiyaç olduğunu..

    13 eylül geçti o akşamın üzerinden.. bugünlerde içimde o gün filizlenen bir fidanın ağacı var. yüreğimde bir ceviz ağacı.. dibinde utançtan bir darağacı. kendimi asacağım günü bekliyorum..

    şimdi 13 eylül sonra gerisini hatırlamak istemediğim o eylül akşamının bütün sızıları içimde. en derinimde ortaya çıkıp beni ısıracakları günü bekleyen minik sıçanlar gibi bekleşiyorlar ve ben hala hafızamda tutmaya çalıştığım o kadının kokusuyla uyanıyorum her sabah. her eylül, takvimlerden kopan her sayfa, boğazımdan bir hıçkırığı söküp alıyor ve ben ;

    bir tek dokunuşu özlüyorum her dokunuşta... ve içime dokunuyor bazı dokunuşlar..

    o eylül akşamına dair hatırladığım en son şeyse sezonun o akşam kapandığını anlayan ve gökyüzünün muzipliğine eşlik etmeye karar veren, yazlık club ' ın dj' inin çaldığı son şarkı;

    nolur sormasınlar bana.
    nolur söyletmesinler derdimi.
    saklarım ben onu kendime.
    yerim kendi kendimi.
    akiyorsa yaşlar gozumden,
    dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
    karardıysa butun dünya,
    vardır elbet bir sebebi

    not: çok eski bir yaradan alıntılamadır. başka net platformlarında da yayınlanmış eski bir yazımın güncellenmiş hali.
12 entry daha
hesabın var mı? giriş yap