bir yitişten sonra
-
bir edip cansever şiiri:
hangi adalardan topladıktı bu taşları
bir öğle üstü, girip de pan kılığına. hani
içimizde o baş dönmesi. güney bulantısı
parmaklarımız bir balık sürüsü kıvraklığında
ve ayaklarımız kokulu otlar arasında
başımızda minos kralının büyülü tacı
deyin bana, ey zümrüdüanka, ishak kuşu, ebabil
ey kayalar okyanusu, kartal yuvaları
deyin bana, hangi adalardan topladıktı biz bu taşları.
tütünümüz yok, suyumuz da bitmiş işte
dönüp bakmıyor yüzümüze kimseler şimdi
peki biz bu kentte doğmadık mı, bu kentte yaşamadık mı?
şu çiftin berisinde, kızgın taşların üstünde (günbatımında
narrengini alan)
oyunlar oynamadık mı hayvan kemikleriyle . alınyazımızı
kulağımıza fısıldayan gizlice
büyüler derlemedik mi hurma ağaçlarından
ve deniz böcekleri toplamadık mı diz boyu sularda bağrışarak
seğirtirken düşmesin diye gömleğimize doldurduğumuz
(göğsümüzden ince ince kan sızardı bu yüzden)
dualar göndermedik mi gemicilere, sudan ve ılık meltemlerden
karılmış dualar
sonu hep deniz köpüklerini andıran
limandaki kımıltısız çöpleri andıran
o dilsiz balıkçıyı. manastırın ordaki saz kulübenin
yanıp da kül olduğu akşamki
sarsıcı ıslığı da.
o günden bugüne çok kül olmuşluğumuz
miho kuşu yüksekliğine çıkmışlığımız, balıkçının gök gemisine
binip de
arkamızda izler bırakarak gökkuşaklarından
savrulup durduğumuz bir adadan bir başka adaya
kim bilir belki de biz yonttuktu, biz çiçekledikti bu obsidyan
taşlarını da.
ne ettik de yitirdik böyle kendimizi
ölüm ne, dirim ne, bilmiyoruz anlaşılan
kimimiz bir ateş yakıyor durup dururken, dağılan tavus tüyleri
renginde
gecenin içinde, olduğundan da büyük kimi zaman
sanırım böyle böyle yaratmışlar tanrıyı da
bir gün bir ateşin başında doğurmuşlar onu
bir kişi doğurmuştur bana kalırsa
sonra birlikte beslemişlerdir el ele verip
büyüyünceyedek
su kabından haşladıkları dikenli balıklara kadar
portakaldan bir uzay kabuğuna
nerede ne varsa (o zaman her şey dediğimiz çok azdı)
şimdi kocaman kentlerde kimseler uğraşmıyor onunla
baksana, ey miho kuşu, baksana
gözlerinde senin kadar küçük
senin gibi uçuşan dünyamıza.
bilmem hangi ülkelerden getirdikti bu rengarenk kolyeleri de
ilk başta kadınlarımızın gözünü alan
imbatla birlikte gündüzleri
o acaip ülkeleri yansıtan boyunlarında
sonra bir yatakta yatma hamurunu yoğuran (iğde kokuları
arasında)
çocuklarımızı doğuran
onların cam kırıkları gibi parlayan gözlerini
tırnaklarındaki ilkyaz renklerini
ve kim bilir ne kadar zaman geçti ki aradan. şimdi
bizden de büyük çocuklarımız. elinde asma bıçağıyla
gördüm geçiyorken birini. saçları
ben nasıl taramışsam öyle duruyordu başında.
ve yaşadım yeniden hangi günbatımında havalandımsa
kanım iplik iplik uçuşuyordu (arasında kuşlar oynaşan)
bir adaya inmiştim, üstüne bir nar ağacının
iri bir nar ağacının. ve yanıp durmuştuk üç gün üç gece
kırmızı bir şarap tası oluncayadek. beklemiştik
gelsin iyi huylu tanrılar da, kurtarsınlar diye bizi
oysa ne bir hayal, ne bir fısıltı, ne bir ayak sesi
ne de bir gören, bir soran var yitikliğimizi
döküldüktü denizin kıyısına çaresiz. nice sonra
tattım bazı balıklarda narve kan lezzetini.
*
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap