3 entry daha
  • istanbul'un en tipik köşelerinden biri sahaflar çarşısı... tam köşedeki dükkanında, etrafında sevenleri, masasının başına geçer oturur. son zamanlarda gelen gidene pek karışmaz ''artık bilmez oldum fiyatları aklım ermiyor fiyatların yükselişine'' der sohbete dalardı.. dükkana girenler kalabalığa şaşkın şaşkın bakarlardı. bazen de zaten şaşkın dogmuşlardan gelenler de olurdu. bir gün içeri bir genç girdi, rüzgarı arkasından yetişmişti ki hazreti köşede görünce selamladı:

    - selamun aleyküm babalık...
    hazret selamı derhal aldı.
    - aleyküm selam kuru kalabalık... ne gülmüştük yaa...

    bir defasında da bir müşteri girmiş soruyor:

    -''allahın gazapları'' var mı ? hazret irkildi,
    - yok oğlum bizde allahın rahmeti var.

    aklına koyduğu kitabı almaya azmetmiş adam ısrar etti

    - hayır ben ''allahın gazapları''nı arıyorum...
    - eh madem istiyorsun senin olsun...

    canlı ve vicdanlı bir tarih gibiydi. çöken bir medeniyetin üzgünü idi. çok şeyler çok insanlar görmüştü.. hayatı tırnağından tepesine kadar yaşamıştı..
    bazen derdi:
    bu istanbul sokaklarında rahmetli anamla ben, az sürünmedik...

    ilk memuriyeti fener civarında bir camide müezzinliktir ve maaşı da onbeş lira küsür kuruştur. mescidin yanındaki berbere gelen bir fenerli papaz, genç müezzine islam ile hristiyanlık farkını sormuş ve islamın yüce peygamberi'nin ( s.a.v ) , son peygamber olmasında itiraz da etmiştir:

    - zikrettiğin ayette '' hatemennebiyy diyor '' hatemürrüsüll'' demiyor, belki sen bir resül gelebilir bu hale göre..

    ''bir an şaşırdım, sonra ya rabbi! beni bu papaz karşısında mahcup etme diye iltica ettim ve cevabı derhal zihnime geldi'' diye anlatıyordu:

    - her resül nebidir amma her nebi resül değildir. binaenaleyh ''hatemürrüsül'' deseydi bir nebi gelmesi düşünülebilirdi amma '' hatemennebiy dediğine göre ne nebi ne de resül gelemez.''

    bu cevap üzerine papaz memnun kalır. '' senin ziyaretine geleceğim'' der. gerçekten gelir, çay içer ve bu arada ''müslüman olduğunu, bunu gizlediğini amma yakında öleceğini hissettiğini, bu sebeple kendisine ölümden sonra dua etmesini vasiyet etmek için geldiğini'' söyler...

    anlatıyordu: '' gerçekten kısa bir müddet sonra vefat etti, ölüsünü bir hafta patrikhanenin avlusunda ayinlediler, bir hafta sonra da defnettiler. ben sık sık kabrine gider dua ederim kendisine...''

    tertemiz bir inanışın ve derin bir vatenseverlik duygusunun içindeydi. kaç defa ''rumeli'de karlara elinizi soksanız atalarımızın saçları, şehit ecdadımızın saçları dolanır parmaklarınıza'' derdi.

    amma irtica tüccarlarının da ilk hedefi idi. ne zaman böyle bir çalkantı olsa onu polis alır götürürdü. bunlardan birincisi mareşal fevzi çakmak'ın cenaze merasimi vesilesiyle olmuştur. bu macerayı kendisi ile beraber götürülen diğer hocaları ve kendisini sorguya çeken, niğdeli komser, karadenizli polis, rumelili bekçiyi şiveleriyle taklid ederek bir anlatırdı ki teybe almadığıma çok yanarım.

    27 mayıs'ta da böyle bir irtica yaygarası neticesinde mahkemeye sevkedilmiş, (esasen mesleği dini kitap satmak). ''içeride çilemizi tamamlattılar'' derdi.
    ilave ederdi... hapishaneye girdik... birisi koştu boynuma sarıldı. ellerimi öpüyor... '' seni allah gönderdi, allah duamı kabul etti'' deyip duruyor. sordum meğerse neymiş. içine bir aşk gelmiş. dua etmiş : ya rabbi! buraya bir şeyh gönder de beni irşad eylesin diye. şimdi sevinçten uçuyormuş...

    - kereta hiç böle dua olur mu? maksadın beni de mi hapse attırmaktı? hapisten beni kurtar, gideyim bir mürşid bulayım diye dua etseydin ya...

    ''bu beyazıt camii'nde kalabalıktan elbise düğmelerimin koptuğunu çok bilirim'' diye anlatırdı eski günleri. ramazan mukabelelerinde 400 küsür minder saydığımı hatırlarım. kimler yoktu ki... eski valiler, defterdarlar, mesihat müntesipleri... hepsi bir derya, bir imparatorluğa benzer muhterem insanlar. sonra, onlar birdenbire çekildiler, gittiler. kimseler kalmadı, meydan bize kaldı... beyazıt camii'nde ilk vaaz kürsüsüne çıkarken dizlerim titriyordu, nasıl vaaz vereceğim ne söyleyeceğim diye... kürsüye çıktım etrafıma bir baktım ki ne göreyim, o benim bildiğim insanların, yanlarında ağız bile açamayacağım insanların bir tanesi bile kalmamış. karşımda sadece bir kalabalık var. '' ben bunlara vaaz veririm'' dedim ve verdim.

    bir vaazında şöyle bir fıkra anlatır:
    ''tımarhanenin önünden geçen birisi hastayı muayene eden doktora '' ölmüşü diriltmenin çaresi var mıdır?'' gibilerinden bir sual sormuş. muayene edilen hasta bu soruya ben cevap vereyim diye almış sözü ele:

    - alırsın tevbe otunu atarsın tencereye, tencereyi koyarsın pişmanlık ateşine, üzeine istiğfar salçasını ilave edersin, ateşi de kulluk körüğü ile harlandırırsın, günde beş vakit bu ihlas şurubunu içip de şükür secdesine vardığın zaman ölü gönül dirilmiş olur.''

    - fıkra pek mühim değil. amma bundan sonrası pek çarpıcı. hazret anlatıyor yine: '' ben vaaz kürsüsünden indim. cemaat pek memnun, bir sakallı gözleri yaşlı yaklaştı, '' efendim o bahis buyurduğunuz '' tevbe otu '' aktarlarda bulunur mu?'' demez mi?

    eli, gönlü açık bir insandı... şu söz onundur :
    - verirler de almazsam, isterler de vermezsem elim kırılsın.
    bunun gerçekliğinin de şahidiyim.
    - verdiğiniz bir işe yarasın. hiç olmazsa bir kutu kibrit, bir simit alınabilsin derdi.

    dili de açıktı eski ''nevadir'' kitaplarından müthiş bir mahfuzatı vardı. osmanlı tarihine islam tarihine dair neler anlatmazdı. dili başka türlü de açıktı... ekserisini hanımların teşkil ettiği meclislerde bile ne yakası açılmadık fıkralar anlatırdı... en çok hasretle bahsettiği yerlerden birisi de küllüktü. istanbul'un bu eski kahvesi için '' bir akademi idi, kimler gelmezdi ki,* tanpınarlar, mükremin halil* ler... ve herkes konuşmazdı. ekseriyet dinleyici idi, konuşulanları dinlerdi..

    onun dükkanı da böyleydi. hep kalabalık. hep sohbet ve o tek başına bir akademi... vaktimin darlığından mecburen izin almak istediğim zaman, izin vermek istemez ve seslenirdi :

    - göze bey'e yapın bir kahve de beraber içelim...
    şimdi küllük de yok o sohbet de...

    bir gün yine dükkanda oturuyoruz... elinde zurnasi esmer bir vatandaş geldi:

    - efendim ben ekmeğimi bunu çalarak kazanıyorum günah diyorlar, olmaz diyorlar. ne dersiniz?
    - çal evladım çal, yanlız namazlarını kaçırma...

    sonra o gittikten sonra ilave etti: bre bu meret kıyamete kadar çalınacak. birisi de bunu çalacak, bırak desen bırakamaz hemence.
    neden tedirgin edersiniz, önce terbiye edin edebilirseniz!''

    herkese '' ahseni takvim üzere yaradılmış insan'' muamelesi yapardı. batı dünyasında da en beğendiği husus insana değer verilmesiydi. hazret orada, itibar edilen, konferanslar verdirilen bir insandı, burada daimi polis takibi altında bulunan insan. acı acı gülerdi...

    almanya'daki bazı müslümanlar'ın bazı günahları daha rahat irtikap etmeleri için de fetva istemeleri üzerine:

    - tabii efendim, öyle ya almanya'nın allah'ı başka, orada hüküm de başka olacak diye terslediğini bilirim.

    ilk hanımı ile beraber hacca gitmişler. '' arab'ın birisi diya anlatıyor, hacılara ne kadar kötü muamele ediyor, nasıl hırpalıyor, nasıl iskence ediyor... kimse de sesini çıkaramıyor, zavallı hacılar perişan... bizim hanım '' durun şu arab'ın hakkından ben geleyim, ben kadınım bana bir şey yapamazlar'' demeye kalmadı, iskarpinini çıkarıp adamın kafasına vurmaz mı? adam acısından karşı tarafa kaçtı. oradan tek gözünü kapatıp bize bakıyor acısından. karşısındaki de kadın bir şey yapamıyor. bizimkisi hala söyleniyor. '' seni hınzır, müslüman'a eziyet ha? yakışır mı?''

    bu menkıbenin sonunu şöyle getirmişti:

    - bilmem canab-ı hakk bizim hatunun haccını kabul etti mi? amma adım gibi biliyorum ki attığı dayağı kabul etti...

    sahafların arkasında küçük bir camide cumaları teberrüken hutbe okurdu. samimiyet, sadelik, irfan dolu hutbelerdi. son günlerde hep öleceğinden bahsediyordu... '' edirnekapı yolu gözüktü '' diye hutbede söylüyordu. dükkanında '' allah allah biz bu sene gitmeliydik. bizi niye bıraktılar burada, yoksa dervişlerimizden birini bedel mi aldılar?'' dediğini hatırlarım... benimle çok dertleşirdi... yine böyle bir dertleşme esnasında kendisine yapılanları anlatırken bir an durdu :

    - aman ha aman. yanlış anlaşılmasın, kimseden hesap istediğim hesap sorduğum yok, benim hesabı hakk teala kabul buyursun.
    ben kimseden bir şey istemiyorum...
    hiçbir şey.''

    * * * *
    kaynak: * * *
138 entry daha
hesabın var mı? giriş yap