9 entry daha
  • - hayır, anlamıyorum, beni neden sürüklüyorsunuz peşinizden. sevmiyorum abicim böyle klasik müzik falan, diye çemkiriyordum beni buraya zorla getiren arkadaşlarıma.

    verdiğim paradan, o parayla zevk alarak yapabileceğim şeylerden tutun da arkadaşlarımın benim zevklerime ve kişiliğime yaptığı baskıya kadar her şeyi malzeme yapmıştım bu çemkirişlerime. konsere ara verilmişti. ünlü kontrtenor andreas scholl ve yine ünlü piyanist tamar halperin kulise geçmişlerdi az önce, alkışlarla. aslında müziğin her türlüsünü severdim ama o gün huysuzluğum üzerimdeydi. arkadaşlarım da, durumun farkında olduklarında mı yoksa benden sıkıldıklarından mı bilmem, beni dinlemiyor kendi aralarında konserin ilk bölümünün kritiğini yapıyorlardı. ciddiye alınmamış olmam beni iyice sinirlendirince kaldığım yerden devam ettim;

    - gıy gıy gıy… içim bayıldı. yeter artık. aloooo… size diyorum!
    - aslında o kadar da kötü değildir klasik müzik.

    bu ince ve narin ses, hemen sağ tarafımdan geliyordu. sinirli ve bezgin ifademi bozmadan kafamı sert bir hareketle sesin geldiği yöne çevirdim. kızıl saçları omuzlarına, siyah boğazlı kazağının üzerine dökülmüş, yüzü elle çizilmişçesine güzel bir genç kadındı bu. gülümseyip devam etti;

    - klasik müzik, halk müziklerinden keskin hatlarla ayrılmış, avrupa kökenli bir müzik türüdür. en önemli özelliği, çok sesli olmasıdır. pek çok ruhsal rahatsızlığı olumlu yönde etkilediği de bilimsel bir gerçektir. aradan sonra icra edilecek ilk eser mesela, kendi içinde pek çok özellik barındırır. 17. yüzyıl ingiltere’si operalarında müzik, sahnelerin değişimine ve oyunun bitişine de işaret ediyordu. bu eser, bu amaç güdülerek şekillendirilmiş ilk eserlerden. eserin sahibi purcell, bu türe hayatının son beş senesinde yönelmiş. falan filan…

    sert kayaya çarptığımı düşünmem uzun sürmedi. bu kadar bilgi sahibi olduğuna göre klasik müziği çok seviyor olmalı diye düşünürken, bir yandan da, son on dakikadır aralıksız olarak söylendiğim aklıma gelince pot kırdığımı düşünüp kızarmaya başladım.

    hala gülümseyerek bana bakıyordu. bakışları o kadar sıcak ve içtendi ki, karşılık olarak bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim. utana sıkıla;

    - nereden biliyorsun bu kadar şeyi?

    küçük bir kahkaha patlatıp;

    - hani şu elindeki broşür var ya, onun içinde yazıyor.

    tam da o an, dışarıdan bir göz olup yüzümdeki ifade değişimini görmek isterdim. kendimi tutamayıp gülmeye başladım. oyuna gelmiştim. o da bana kahkahalarıyla eşlik ediyordu ki, son zil çaldı ve ışıklar yeniden söndü. sahneye yeniden çıktı scholl ve halperin. salon alkıştan yıkılıyordu.

    andreas scholl, purcell’in “round o”sunu seslendirmeye başladığında benim konserle ilişiğim kesilmişti. üstelik artık zor da gelmiyordu. o, dikkatle sahnedeki sanatçıyı dinlerken ben onu izliyor, izlediğimi fark edip gülümseyerek bana doğru baktığı zamanlardaysa kafamı elimdeki broşüre gömüyordum yine kızararak.

    dalgalı saçları açıktı. her bir buklesi omuzlarında süzülüyordu kızıl saçlarının. alt dudağı biraz daha kalındı ve dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıktı. sol yanağında bir gamzesi vardı. belki sağ yanağında da vardı ama göremiyordum. mavi-yeşil, iri gözleri uzun ve sık kirpiklerle çevriliydi. gözlerini her kırptığında dalgalanıyorlardı sanki. uzun ve ince parmaklarını uzun kolyesine doluyordu arada. lale şeklindeki tırnaklarına kıpkırmızı oje sürmüştü. yüzünde hiç makyaj yoktu. ve teni, göz alacak kadar güzeldi.

    ben, onu izleyebildiğim her an tüm ayrıntılarıyla onu incelerken farklı bir âleme dalıyordum. en derinlere inmiştim ki, scholl, o tiz sesiyle hakkını verdiği bir çıkış anında beni kendime getirdi. salonda yakılanın o yüksek sesle öyle irkildim ki, fark etmemesi imkânsızdı. yüzünü ellerinin arasına saklayıp sesini bastırmaya çalışarak güldü. çok utanmıştım. boynumu omuzlarıma gömüp sadece sahneye ve elimdeki broşüre baktım konserin sonuna kadar. kafamı ona çevirmeye korkuyordum artık, zira yeterince rezil olmuştum. ben de onun konserin ilk yarısında yaptığını yapıp broşürü okumaya başlamıştım, okuduğumu anlayamasam da.

    konser bitip de ışıklar yandığında salona uyup ayağa kalktım. o da kalkmıştı. hatta kucağımdakileri sandalyeye bırakırken göz göze geldik. yine gülümsedi. sıcacık… utangaçlığımı aldı götürdü o an. en az beş dakika alkışladık sahnedekileri. çok başarılı bir konser olmuştu demek ki diye düşündüm içimden. sonra yavaş yavaş boşalmaya başladı salon. çantasını omzuna takarken “iyi akşamlar” dedi yine gülümseyerek. “sana da” dedim. o, salondan çıkana kadar arkasından baktım. ta ki arkadaşlarım beni dürtene kadar; hadisene oğlum!

    arkadaşım cümlesini bitirince şimşekler çaktı beynimde. deli cesareti böyle bir şeydi sanırım. montumu alıp koştum peşinden. insanları yarayarak onu arıyordum o kalabalığın içinde. çıkışa inen merdivenlerde bulup durdurdum. ne diyeceğimi bilmiyordum.

    - şey… eee… merhaba.

    gülümsedi yine;

    - vedalaştığımızı sanıyordum.
    - aslında evet. ama… ne bileyim, diye geveledim kelimeleri ağzımda. yine utanmıştım.

    gözlerim, yüzünde, dudaklarında, teninde gezinirken konuşacak bir konu, söyleyecek tek bir kelime arıyordum. bir yandan elimdeki broşürü kıvırıp kırıştırıyordum. gülümsemeye devam ediyordu. sağ yanağında gamzesi olmadığını fark ettim o an. sadece sol yanağında vardı demek. izledikçe hayran oluyordum. gamzesi, dudakları, teni… o kadar güzeldi ki. bir anda kelimeler döküldü ağzımdan;

    - daha güzel olmadı bir bitkinin rengi. daha değerli ve sevgili… veya daha narin…

    afallamıştı. gözlerini kaçırırken kızaran yüzü, söylediklerimden etkilendiğini gösteriyordu. bu sefer gülümseyen taraf bendim. omuzlarım dikleşmişti birden. biraz kekeleyerek;

    - ne güzel sözler bunlar, dedi. peki, sen nereden biliyorsun böyle güzel şiirleri?
    - işte buradan, dedim elimdeki buruşmuş broşürü göstererek.

    önce elimdeki broşüre baktı, sonra gözlerime. ikimizde sesli kahkahalar patlatmaya başladık ardı ardına. biz delicesine gülerken, insanlar bize aldırmadan sağımızdan solumuzdan geçiyordu. önüne düşen saçlarını ince parmaklarıyla kulağının arkasına sıkıştırırken yüzündeki tebessüm yerini koruyordu.

    - çabuk öğreniyorsun.
    - …
    - peki. madem seninki artık okunmayacak halde, benimkini al dedi. belki daha çok şey öğrenmen gerekir.

    elimdeki buruşmuş broşürü alıp kendininkini tutuşturdu elime. yüzümdeki tebessüm hızla sönerken “tekrar iyi akşamlar” deyip merdivenlerden inmeye devam etti. ben yine arkasından bakıyordum. onu bekleyen arkadaşlarının yanına vardığında arkasını dönüp el salladı. zorla kolumu kaldırıp, küçük bir karşılık verdim. sonra gitti.

    __________

    çıkıştaki merdivenleri arkadaşlarımın ardından ağır ağır çıktım. metro durağına kadar yürüdük. kışın son günlerinde baharı müjdeleyen ılık bir akşamdı. atkımı çıkarmak için çekiştirirken elimdeki broşür ilişti gözüme. metronun merdivenlerinden inerken sayfalarında göz gezdirdim hızlıca. daha sonra da kenardaki çöp kutusuna atacaktım. her şeyi saklayan anı delisi ben, bunu saklamak istemiyordum. aslında odamın duvarına asmalı ve hür gördüğümde çabuk umutlanmak huyumdan vazgeçmem için kendimi motive etmeliydim. ama neyse… bunları düşünürken son sayfada bir karalama dikkatimi çekti. scholl’ün klasik müziğe uyarladığı bir ingiliz halk şarkısı olan “i will give my love an apple”ın şarkı sözleri bir çemberle çevrelenip işaretlenmişti. sözleri okumak için, önümden yürümeye devam eden arkadaşlarıma aldırmayıp bir basamakta durdum.

    “ çekirdeksiz bir elma vereceğim aşkıma.
    kapısız bir ev vereceğim aşkıma.
    kalabileceği bir saray vereceğim aşkıma,
    anahtarsız açabileceği kapısını.

    başım çekirdeksiz bir elma.
    zihnim kapısız bir ev.
    kalbimdir kalacağı o saray
    ve anahtarsız açabilir kapısını.”

    çemberin hemen altında bir not daha vardı; bir telefon numarası. büyük bir kahkaha patlattım etrafımdakilere aldırmadan. önde yürüyen arkadaşlarıma bağırdım; “hey, bekleyin beni!”

    konser, güzel bitmişti.
38 entry daha
hesabın var mı? giriş yap