879 entry daha
  • bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım hiç bilmiyorum. benim evim o kadar güzeldi ki. yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. her gelen hayran kalırdı. her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda direkleri görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. babam tereddütsüz hayır cevabını verdi. ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirdim. biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. ben biliyordum ama babam, bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını. evimizde uyandığım ilk sabah anneme "anneeeee, burası dağ evi gibiiiiiii, harikaaaa." diye sevinçle çığlık atmıştım. cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar." diyip kıkırdardık. camın hemen yanında bir kanepe vardı. kışları terasa kuruyorduk sobamızı. sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece. terasa açılan bir mutfağımız vardı. bulaşık yıkarken penceresinden incir'i, attun'u, tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşu başlardı. aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterdi hemen. miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. bahçemiz vardı küçük. patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. incir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "bir misafirimiz varrrrr." diye seslenirdi bana.
    sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "oooo hanımlarrrrr, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlarla. güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım.
    bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. ilk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan anne, babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verir, yemekten sonra yemeklerinden kısar, "arttı bunlar yaaaaaa. çocuklara verelim." bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirirlerdi. her sıkıldığımızda eski antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "habbaitak be el saif"i dinlerdik. habbaitak be el saif, habbaitak be el sheti mtake. ben lisedeyken sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik sadeye. oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. bir ara bade şarap evi'nde iki buçuk saatlik çalışma deneyimim olmuştu, gülmeyin lütfen. evet iki buçuk saatlik. ama yıl 2018 ve iki buçuk saate yirmi tl vermişlerdi. bir heyecanla eve gidip kumbarama koymuştum. bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele antakya'yı karış karış gezmiştik. her cuma dershane çıkışı keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. her kuzenlerimle acaba döver'e kahvaltıya mı gitsek lafını duyan halam "yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli." diyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirtir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda kaldırır içerdik.
    en yakın arkadaşımla saray caddesini gezdiğimizde "abdo daha iyi kanka." lafıma karşın "saçmalama, çağlayan daha güzel tabii ki." lafını duyardım. normalde abdo'cu olan annem bir gün "kızım çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar." demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim ehe :) öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca sayar fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. bazen cemil meriç kütüphanesinde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip maximum saat gece ikiye kadar çalışır sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. antakya anadolu lisesinde okudum ben. çok farklıydı benim okulum. sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. avlumuz vardı, evet, eski hapishaneydi ama yeter artık bunu duymak istemiyorum. bir ara sınıfa boğma rakı getirmiş, gizlice içmiştik ahaha:) eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak la mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuz, yemekleriyle de midemiz doyardı. yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski antakya'dan girip affan'a çıkardık. arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. haytalı asla bici bici değildir, bu arada. antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. vakıflı köyü'ne gider (türkiye'deki tek ermeni köyü) sanki önceden onlarca kez okumamış gibi musa ağacının hikayesini okur, bumbuz suyuyla ferahlardık. kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. düğünlerde çok iyi bilirdik eğlenmesini. arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını.
    evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. evimi süpürür, antakya kahvemizi yapar, süvari bardaklara doldurur, playlistimi açıp evi silmeye başlardım. normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnedeymiş ve bir ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. bazen de salondaki l koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. biri bize kahvaltıya mı gelecek? zeytin salatamızı, çökeleklerimizi, humusumuzu, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla donatırdık. tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece ikide antakya köftesi sipariş etmiştik. notlarımda hala en son; 1 normal az acılı, 1 kaşarlı acısız, 1 normal acısız mayonezsiz, 1 kaşarlı acısız, 1 sadece kaşarlı yazıyor. meğerse o gece evdeki son yemeğimizmiş. onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. on dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. on dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. on dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. eğer bir eviniz varsa onu çok sevin olur mu? temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için, tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için, memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için, memleket neresi diye sorulunca antakya cevabını duyulunca "geçmiş olsun, antakya dümdüz olmuş." cümlelerini duymadığınız için, artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için, biri "eve gidiyorum." diyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için, bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için, gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin olur mu?
    antakya başka hiçbir yer gibi değildi. antakya dışına çıkmadan önce hiç arap, türk, sünni, alevi, ermeni, yahudi, hristiyan ayrımı görmedim ben. biz hep kardeşçe yaşadık. antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. bu kez de biz tekrar inşa edeceğiz antakya'yı. bu ne memleket sevdası diyorsanız hiç antakya'da bulunmamışsınız demektir, biz çok şanslıyız buralı olduğumuz için. çünkü bizlere başka şehirlerdeki altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz antakya'mızdan vazgeçmeyiz.

    edit: bunlar da güzel çocuklarımız;

    yemek yerlerken part 1

    yemek yerlerken part 2

    yemek yerlerken part 3

    bir adet tatliş

    attun

    incir

    sonradan kaybolan kedim karamel
    edit 2: mesaj atan herkese buradan da teşekkür etmek istedim. hepimize geçmiş olsun. ayrıca bir sürü mesajda bu yazdıklarımın antakyalı olan herkesin hayatından bir parça olduğunu anlamış oldum ve bu beni çok mutlu etti. antakya'yı 8. kez biz inşa edeceğiz :)
268 entry daha
hesabın var mı? giriş yap