6 entry daha
  • "kendine karşı bütünüyle dürüst olmak iyi bir faaliyettir." - freud

    bu teori ile tanışmam solomon, greenberg ve pyszczynski'nin otuz yıllık emeklerini, benim gibi psikolojiye yönelik özel bir ilgisi ya da birikimi olmayanlara bile son derece okunabilir gelen bir şekilde özetledikleri the worm at the core kitabını iki hafta önce okumamla oldu. türkçesi var mıdır, hazırlanıyor mudur hiçbir fikrim yok ancak buna değecek bir eser olduğunu düşünüyorum; en azından bir adet doğru insanın kulağına su kaçırdım, gerisi benden çıkar. kitapta, teorinin tarihte, kültürde ve toplumda yansımalarına ek olarak yazarların temel savını destekleyecek birçok ilginç deney ve sonuçları da yer alıyor; ancak replikasyon krizinin patlak verdiği bir gerçeklikte özellikle psikoloji alanındaki deneylere, tezlere vs. atıfta bulunmayı doğru bulmuyorum, o yüzden şöyle diyelim; teoriyi kendi yaşamınıza yakın bulmanız için deneylerin teşkil ettiği bir anlatıya ihtiyacınız varsa, kitap size bunu (da) verir. benim yoktu, o yüzden galiba biraz daha böyle turşu gibi, solipsistik şeyler yazacağım.

    türkçeye "dehşet yönetimi" olarak çevrilmesini biraz garipsedim, ama daha iyi bir alternatifin olmadığını kabul ediyorum; "terör yönetimi" bu kelimeyi ithal etmiş dilimizde hem garip, hem de gayri ciddi, hafifçe sansasyonel duruyor. "korku yönetimi" demek de doğru olmaz, çünkü tarif edilen his korkudan öte bir seviyede; türkçeye nasıl çevrilmiş diye baktığımda, bbc türkçe'deki ucuzcu hayvan oğlu hayvanların "korku idaresi" diye çevirdiğini, daha doğrusu bahtsız ve anonim bir bedeviye "çevirttiklerini" de gördüm; sanki (derin) devlet dairesi tarif ediyor amına koduklarım.

    ama bu minik arayış beni dehşet ve korku arasındaki farka, daha da spesifik olarak ingilizcede "horror" ve "terror" kelimeleri arasındaki ayrım üzerine düşünmeye sevk etti, iyi de oldu. "onlar aynı şey" demeyin lütfen, bir dinleyin. gelin itiraf edelim: hepimiz liveleak'te (7z içinde uyusun) kafa kesmeli, insan yakmalı videolara bir defa bakmışızdır. çok yakın zamanda başsız kalacak bir mecnun. kaçınılmazlığı soktuğu numerik kalıbın huzursuz ettiği anlaşılan zorba video oynatıcı; bari sona yaklaştığımızı söyleme ulan, bari başa sarma gücünü elimden al. 2:56, 2:57, 2:58 ... en sessiz bir tık, aksonların bedendeki son dansı, başarılı bir ayırma, ayrılma. 2:59, 3:00, 3:01, saat yönünün tersi, play again? bu sırada hafifçe aralanan, muhtemelen biraz kurumuş dudaklarımızdan dökülen "hassiktir ... hhhhhssss-hassiktir!" ünlemi. sessiz, bir fısıldama gibi; belki eğer yanımızda birileri varsa, o zaman hunhar, kolektif konfora sığınan bir bağırtı da olabilir pek tabii.

    korku, korkunun akıl hastası abisi terör, terror, bu tabloda sadece kafası kesilen talihsize bahşedilmiş bir lütuftur. düşünseldir, farazidir, devamlılığı vardır çünkü geleceğe dönüktür; hayatın son saniyelerinin geçip gittiğinin bilincinde olmasına rağmen bu bilincin ölüme, yokoluşa dair bir fikir verememesidir. hayatın ani sonunu kabul edememektir evet, ama aynı zamanda bu hayattaki son saniyelerin de ilk saniye ve orta saniyeler gibi olacağının, bizi büyük bir sırrın beklemediğinin bilincidir. ama biz? biz sadece izledik. bizim hassiktirlerimiz gördüğümüz şeye verdiğiniz tepkiydi, tanık olmanın getirdiği tepkiydi. biz terör duymadık, hatta korkmadık ama bir anlığına dehşete kapıldık. horifayd olduk, terifayd olmadık. dehşet bizim lüksümüzdü, ona düşüverdik; videoyu kapatıp birbirimize, kimse yoksa aynaya baktık -- çok şükür başımız hala yerinde -- çıkıverdik. eğer bu video bizde bir terör hissi oluşturduysa bile, o terör hissi hassiktirlerin arasındaki "..." boşluğunda gizli olarak kaldı.

    but okay! türkçede terör garip kaçıyor, sözlüğe de baktık, dehşet diyelim. ama bu kitabın ve teorinin konusu, noktaların arasında gizlenen o şey; dehşet kelimesinin oluşturduğu duyusalığı, tanık olmayı aklınızdan uzaklaştırırsanız, fikre daha yakın olursunuz. fikir demişken... ernest becker bu kitabı okumadan önce ismen aşina olduğum bir düşünürdü; bu kitabın yazarları psikologlar da, kendilerini becker'in neferleri olarak tanımladıkları ölçüde, ölüm korkusunun (entry yazarı zırt pırt terör de terör kafa sikmemek için bu stilistik seçime gitti - a.) birey bazında özsaygının inşasına, toplum bazında da dünya görüşünün oluşumuna şekil veren karanlık yıldız olduğunu söyleyerek bir devrim gerçekleştirdikleri iddiasında değiller zaten; beklenebileceği üzere, varoluşsal terapiye de çok yerde atıfta bulunuyorlar. yani fikir bir sentez. peki dedi sirkesi yetersiz gelen beyin, bana bunun nesi bu kadar hitap ediyor?

    öncelikle elimizde ne var bir bakalım. sığ bilgim için kusuruma bakmayın; terapi biçimlerine odaklanmak belki kusurlu bir yaklaşım ama bir dönemin hakim terapi paradigmalarının o dönemin psikolojiye bakış açısını beslediği düşüncesi ile yola çıkıyorum. bir tarafta; psikanaliz, bilinçaltına fazlaca hürmet eden bir disiplin. yani demek istediğim şu: şüphesiz bir bilinçaltı var, ama insan hayvanı olma paydasında birleştiğim bir terapistin ya da analistin bana bu bölgede ışık tutabilecek bir rehber olabileceği fikri bana ikna edici gelmiyor. "bilimsel diil :(" değil burada olay, karşımdaki insanın, başka insanlara görülebilir olmayan özel bir hakikat sınıfına erişimi olduğunu düşünmüyorum sadece. ha bir de, yani kusura bakmayın da dönüp dolaşıp aileye geliyorsunuz huamunuskyim. anladık, önemli. ama daha derine inemez miyiz? diğer yanda, bilişsel-davranışsal bakış açısı: yani elbette b.f. "beyin fake" skinner'dan sonra en azından beyin diye bir şeyin olabileceği düşüncesinin benimsendiğini görmek güzel. ama bu da biraz fazla pragmatik sanki. yani tamam, davranışlarımız ve düşüncelerimiz bir bütün, o zaman bu resimde iradeyi nereye koyuyoruz? fizikselliğimizi, vücut bulmuşluğumuzu nereye koyuyoruz? fizikselliğim konusunda bana ne söyleyebilir bilişsel-davranışsal terapi? bir şey söylemiyor, peki. ama daha derine inemez miyiz?

    ölüm korkusunun bir cazibesine buradan ulaştım: sadeliği. yani burada her şeyi "ölümden korkuyosun ehihi :):):)" cinliğine bağlamıyorum elbette. ama bir tür rehber, kutup yıldızı olarak baz alabileceğim bir şey. iz bırakamama, yokolup gitme korkusu açık ve berrak. sempati duyması o kadar kolay ki... bende varsa, sende de var, onda da var; aradığım ortak payda, hepimizi bekleyen ölüm neden olmasın? hem, sayın psikolog, sizde de var: en son birinizi ziyaret edeli on sene oldu, ama tahmin ediyorum ki yarın sizi ziyaret etsem, aramızdaki ilişki sizin erdemlerinizden ziyade benim hasta, sizin de şifa verici rolünde olmanız ile şekillenecek. gözümü kaldırıp size temas ettiğimde, benimle konuşurkenki ses tonunuzdaki bir nüansın ya da gözlerinizdeki bir titremenin, bana hiçbir şey söylemeyecek olduğundan emin misiniz? terzi olmanızın sebebi kendi söküğünüzü dikmeye yönelik beyhude bir çabadan bir şeyler türetmek, kendi zihninde yaşayamayan bir insanın, bir başka insanın anılarında yaşama isteği olabilir mi mesela? banal, klişe, bayağı, aferin çok zekisin, elbette; siktir git sen gelme terapiye filan, okey; ama gerçek mi? bir hakikate dokundum mu? beni ilgilendiren bu. hem unutmayın, sizinle bu ortak paydayı paylaşmaktan memnunum.

    hem, bu işin estetik bir yönü de var sanki. üretebileceğimiz mazeretlere, vereceğimiz çabalara karşı orada durmaya devam ediyor. mesela diyelim ki yarın bir bilim devrimi oldu ve ortalama insan ömrü 100 sene uzadı. ne güzel değil mi, daha çok yaşayabilmek, bu dünyaya izimizi bırakmak için daha fazla zamanımızın olması? hayır güzel kardeşim, değil. neden değil söyleyeyim, çünkü sen nankör bir hayvansın, geçmişe değer vermediğin gibi geleceği de doğru değerlendiremiyorsun. eğer hayata karşı felsefik bir duruşun olabilseydi zaten bilincin tarafından ikiye ayrılmaz, korkuların, endişelerin, tedirginliklerinin içinde kaynayıp gitmektense bilincini devre dışı bırakıp, aklını tatile çıkarabilirdin (ulan, ne sandınız, psikoloji ile ilgili bir şeyler yazıyoruz mayıs 2021'de bunu kullanmadan entry yazanı zenciler siksin [mecazi anlamda]). beynin bunu yapmana izin vermeyeceğine göre ömrünün uzamasının pratik sonucu daha fazla endişe ve paranoya olacaktır. üstelik hasbelkader kafan kesilecek ya da covid kapıp ölecek olsan 50 senenin mi gitmesini istersin 150 mi? şimdi anlıyor musun dinlerin bu itörnıl layf mevzusunu niye öbür dünyaya itelediğini? tanrıların ölümlüleri neden kıskandığını anladın mı? this perspective brought to you by ölüm korkusu gang. bence hoş yani, bir sonraki homeros okumanızda bunu da düşünün.

    hem, evrendeki yerimizle de tutarlı geliyor bana bu durum; düzensizliğin sürekli arttığı, her şeyin gitgide daha random bir hal aldığı kanunların domine ettiği bir evrende, şu an için azami 100 senelik ömrü olan "düzensizliği azaltma" makineleriyiz, uğur derin donduruyucuyuz. tüm varlığımız bilyonullah yıldır öylesine takılan bir evrende oluşan yerel, devasa bir istisna. hepimiz birer mucizeyiz aslında, ve her mucize gibi, bizim de sonumuz gelecek. sizin bile, sayın psikologlar.

    bu kaderi inkar etmek kadar kabullenmek de bir seçim; eğer kabullenmek bu kadar zor geliyorsa belki de bunun sebebi, bomboş kelimelerle çevrelediğimi hissettiğim, göya yönettiğimiz bu dehşetin aslında eşsiz bir mucizenin devamı için çalışıyor olmasıdır. ne diyelim ki? lütfen gayretullaha dokunmayınız.
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap