8 entry daha
  • internet öncesi dönemin kendine has güzellikleri vardı. mesela barış manço'nun hazırladığı programı izleyip dünyayı merak etmeye başladıysanız elinizde kabul etmek gerek internet kadar hızlı sonuç verecek imkanlar yoktu. ancak bu merakınızı gidermek için yapabileceğiniz çok keyifli iki şey vardı. bunların birincisi atlas karıştırmak, ikincisi de ansiklopedi okumak.

    ben de barış abinin peşinden gittiği yerleri haritada aradım. bazen kurşun kalemle kendi rotalarımı çizdim. astana'ya gidince kalın montumu mu alayım yoksa baharlık kapşonlum yeter mi diye düşünerek ansiklopediden kazakistan'ın iklimine baktım. çin ve japon alfabelerinin farklı olduğunu öğrenince buralarda kesin rehber ayarlamam lazım diye notlar aldım.

    bu dönemde kitap okumaya da yeni yeni başlıyordum ve çok geçmeden yolum jules verne ile kesişti. ben tabi o zaman atlastan hazırladığım rotaları, ansiklopediden gördüğüm fotoğraflarla birleştirdiğim için seyahat konusunda çok sıkıntı çekmiyordum. öğlen sistina şapeli'ni ziyaret ettikten sonra akşamüstü california kıyılarında pasifik okyanusunun sesini dinlediğimi hayal edebiliyordum.

    ancak jules verne, benim bu seyahatlerime bir de macera duygusu ekledi ve beni kendisine hayran bıraktı. bu nedenle 80 günde devr-i alem'i çocukluğumda tekrar tekrar okudum. bu sıralar da phileas fogg ve asistanı passepartout tekrar aklıma düştü ve ekibi bir kez daha toplamaya karar verdim. kitabı okurken de bir taraftan hikayenin nasıl bu kadar başarılı olduğunu düşünüyordum. şimdi de üç maddede kitabın bu kadar başarılı olmasının arkasında yatan sebepleri anlatacağım. hazırsanız başlayalım.

    --- spoiler ---

    1) dünyanın dört bir köşesini görme şansı: eldeki imkanlar kitabın yazıldığı dönemde daha azdı tabi ki. mesela şimdilerde bir uçak biletiyle dünyanın en ücra köşelerine bile ulaşabiliyorsunuz. o dönemde ise seyahat etmek ancak devlet tarafından görevlendirilmeniz ya da çok zengin olmanızla mümkündü. bu nedenle insanların görmediği bilmediği yerleri anlatmak ilgi çekici bir durumdu.

    jules verne de rotayı süveyş, hindistan, çin, japonya ve yeni dünya üzerinden çizmiş. bunun da nedeni ortalama bir avrupalı’nın bu yerleri duymuş ancak gidip görmemiş olması. o zamanlarda seyahat pek mümkün değildi ancak bu noktalarda önemli ticari faaliyetler yürütüldüğü için herkes bu isimlere aşinaydı. mesela bekledikleri gemi süveyş’te takılıyordu. bir tüccarın çin’e gidip zengin olduğunu duyuyorlardı. bir asker, hindistan’a göreve gidiyordu. bu yüzden bu noktalar bir merak konusuydu.

    jules verne de bu noktaları dinamik ve akıcı paragraflar ile tasvir etmiş. bunu da ana karakteri phileas fogg ile değil, passepartout'nun gözlemleri üzerinden yapmış. çünkü duygu geçişi olması için karakterin de bu gördüğü yerlerden etkilenmesi gerekiyordu. ancak fogg çevresiyle çok ilgilenmediği için onu bir tapınağa göndermek betimlemenin etkisini de zayıflayacaktı. bu nedenle verne, gezme işini passepartout’ya devretmiş.

    burada mesele sadece gezmek de değil. jules verne aralara okuyucunun ilgisini canlı tutacak yerel olaylar da eklemiş. mesela auoda’yı kurtarmaları, denizde yaşanan zorluklar, fil sırtında yapılan yolculuk, kızılderililer ile karşılaşmaları, passepartout’nun arada sirke katılması gibi pek çok unsur var. ancak bu dokunuşların romanın hızlı yapısı nedeniyle biraz yüzeysel kaldığını da söylemek gerek. mesela fille yolculuk yaptıklarında fili yönlendirmek için parsi bir rehber ayarlıyorlar. bu adam auoda’yı kurtarmak için canını bile tehlikeye atıyor. ancak bu adam kimdir, nedir, hindistan’da yerel halkın günlük hayatı nasıldır öğrenemiyoruz. hatta adamdan sürekli parsi diye bahsediliyor. adı bile yok aslında.

    yine de gittiğin yerde deneyim kazanma ve oranın bir parçası olma anlayışı yeni yeni başladı. önceleri bir yere gitmek ve oradaki önemli yapıları ziyaret ettikten sonra hızlı bir şekilde yol alma anlayışı daha yaygındı. bu yüzden dönemi içinde değerlendirirsek bunun da bir eksiklik olmadığını söyleyebiliriz.

    2) hız ve sürükleyicilik: usta bir yazar olmanın şartlarından biri hikayenin akışını elinde tutabilmektir. bazen okuyucunun bir paragrafta takılı kalmasını istersiniz, bazen de bir oturuşta yüz, iki yüz sayfayı birden okumasını. bunu da elinizdeki hikayenin yapısına göre ayarlamalısınız. mesela 70-80 sayfalık bir novella yazdınız diyelim. bir kadın denizi izlerken geçmişi düşünüyor olsun. bu yazdığınız şey eğer bir çırpıda bitiyorsa başarılı olamaz. çünkü okuyucunun o kadının yaşadıklarıyla birlikte bir şeyler hissetmesi, yeri geldiğinde kitabı bırakıp düşüncelere dalması gerekir.

    80 günde devr-i alem ise sürükleyiciliğe ihtiyaç duyar. okuyucunun yemeğe, çaya falan çağrıldığında “hemen geliyorum.” deyip 20-30 sayfa daha okuması başarı için kilit öneme sahiptir. jules verne de bunun farkında olacak ki hikayeye eklediği detaylar ile hem hızlı okunan hem de elinizden bırakamadığınız bir roman yazmış.

    bunu da ana karakterinin eksantrik huyları sayesinde yapmış. phileas fogg, her şeyi matematik bir keskinlikle düşünüp, atom saati gibi bir dakiklikle hareket ediyor. kitap boyunca da yolculuğun hesabı günler ve saatler olarak tutuluyor. bu aslında hesap kitap sevmeyen insanlar için dışlayıcı bir tavır gibi görünebilir ancak bu tekniğin asıl amacı size bir geri sayım hissi yaratmak. romanda kaç gün geçti, kaç gün kaldı sürekli hatırlatıldığı için kitabı daha önce okumuş olsanız bile bir an önce sona ulaşmaya çalışıyorsunuz. böylece yazar hikayesiyle tekniği birleştirip hızlı bir okuma yapmanızı sağlıyor.

    bir de fogg sadece zamanı yakalamaya çalışmıyor. aynı zamanda dedektif fix tarafından kovalanıyor. bu da o hızlı okumaya farklı katmanlı bir heyecan ekliyor. çünkü ters esen rüzgarların, şiddetli yağmurların yani genel olarak doğanın bir kişiliği yoktur. bu nedenle okuyucudan doğaya kızmasını bekleyemezsiniz. ancak işleri engellemek için bir isim verirseniz okuyucu bu rakibin yenilmesini görmek için can atar.

    fix’in dahil oluşu da jules verne’in yazım tarzına uygun şekilde yapılır. verne aslında steril bir yazardır. bu nedenle refrom club üyesi centilmenlerin fogg’un peşine adam taktığını anlatamazdı. hikayelerinde kötü insanlara da çok yer vermez bu yüzden fix’i de aslında biraz kalın kafalı (fogg'un peşindeki polisleri atlatmak için ingiltere’ye geri döndüğüne inanıyor) ancak görevine bağlı bir adam olarak yazmış. böylece okuyucuyu da fix tehlikesiyle karşı karşıya bırakarak bir an önce sona ulaşmaları için motive etmiş.

    3) basit dil kullanımı ve gerçeklere bağlı kalmak: bu bir eksiklik gibi de görülebilir aslında. çünkü basit dil kullanımı jules verne’in çağdaşı yazarlardan daha geride görülmesine yol açmış. hatta yazdığı hikayeler yüzeysel bulunduğu için kitapları bilimkurgu kategorisine dahil edilmemiş uzun süre boyunca.

    bu konuda bir haklılık payı da olabilir. çünkü jules verne gerçekten de karakter gelişimini pek umursamaz. ne fogg ne passepartout geri döndüklerinde demek hindistan’da ya da amerika’da insanlar böyle yaşıyormuş diyerek hayata karşı farklı bir bakış açısı kazanmazlar. gittikleri zaman nasıllarsa döndükleri zaman da aynı kişilerdir.

    ancak bu tür bir dokunuş jules verne’i jules verne olmaktan çıkarırdı. çünkü jules verne kitaplarında karakterler sadece size bakış açısı sunmak için oradadırlar. önemli olan fogg’un yaptığı yolculuk değil, yolculuğun kendisidir. bu nedenle verne, karakterlerini adeta bir aygıt gibi kullanır. mesela fogg’u dakik ve soğukkanlı bir makine olarak tasarlar. bu yapı sayesinde seyahat mümkün olur ancak mesela hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda fogg’un bu özellikleri işlevsiz hale gelir. jules verne de ana karakterini ya kamarasına kapatır ya da whist oynamaya gönderir.

    peki jules verne bunun bir eksiklik olarak görüleceğinin farkında değil miydi? muhtemelen farkındaydı çünkü fogg’un tüm geçmişini silmiş, onu gizemli bir şekilde her işe yatkın ve zengin olarak tasarlamıştı. bunun da bazı soru işaretleri getireceğini tahmin edebilirdi. ancak verne, fogg’u sanki bir fotoğraf makinesi gibi düşünmüş. eğer okuyucu önüne gelen manzaradan memnun ise fotoğrafçının hangi lensi kullandığı çok da önemli olmayacaktı. sonuçta verne de tercihini yapmış ve kişisel detayları bir ağırlık gibi atarak (fogg ve passepartout da yolculuğa çıkarken yanlarına valiz almazlar) hikayesini hızlandırmaya çalışmış. çıkan ürüne bakarsak bu tercihin amacına uygun şekilde başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak 2020’nin standartlarıyla değerlendirirsek 80 günde devr-i alem’in bazı eksiklikleri olduğunu söyleyebiliriz. ancak bu kullanım bir eksiklikten çok hikayenin tekniğine destek olmak için yapılmış bir fedakarlık gibi daha çok. çünkü hikaye, hızlı olması, merak uyandırması ve dünyanın dört bir yanını keşfetmek isteyen insanlara sıcak evlerinden çıkmadan bu imkanı sunması için yazılmış. eğer bu üç nokta içinde değerlendirecek olursak jules verne’nin bu konuda hayli başarılı olduğunu da görebiliriz.
20 entry daha
hesabın var mı? giriş yap