11 entry daha
  • ..........savaşın ara verdiği o günlerde anadolu köylerinin ve kasabalarının mahsulü olan bu anadolu askerinin, o zamana kadar hiç bilmediğimiz, kitaplarda yazılı olmayan, talimgâhlarda öğretilmeyen vasıflarını tanımak, milletin bu büyük parçasının ruhu ve tabiatı hakkında her gün yeni bir şey öğrenmek, bana düşman cephesinde veya düşman gerilerindeki keşiflerden daha önemli görünüyordu.

    bu ruhun ve bu tabiatın okunması, milleti teşkil eden bu insanların, bir bakışta göze çarpmayan iç hallerinin, bilinmeyen bir kitabın sayfaları gibi yaprak yaprak açılması, benim için yeni ve gerçekten çekici bir şeydi.

    burada biraz değinmeye çalışacağım bu görüş ve incelemeler, eski osmanlı devletinin son devrine, yani imparatorluk türkiyesi'ne aittir. bu görgü ve hükümlerimin, bugünkü cumhuriyet kuşakları ve cumhuriyet türkiyesi ile elbette ki benzerliği yoktur. kaldı ki, bunları burada, birer küçültücü müşahede olarak da kaydetmiyorum. o zaman harp içinde ve orduda vazife alan okur yazar gençler ve genç yedek subaylar için; milletin öz maddesi olan anadolu köylüsü ve köylünün iç alemi ile bu çetin ve çıplak tanışma, mutlu bir hadise olmuştur. milli mücadele’deki yan yana kan ve silah arkadaşlığıyla kuvvetlenen bu kaynaşma, bugünkü millet birliğinin, ilk başlangıcıdır. çünkü ondan önce halk ile, halkın içinden yükselen okur yazarlar arasında müşterek olan hiçbir şey yoktu.

    *****

    doğu anadolu'nun karları üzerinde ilerleyen bir türk birliği..

    o zaman benim anlayabildiğime göre, bizim askerler, teker teker, ferd olarak, dikkate değer birer varlık olmaktan ziyade, bir topluluk, bir küme unsuru idiler. bu küme, bu toplum içinde her şeye kolayca ayak uydurabiliyorlardı. fakat bunlardan herhangi biri topluluktan ayrılıp da tek başına kaldığı zaman, kendi teşebbüs kudretiyle, müstakil bir hareket yolu tayininden hemen daima aciz kalırdı. topluluk içinde, yahut da toplulukla ilgili işlerde daima, tabi olacağı, arkasından gideceği bir önder arardı. bu hal, harbin kıta içinde idaresine sık sık tesir ederdi. çavuşun, subayını, yahut kendini idare edeni kaybeden bir asker topluluğu kolayca dağılabiliyordu. tehlikeli zamanlarda bir birlik, dikkatle yayılacağı ve birbirinden açılacağı yerde, bilakis birbirinin üzerine ve hemen daima, kendini idare edenin bulunduğu tarafa toplanmak, yığılmak meyli gösteriyordu.

    tek başına kalan askerin toplumla olan ilgisi hızla silinirdi. bunlardan biri, örneğin bir yolun ağzında, bir kayanın başında, tek başına nöbete bırakıldığı zaman derhal kendi öz benliğine dalardı. o zaman bir an içinde, birlik disiplininin hemen dışına çıkardı. kendi merasında, kendi tarlasında tek başına bir köylü oluverirdi. bu gibi hallerde en dayanamadığı şey uykuydu. düşman ve ölüm tehlikesini ileri sürmekle onu uykudan önlemeye çalışmanın hiçbir faydası yoktu. çünkü bu askerler ölüme karşı cesur olmaktan ziyade, ölüm hakkında ilgisiz ve bilgisizdiler. ölümü, yaşamak gibi basit ve tabii sayıyorlardı. tehlike anlamına ise, şuurlarında hiç yer vermiyorlardı.

    uyku için hiçbir hazırlığa ihtiyaç duymazlardı. bir dakika, hatta bir saniye içinde uykuya dalabilirlerdi. bazen onları uyanık sandığımız zamanlarda bile, uyumuş olurlardı. siperin gerisinde, silahı elinde, gözleri ileride ve sizin her şeyin yolunda gittiğinden emin olduğunuz bir anda, güvendiğiniz bir nöbetçi derin uykulara dalmış olabilirdi. bir topluluk içinde ve bozulmayan bir kumanda altında her şeyi yaptırabileceğiniz bir insanın, tek başına kalınca, toplum duygusundan bu kadar uzak oluşu, insanı şaşırtan bir haldi. burada belki harbin sebep olduğu talim ve terbiye noksanının da etkisi vardı. ama topluluk içinde var oluş, anadolu halkının herhalde öz bir vasfı idi…

    *****

    1914-15 kışının soğuğunda, doğu'da donarak şehit olan türk askerleri...

    o sıralarda savaş biraz tavsamıştı. bölüklerin mevcudu, arkadan gelen yeni kur’alarla arttırılıyordu. bugün, ordunun bilgi yapısında, birinci dünya harbi'ndeki osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir. fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, istanbullu bir başçavuştan başka okuma-yazma bilen kimse yoktu. daha ilk derste belli oldu ki, bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.

    derse başlarken istanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. sonra da askerlere sordum:

    - bizim dinimiz nedir? biz hangi dindeniz?

    hep birden;

    - elhamdü-l-illah müslümanız…

    diye cevap vereceklerini sanıyordum. fakat öyle olmadı. cevaplar karıştı. kimisi “imamı azam dinindeniz” dedi, kimisi “hazreti ali dinindeniz” dedi. kimisi de hiçbir din tayin edemedi. arada:

    - islamız

    diyenler de çıktı ama;

    - peygamberimiz kimdir?

    deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. hatta birisi;

    - peygamberimiz enver paşa’dır!

    dedi. içlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da;

    - peygamber sağ mı ölü mü?

    deyince iş gene çatallaştı. herkes aklına gelen cevabı veriyordu. bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafı tuttu. fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.

    peygamberimiz sağdır diyenlere;

    - o halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,

    diye sordum. cevaplar tekrar karıştı. onu istanbul’da, şam’da, yahut mekke’de yaşatanlar oldu. hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.

    peygamberimiz ölmüştür diyenlere de;

    - peygamberimiz ne kadar zaman evvel ölmüştür?

    denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. fakat çoğu vakit tayin edemiyorlardı…

    dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. ezan dinlemişlerdi. fakat ezan okumayı bilen yoktu. namaz kılan bir iki kişi çıktı. fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlayamadılar. sonra;

    - köyünde cami olanlar ayağa kalksın

    dedim. gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından kur’an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.

    ilk ders beni şaşırtmıştı. bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. hepsi de anadolu köylüleriydiler. biz anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.

    fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

    - biz hangi milletteniz

    deyince her kafadan bir ses çıktı:

    - biz türk değil miyiz?

    deyince de hemen

    - estağfurullah!...

    diye karşılık verdiler. türklüğü kabul etmiyorlardı. halbuki biz türk'tük. bu ordu türk ordusuydu. türklük için savaşıyorduk. asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu türklük olabilirdi.

    fakat ne çare ki bu “biz türk değil miyiz?” diye sorunca “estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre türk demek kızılbaş demekti. kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. ama, onu her halde kötü bir şey sanıyorlardı. yahut belki de aslında kendileri kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.

    anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. gerçi bu öldürülenler hakiki saf türk aşiretler halkı, oğuz türkleri'ydiler. demek ki korku hala yaşıyordu.

    dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.

    hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.

    1915 ilkbaharında, doğu anadolu'nun karları erirken ortaya çıkan şehit ölüleri...

    bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. askerlerin bir kısmı, kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı. künyelerinde yazılı erler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da oldu… böyle bir toplum, bu harbi elbette ki ruhen isteyerek benimsemiş olamazdı…

    işe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. önce isimlerden başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini öğretmeye giriştik. sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. anlaşılıyordu ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. ama ne de olsa bunlar cahil müslüman'dır diyordum. halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “islam” kaydına bakmayarak, bu kalabalığın içinde bir sıra birbirini tutmaz dinler, yahut din tortuları, mezhepler, inançlar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. bunların hepsinin ruhlarına köksüz inançlar, vehim, şüphe ve geçmişin tortuları hakimdir. hatta bir aralık inandım ki, bölükte hiç olmazsa, aslını bilmeden de olsa kendini “islam” sayanlar, çoğunlukta bile değildir.

    bu sonuçlara varınca, elimdeki silahın sağlamlığına güvenemeyen bir şövalye gibi, harbin neticesine ve memleketin geleceğine olan güvenini, zaman zaman duman bürüdüğü oluyordu. harbi ruhen benimsemeyen, nerede ve niçin harp ettiğini bilmeyen, hatta kendi varlığının cahili olan askerlerimle uğraşırken, onlara acımakla, onları yadırgamak arasında bazı ruh çatışmaları duyardım:

    - bu insanlar neye yarar ,

    derdim,

    - bu adamlarla, bu birbirini tutmayan, birbirine yapışmayan insan malzemesiyle hangi toplum yapısı düzenlenebilir? ancak disiplin kıskacı içinde savaşıyorlar ve ölüyorlar demektir. bu şehit künyesi diye askerlik şubesine gönderdiğimiz isim, belki de hakikatte yakalanmış bir asker kaçağının uydurma adıdır. galiba biz kendimizi aldatıyoruz. galiba ilerimizde turan’ı kurmak isterken, gerçekte, arkamızdaki türkiye bile bizim değil. hatta ilk iş, belki de turan’dan önce türkiye’yi kurmak ve kazanmak...

    *****

    donmuş arkadaşlarının cesetlerini toplayan türk askerleri...

    ..... (anadolu'nun içlerinde) köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarihöncesi kazmaların eşi olan aletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştur. bu kovukların içinde ağır, fakat daima serin bir hava bulursunuz. testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların içerisinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. tepenin altını dolduran bu yeraltı evlerinin, bu mağara konutlarının bazen birinden diğerine geçilir. havaya açılan deliklerden içeriye loş bir ışık sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarihöncesinin devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız.

    - acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum?

    dersiniz. her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. başka bir çağdan arta kalmıştır. toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. insanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar? diye düşünürsünüz. tıpkı karataşlar gibi kavruk, tıpkı karataşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır.

    gençleri ise, işte bu hayatı korumak için ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler:

    - hasan kaliçadaymış (galiçya'da)... mehmet arap içine gitti...

    - neresi bu arap içi?

    - bilmeyik ki... aha buradan iki aylık yolmuş..!

    fakat jandarma, zaman zaman bu mağaralar alemine uğrar. ya kaliçaya, ya arap içine yeni yeni askerler çağırır. yahut köye, koynunda buruşmuş birtakım sarı kağıtlar bırakır. bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir... herkes bu sarı kağıtlarda adı çıkanların kovuklarına üşüşür. buralarda ağlamak bile, ürkek, tıkanık, doyurmayan, içi boşaltmayan bir şeydir.

    yalnız kalınca toprak sedirin üzerine uzanırsınız. sırtınızda bir mezar serinliğinin ürpertileri dolaşır. yaşarken gömüldüğünüz bu mezar içinde bir şey düşünmeye çalışırsınız:

    - peki ama, biz bin yıl önce girdiğimiz şu anadolu topraklarına ne verdik?

    selçuklular, anadolu beylikleri, son imparatorluk hayalinizde canlanır. basra körfezi'nden viyana'ya, habeşistan'dan hazar denizi'ne kadar uzanan sahada geçen ve sizi bütün çocukluk hayallerinizle o kadar sarhoş eden şeyler, fetihler, istilalar, şanlar, alaylar; sarayların, vezirlerin hikayeleri gök yakuttan taçlar, köprüler, medreseler, camiler?

    - peki ama, bu yayla ki imparatorluğun hem temeli, hem mihveriydi. bütün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan dağılırdı. burası kan ve can hazinesiydi. buraya ne bıraktık? birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı?

    bir büyük masal ki, sonu hiçlikle biter....

    şevket süreyya aydemir

    suyu arayan adam - 1979
126 entry daha
hesabın var mı? giriş yap