• türklerin saman dinine mensub oldugu zamanlardan gelen bir kelime.

    zira insaniyet, bu muhitten, bu varliktan dogdu, doga, dogmak'tan geldi, dogmak yani yaratilmak, bir nevi dogaya bel baglayan, toprak ananin zihniyet dogurganligi.

    oysa islam dininde doga degil,
    islam dininden gelmis bir kelime daha dolanir kulaklara,

    tabiat

    zira tâbî olunan seydir, tabiat. dogulan demez muhammedîler, doga da tâbîdir bir yerde;

    zira tabiat, tâbiâtina tâbidir.
    zira doga, dogumundan dogmustur.
  • bugün bir video izledim, düşündüm bunu sözlükte paylaşmak istedim. doğanın ne kadar mucizevi bir şey olduğunu düşündüm bu videoyu izleyince ve insanların nasıl doğanın içine ettiklerini de düşündüm.

    bu bahsi geçen video ingilizce olduğu için kısaca anlatayım neden bahsettiğini, entarinin sonuna da ayrıca videonun linkini ekleyeceğim. 1995 yılında 70 yıllık bir süreden sonra ilk defa, işi gücü, başka derdi olmayan birtakım insanlar, yellowstone parkı'na belirli sayıda kurt yerleştirmişler. kurtların doğal hayata dahil olmasıyla birlikte önce geyiklerin davranışları değişmiş. kurtlar tarafından avlanma riski sebebiyle vadinin belli kıyılarına uğramaz olmuşlar, böyle olunca o kıyılardaki ağaçlar 5-6 yıl içinde 4-5 katı büyüme göstermiş. ağaçlar büyüyünce belirli kuş türleri vadiye gelir olmuş, ağaçları yiyen kunduzlar gelmiş. kunduzların taşıdığı ağaç parçaları belli balık ve sürüngen türlerinin artmasını sağlamış ve aynı zamanda ördekler ve su samurları için yuva olmuş. kurtlar bu arada çakalları yediği için çakal sayısındaki azalma, tavşan ve fare sayısında artışı sağlamış. böylece vadiye doğanlar, tilkiler, gelincikler ve porsuklar gelmeye başlamış. kurtların avlandıkları artıklardan sebeplenmek için kuzgunlar ve kartallar da vadideki partiye katılmaya karar vermişler. allah sizi inandırsın bu av artıklarından ve sayıları artan ağaçların yemişlerinden ayılar bile sebeplenmişler ve böylece ayıların sayıları da artış göstermiş.

    la fontaine'in fablı kıvamına gelen bu hikayede esas bomba ise şu: sıkı durun. bütün yeşil bitki örtüsünü tüketip bir çeşit ziyana sebep olan geyiklerin, kurt yiyecek beni korkusundan dolayı bazı yerlerden uzaklaşması sonucunda, nehir yataklarının şekli değişmeye başlamış. çünkü nehir kıyılarında güçlenen yeşil alan orada toprağın çökerek suya karışmasını önlemiş, yani bizim ilkokulda toprak erozyonu olarak öğrendiğimiz şey durmuş. böylece nehir yatakları daralmış ve belli yerlerde göletler oluşmaya başlamış. sizin anlayacağınız bir avuç kurt yellowstone parkı'nın hem ekosistemini hem de coğrafyasını değiştirmiş.

    link burda şimdi bunu izledikten sonra bir düşünmek lazım, 2023 yılında gerçekleşecek kanal istanbul'u, şu anda inşaatı devam eden üçüncü köprü için günden güne yok edilen sarıyer sırtlarını, belgrad ormanı sınırlarını düşünmek lazım. burada nasıl bir ekosistem ve nasıl bir coğrafya mevcut. bunlar yok edilince başımıza ne işler gelecek bir düşünmek lazım. çünkü gün gelecek m. night shyamalan'ın the happening filmi gerçek olacak.

    bir avuç kurt, hayvan olanı, nasıl bir mucize yaratıyor.

    bir avuç kurt, insan olanı, geri dönülmesi çok zor bir yıkıma sebep oluyor.

    yıllar sonra gelen büdüt: link ölmüş, yenisini ekledim.
  • ''şimdiye dek insanlar, üstünde yaşadıkları gezegenlerde hastalık etkisi gösterdiler. doğa, hastalıkları kendi sisteminde özümsemek için ya etkilerini telafi edecek bir şeyler çıkarır ya da onları yok eder veya yalıtır.'' **
  • henry david thoreau, yürümek isimli denemesinde şöyle yazmıştı: “keşke bir halk ormanları tutuşturmak yerine çitlerini yakabilse.”

    çocukken yaz ayı demek bizim aile için memleketimiz ordu’ya gitmekti. ordu demek ise yazın fındık demekti, tarlaya gitmek, işlerin ucundan tutmak demekti. böcek, toz, sabahın köründe kalkıp güneş batana kadar süren fındık tarlası mesaisi, sakırtlak, ter… daha sayamadığım, olumsuz bir anma ile üstüne nicesini ekleyebileceğim sebepler yüzünden ben ordu’ya gitmeyi hiç sevmezdim. çünkü şehirde, zeytinburnu’nun çarpık sokaklarında bisiklete binebilmek, toprak futbol sahasına arkadaşlarla gidebilmek, sabahın köründe uyanıp çizgi film için açılabilecek televizyona yakın olabilmek, yeni alınmış bilgisayarda fifa 99’u oynayabilmek gibi benim için daha öncelikli değerlere yakındım. doğa benim için olumsuz deneyimlerden ibaretti.

    yıllar içinde doğanın beni her geçen zaman daha da yakına çağıran bir fısıltısının olduğunu keşfettim. keşfettim diyorum çünkü o davetkar fısıltı hep vardı fakat onu işitmek için kulak kabartmak gerekiyordu.

    rahmetli anneannemin okuma yazması yoktu. çilekeş bir kadındı. bütün ömrü köyünde geçti. bir sürü çocuğu, daha da fazla torunu oldu. çocuklarının bir kısmı, torunlarının büyük kısmı üniversite okudu. ama hiçbiri onun, atalarından sözlü olarak kendisine ulaşmış kadim bilgilere hakim olduğu kadar hayata karşı bilge değildi. ayva ağaçlarının yaprağını dökme şeklinden kışın nasıl geçeceğini tahmin eder, ona göre kış hazırlığı yapardı. havada tek bir bulut bile yokken, rüzgarın yön değiştirmesinden ve yeni estiği yönden nasıl bir yağmurun geleceğini anlar, önlem alınması için direktifler verirdi. insanlığın kolektif bilgi birikimi seviyesine göre cahildi ama bireysel ve tek alanda uzmanlaşmış benim gibi sistematik tahsilli insanların hepsinden daha bilgeydi. çocukken bana saçma gelen bilgelik dolu laflar söylerdi, o lafları ben bugün dahi yeri geldiğinde tek seferde söyleyemiyorum.

    anneannemin ve ona bu bilgileri öğretenlerin bunu bilmek gibi bir zorunlulukları vardı. doğa ile bütünleşik bir hayatları vardı. ekinleri, kışlıkları, çocukları, yani gelecekleri doğaya ayak uydurarak güvence altına alınabilirdi. doğa düşmanları değil, dilini anlamak zorunda oldukları bir varlık, akışını anlayarak çözebilecekleri bir düzendi. ama şehrin konforu ve medeniyetin korunaklı icatları, doğanın dilini öğrenme gerekliliğini ortadan kaldırınca, doğadan kopuk, ona zarar vermeyi önemsemeyen bir insan tipi yarattı.

    istanbul’da evden işe gittiğim bir arka yol var. trafik az olduğu için oraları kullanıyorum. her sene oradaki nehir vadisinde leylekler konaklıyor. bu sene geçen seneki zamanlarından daha erken göç ettiklerini fark ettim. acaba bir sorun mu var diye endişelenerek internetten aradım ve leyleklerin erken göç ettiklerinde kışın sert geçtiğini okudum. bir anlık bir hoşnutluk yaşadım, bu durumu fark etmiş olduğum için. yılbaşı geldiğinde, halen daha hava yeterince soğumamış ve kar yağmamışken “bu bilgi de patladı” diye düşünerek şehirli egom, bu köylü bilgeye galip gelmenin sevincini yaşadı. fakat aradan bir ay kadar geçmemişken, geçen yaşadığımız olağanüstü karda leyleklerin ne kadar öngörülü davrandıklarını görüp köylü bilgeliğimle şehirli züppeliğime bir diz geçirdim. istanbul’un her yerine çok yüksek miktarda kar yağmadı ama leyleklerin konakladığı o bölge, sazlıdere vadisi’ni de içeren istanbul’un kuzeybatısı akıl almaz bir karla bembeyaz bir kütlenin altında kaldı.

    bazı hobilerimle kendimi kategorize edecek olursam witcher oynamayı seven, pink floyd dinleyen, çalışırken klasik müzik açan, her yeni teknolojiye hemen adapte olmaya çalışan bir şehirliyim. buna karşın, artık hangi rüzgar estiğinde hangi yönden yağmur geleceğini tahmin etmekten daha yoğun bir haz duyuyorum. oyun oynamaktan zevk alıyorum ama doğayı okumaktan haz duyuyorum. bana daha yoğun bir akış hissi yaşatıyor. ormanda koşmaya gittiğimde, ağaçların yapraklarını yalayıp hepsinin kokusunu sırtına alarak yüzümü okşayan rüzgarla dans eder gibi sarma dolaş olmaktan müthiş bir keyif alıyorum. o yaşlardayken bana tatsız gelen, fındık dallarının arasında kaybolup, sanki dünyada sadece ben kalmışım gibi zihnimle baş başa kalmanın, sıcakta kavrulduktan sonra dedemin yaptığı çeşmeye ağzımı dayayıp kana kana buz gibi suyunu içmenin nostaljisini yaşıyorum. geçmişte kaybolup bugünü ıskaladığım değil, bugünkü anıma muhteşem bir renkle fırça darbesi atarak şahsiyet kazandıran bir nostalji bu.

    bu anlar beni doğayı daha çok anlamaya itiyor. inanın, bunu anlamak için kadim bilgiler, kitaplar kadar sadece dinlemeye de ihtiyaç var. doğa insanın kısacık hayatının önemsizliğine karşın, ağır çekimde kendi düzeninde ilerliyor. kulak verdiğinizde, bir kısmını kendiniz çözebileceğiniz bir dilde konuşuyor. o dili anlayınca da sizi, o iletişimi kurabilmiş olmanın, kadim bir dost kazanmanın içsel hazzıyla ödüllendiriyor. bu, kesinlikle çabalamaya değer bir ödül. çünkü bu ödülü size patronunuz, aileniz ya da toplum veremez, sadece sizin çabalarınız verebilir. ödül, eylemin kendisidir.
  • "doğayla başbaşayken kendimizi öylesine rahat ve keyifli bulmamızın nedeni, doğanın bizim hakkımızda bir görüşü olmayışıdır."*
  • bitmeyen, kendini degi$tirebilen koda sahip dongu.. dengesiyle oynanmadigi surece varligini kusursuz koruyan dunya uzerindeki cennet..
  • tanım: tabiat kelimesinin eş anlamlısı ve unisex bir isim olsa da yazar için 26 eylül 2012'den beri dünyanın en güzel kelimesi...

    baba olmak
    kız babası olmak
  • en sevdiğim metafizik olan "doğa"nın isyanına ait evimin dibinden bir fotoğraf. evin dibinde onyıllardır hareketsiz duran arabanın hemen altında kalan yoldan otlar, çimenler fırlamış. insan müdahalesini çıkarın, "doğa" şamar atarak geri döner. dünya sarmaşıkla dolar, yükselen ağaçlar balkonlara erişir, yollar çimenlik sahaya döner. kendine bir yol bulur doğa. biz olmadan dünya* eserinde alan weisman, "bir binayı yıkmak isterseniz tepesinde bir delik açarak bekleyin, yagmur/doğa ve zaman gerisini halleder," derdi. arabanın neden burada olduğu ise meçhul. buradaki arabanın sahibi le cola'nın formülünü açıklayınca ciddiye alınmadığı için intihar etmiş gibi; yoksa vosvos şûkela görünüyor, şu haliyle bile sanat eseri niteliğinde.
  • hadi çölleri istisna tutalım, kutuplarda da yaşamıyoruz; küresel ısınma filan sıcağı bizim suçumuz da, palto ve/veya sığınacak yer olmadığında karıyla soğuğuyla gayet bizi öldürebilen de olabiliyor. biz de bunun parçasıyız sözde. uyumlu yaşamamız gerekiyor filan. dengesini biz bozuyoruz güya. depremiydi, kasırgasıydı, yanardağıydı, yıldırımıydı hepsi insana zarar ziyan doğa olayları. iki tropik ağaç, lezzetli meyveyle özdeşleştiren de şeker bir şey addediyor. doğa hiç insandan yana olmamış ki zaten. aslan gidiyor çük kadar ceylanı kapıyor yiyor boynunu kırıp, "doğanın dengesi" diyoruz. "neden böyle?" diyen yok. milyon tane şey birbirini yiyip duruyor, biz "kusursuz döngü" diyoruz. "o onu yemezse dünyayı örümcekler istila eder" tipi geyikler de var. e üremesinler o kadar? öyle bir doğa olsun. yenmeyi gerektirecek kadar çok olamasalardı madem. iki yıl değil de iki gün yaşasaydı ekskavamab kivatus'lar. hatta ekskavamab kivatus diye bir şey hiç olmasaydı? yok olmak zorunda kalmasaydı? taptığımız bu doğa afedersiniz sike sike saygınlık kazanmış. ölümü gösterip sıtmaya razı etmiş. kusursuz falan değil. ilkelliğini tekrarlayan abuk bir şey. bunu fark ettim az önce kar manzaralı bir film izlerken.
  • güzelliği, herhangi bir parçasına bakınca hissedilen baskılanmamışlık, kısıtlanmamışlık hissinden geliyor; yürürken, belli bir noktaya takılmadan karşıya odaklanmak gibi; dalmadan, görüşü akışına bırakarak.

    bir binaya, bir resme bakarken -ne kadar etkileyici olursa olsun- bir süre sonra göz için oluşturulmuş bir giyotin kaçınılmaz olurken, bir buluta, bir ağaca bakarken neredeyse "bir göz kırpma vardı, ona ne oldu?" dedirtecek cinsten bir sonsuzluğa kapılıp gitme hissi ortaya çıkıyor.
    bundan haz etmeyenler; çocukluklarından itibaren sınırlara tabi tutulmuş, büyüyünce de etrafına bir şeyler dayatmaya çalışarak, onları sıkıştırarak, engelleyerek ve hatta yok etmeye çalışarak hükmetmeye çalışan insanlar olmuş diyerek, hür ve bağımsız açılışımı siyasi zincirlere emanet ederek, entry'mi, ironiden anlamayan nesle aşina olamayacağımı bildirerek bitiriyorum.

    (bkz: drink responsibly)
hesabın var mı? giriş yap