• bir buçuk sene kadar işsiz kaldığım bir dönem oldu. o dönemde pek çok iş görüşmesine gittim, her seferinde tükenen ümitler. serde “çalışmak zorunda olmak” var, ağlayamıyorum, ama isyanım dolup dolup taşıyor. benim ona destek olacağım zamanda, annemin emekli maaşından harçlık alıyor olmak zoruma gidiyor. çok şükür ki aç ve açıkta olmamak var diyorum, ama süre uzadıkça sabır da tükeniyor. işte böyle bir dönemde, kendime güvenimin iyice tükenmeye yüz tuttuğu bir zamanda, yine bir iş görüşmesine gittim. iki insan kaynakları uzmanı ile görüşüyoruz. kadın iyi polisi oynuyor, şaşırtıcı derecede olumlu ve güleryüzlü. adam ise kötü polis rolünü üstlenmiş, hiçbir cevabımı beğenmiyor, burun kıvırıyor, sürekli ters sorular soruyor. böyle stratejiler var biliyor musunuz? ben de o gün öğrendim. sonra kötü polisimiz bir soru sordu, verdiğim cevabı haliyle beğenmedi ve şöyle dedi;

    “hayret, siz nasıl mühendis olabildiniz?”

    ağırlığınca geldi, oturdu bu soru ortaya. arkasından hemen başka başka sorulara geçti, ama ben geçemedim ve orada kaldım. hala bir kısmım orada gömülüdür. çünkü adam bana bunu sordu ve ben hiçbir şey yapmadım. sadece acı acı gülümsedim. “siz benimle nasıl böyle konuşabiliyorsunuz?” diye isyan edemedim, “istemezseniz işe almazsınız, olur biter” diyemedim, “peki siz insana bu kadar saygısızken, nasıl insan kaynakları uzmanı olabildiniz?” diye soramadım, kalkıp gitmem gerekirdi o masadan, ama gidemedim. sadece gülümsedim ve sorularına cevap vermeye devam ettim. çünkü devam etmem gerekiyordu ve çünkü çalışmam gerekiyordu. her şey oraya bağlanıyordu, her şey... o sahnedeki kendimi hatırladıkça, o masada oturmaya devam eden kendime baktıkça, kendimden tekrar tekrar soğuyorum, çaresizliğime kızıyorum.

    dediğim gibi bu görüşme öncesinde de, sonrasında da, pek çok iş görüşmesine gittim, pek çok defa can sıkıcı diyaloglar yaşadım, her defasında çok zorlandım, kendime yabancılaşmamak için çok uğraştım ve pek beceremedim. belirlenen şablonlara sığmak için çok numara yaptım çünkü. taşan yerlerimi kestim, eksik kalan yerlerimi doldurdum, kafamı çıkarıp yerine başka bir kafa monte etmeye çalıştım. benim adıma belirlenen kurallar bütününde, ezberlediğim replikleri ve davranış biçimlerini tekrar edip durdum. az önce anlattığım sahne gibi öyle anlar geldi ki, “ben bunu nasıl yapabiliyorum? nasıl bu hale geldim? ne ara böyle bir duruma düşürdüm kendimi?” diye farkettim de üstelik. ama hiçbir şey olmamış gibi devam ettim. neden mi? başka ne yapabilirdim, bilmediğim için herhalde.

    bu filmde, sandra da, ona hiçbir söz hakkı verilmeden, kendisi adına kurulan bir düzenin oyuncusu olarak buluyor kendini. onu doğrudan etkileyecek bir kararın, en edilgen karakteri olup çıkıyor. az önce sıraladığım soruları soruyor kendine, neden böyle bir mücadelenin içine girdiğini, neden böyle bir duruma düştüğünü bilemiyor. kendisiyle çelişiyor, çok güzel çelişiyor hem de. ama vazgeçmesine bile izin verilmiyor. onun çaresizliğinde kendi çaresizliğimi görüyorum, o masada gülümseyerek sıradaki soruları bekleyen halimi.

    film, kapitalist sistem eleştirisi yapmıyor bana göre bu sebeple. çünkü sistem hep orada, filmin başından sonuna kadar, hatta film bittikten sonra bile. düzen bu şekilde kurulmaya devam ediyor, sandra için de, benim için de.

    peki sandra en sonunda neden seviniyor sizce? sistemi alt ettiğini filan mı düşünüyor dersiniz? değil. başından beri içinde debelenip durduğu düzende, belki de ilk defa bir şey hakkında söz sahibi olabildiği için seviniyor. etki edemeden etkilendiği onca şeyden sonra, en azından bir şey için sesini çıkarabildiği için gülümseyebiliyor. ve kendisine birkaç saatliğine de olsa açabildiği bir delikten, hava aldığını hissediyor bir süre, rahatlıyor. kendini, kısa bir süre için, bir şey sanıyor sandra; sonrasında kaldığı yerden mücadeleye ve edilgen olmaya devam etmek koşuluyla.
  • çevirisini yaptığım hayatın içinden bir (bkz: dardenne kardeşler) filmi.
    http://divxplanet.com/…843/deux-jours-une-nuit.html
  • alamadı efendim palmiyeyi. yanıldık ve gayet memnunuz..

    sebebi için (bkz: kış uykusu)
  • --- spoiler ---

    'ben yokum'

    --- spoiler ---

    sandra işsiz kalmaktan ziyade birileri için değerli ve önemli olmayı umursuyor aslında. işe devam etmek de umrunda değil çünkü depresyonın dibinde ve mücadele için hali yok, enerjisi yok.
    eşinin zorlaması ve çocuklarının hatrına tüm o görüşmeleri yapıyor. hayatın doğal akışında mücadeleye -hali olmasa bile- devam etmesi gerekiyor, bunu biliyor.
    filmin sonunda da 'var olduğunu' hissediyor çünkü birileri onu önemsediğini somut olarak gösteriyor. marion cotillard -her zamanki gibi- tüm bu hisleri ve durumu seyirciye mükemmel aktarmış.
    tapılası bir kadın, harika bir oyuncu.
  • fabrika, inşaat, varoş göstermeden işçi sınıfı filmi yapılabileceğinin harikulade örneği olan sanat eseri. duygu sömürüsü ve kör göze parmak üzerine ihtisas etmiş sinemacı yoldaşlara tavsiye edilir.
  • --- spoiler ---

    sandra'nın işten çıkarılma kararı neticesinde tek seçeneği:
    16 iş arkadaşından 9'unu iş yerinde kalması için yapılan oylamada lehine karar verilmesi için arkadaşlarını ikna edecek ancak bu durumda arkadaşları 1000'er euro ikramiyeden mahrum kalacak.

    filmin ahlak felsefesini sorgulaması tam da burada başlıyor.

    ilk başta bu konu bana iki şeyi çağrıştırdı:
    ilki12 angry men. çünkü 1 kişiye karşı birden fazla kişiyi kısa süre içerisinde ikna etmeniz gerekiyor.
    ikincisi ise trolley dilemma. çünkü ahlak ikilemi ve bireyin tercih mekanizması sorgulanıyor.

    filmle ilgili dikkatimi çeken diğer husus ise, esas kızımız sandra'nın çamaşırhanedeki siyahi elemanı kendi lehine oy vermesi için ikna etmesi, oylama sonucunun 8-8 bitmesi ve sandra'nın kovulacağı kararı üzerine siyahi elemanı 4 ay sonra işten atalım seni geri alırız diyen insan kaynakları müdürüne, sandra'nın cevabı hayır diyor.
    yani kısaca sandra, 16 kişiden 9 kişiyi ikna etmesi gerekirken 8 kişiyi ikna ettiği için insan kaynakları müdürü, sandra'nın güçlü olduğuna ve ofiste sözü geçen biri olduğuna karar verip en zayıf elemanı atma teklifinde bulunuyor.

    bu kritik zaten kapitalizm eleştirisi zayıf olanın elenmesi demek açık ve net. ek olarak sandra'nın kararlı ve tutarlılığı da göz önüne çıkıyor. çünkü kendisi lehine oy veren adamın işten atılmasına razı olup kendi işinde çalışmaya devam edebilirdi.

    son olarak patronun, sandra'nın atılması için diğer çalışanlara baskı yapıp daha sonra demokratik olan oylama yapılmasını önermesi de büyük bir çelişki. demokrasi, özgür ortamlarda gün yüzüne çıkar. baskı sonucu oylama gerçeği yansıtmaz.

    --- spoiler ---
  • harika film. benim izlediğim salonda film bitince, sanki muhteşem bir tiyatro oyunu bitmişcesine alkış koptu.
  • filmde hiç müzik kullanılmamıştır, ama iki kez manu'nun (fabrizio rongione) arabasındaki radyodan birer şarkı işitiriz. ikinci şarkı bir rock şarkısıdır ve arabadaki üç kişi şarkıya eşlik ederler ve rock müziğe bayıldıklarını söylerler. bence filmin en önemli sahnesi budur. şöyle:

    rock müzik ve 68 kuşağı, rock müziğin özgürlükçü şiarı ve isyankâr tavrı dardenne'lerin nihai mesajıdır, denebilir. 68'in soylu kavgasında birlik-beraberlik mesajı da vardı, kapitalizme karşı geliştirilen birlik-beraberlik. proleter sandra'nın (marion cotillard) ve kocası manu'nun yaşam mücadelesi aşağı yukarı budur ve soyludur. sermayeye karşı kazanmak zaten mümkün değildir ve önemli olan mücadelenin bizatihi kendisidir. son sekansta sandra kocasıyla telefonda konuşur ve asfaltın etrafına çöreklenmiş arabaların (arabalar hıza atıf yapar ve kapital'in kâra kilitlenen ilerlemeci doğasını simgeler) bulunduğu yöne doğru yürümeye devam eder. yol bitmemiştir, çünkü yaşam sürmektedir.

    marx'ın kapital'de analiz ettiği işçi aristokrasisi ketum ustabaşı tiplemesinde cisimleşmiştir ve bu anlar filmin kapitalizm eleştirisini güçlendirdiği anlardır. dolayısıyla film eleştirel bir mesafe takınmıştır; tıpkı dardenne'lerin diğer filmlerinde olduğu gibi. ustabaşı sadece bir sahnede görüntülenir. yönetmen kardeşlerin karikatür bir tipleme yaratmaktan çekinerek böyle bir tavır aldıklarını sanıyorum. gayet bilinçli bir tercih.

    sandra'nın film boyunca kırmızı ve türevi renklerle giyinmiş biçimde betimlenmesi boşuna değildir. kırmızı enternasyonalin ve proletaryanın rengidir. bu yönüyle film henüz başkarakterinden başlayarak kapitalist sistemin karşısındadır. iddia edildiği gibi filmde kapitalizm eleştirisi yoktur, diyemeyiz. filmde birçok sekansta kapitalist göstergeler (reklamlar, sloganlar, afişler, tabelalar vd.) gözümüze gözümüze sokulur! kör olmayanlar bunları eminim ki görmüştür.

    azınlıkları da kuşatan zorlu yaşam mücadelesi avrupa'da yalnızca körlerin göremeyeceği bir cehennemde sürmeye devam etmektedir. sandra'nınki bu mücadeleden bir kesittir ve prototip oluşturduğu iddia edilebilir.

    fernando pessoa şöyle yazar: "kölelik bu hayatın yasasıdır. isyan etmenin de kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir." sandra ve kocası manu ile diğer sekiz proleter köleleştirilmemek için çaba harcayan kölelerdir. alında bizden biridirler.

    sözün özü iyi bir filmdir, mesafeli bir eleştirel düşünme örneğidir.
  • sessiz, sakin, öyle yormadan, bunaltmadan akıp giden bir film. samimi bir film.

    --- spoiler ---

    huzursuzluğun içinde huzurun, çaresizliğin içinde çarenin, vazgeçişin içinde mücadelenin, gözyaşlarının içinde tebessümün ve ölümün kıyısında yaşama yeniden sarılmanın hikâyesi.

    iyi bir film yapmak için illa milyon dolarlık görsel efektlere, şatafatlı kostümlere, karmaşık bir olay örgüsüne, ağlak bir senaryoya ya da seyirciyi ters köşe edecek bir final sahnesine gerek olmadığını kanıtlayan; çok sade, çok basit ve çok gerçek bir film. hayatın ta kendisi bir film.

    bir kadının, güzel bir kadının, iyi yürekli bir kadının hayatla ve kendisiyle olan mücadelesi. iki günlük bir zaman dilimi içinde bir kadının kendini keşfetme öyküsü. saatler ilerledikçe, çaldığı her kapı zili sonrasında karşısına çıkan her yeni insanla birlikte bir kadının kendini ifade etmeyi yeniden öğrenmesini, yeniden kendine güvenmesini, yeniden özgürleşmesini, yeniden insanlarla yakın temasa geçerek o insanlarla birlikte vakit geçirmeye başlamasını ve bundan zevk aldığının farkına varışını, hatta çevresindeki insanlara yardım elini uzatmasını izledik bizler film boyunca... aslında tüm bu saydıklarım, sıradan bir insanın hayatın akışı içinde karşılaşabileceği sıradan olaylar; ama filmimizdeki kadın karakterimizin biraz daha özel bir durumu vardı. sandra; depresyona girmiş ve bu sebeple de işinden ayrılmak zorunda kalmış, sonrasında bir süre tedavi görmüş, hâlen depresyon ilaçları kullanan ve yeniden işine dönebilme çabası içindeki bir kadın. hal böyle olunca da filme biraz da depresyondaki bir insanın gözünden bakmaya çalışmakta fayda var.

    kocasıyla birlikte bir banka oturup, dondurma yedikleri bir sahne vardı: sandra'nın gözleri tam karşılarında şakıyıp duran bir kuşa takılmış ve o kuşun yerinde olabilmeyi istediğini söylediği o karede yönetmen izleyiciye depresyonu tanıtıyordu aslında. depresyonun bir insanın elini kolunu bağlayan, tüm yaşam enerjisini tüketen, insanın özgürlüğünü elinden alan, çoğu zaman da insanı dört duvar arasına hapseden, çırpındıkça daha çok içine çeken, hatta çırpındıkça hayata ve insanlara karşı daha kırılgan bir hale getiren; kişiyi özgüvensiz, sürekli gidip gelen, dalgalı bir ruh hali ve ağlama nöbetleri içinde bırakan bir kısır döngü olduğunu anlıyoruz bizler de o sahneyle birlikte...

    aynı zamanda erdemli olmak mı, yoksa sadece kendi menfaatlerini düşünmek mi? sorusuna cevap arayan ve son sahnesi ile birlikte de seyirciye bu sorunun cevabını yine çok sade bir anlatımla veren bir film.

    ve son sahnedeki o tebessüm anı... " merhaba hayat! ben buradayım." dercesine gülümseyen bir kadın.

    --- spoiler ---
  • marion cotillard'ın en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanamayacağı, bunun da academy'nin 2015 yılındaki en büyük ayıbı olacağı film.

    son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim, kış uykusu'ndan açık ara daha iyi film. hatta kıyas kabul etmez. mevzu çok derli toplu anlatılıyor, tempo bir saniye kaybolmuyor ve belki de en mühimi, pek çoğu sadece 1-2 dakika perdede beliren karakterler bile muazzam derin işlenmiş.

    filmin bir sosyo-ekonomik eleştiri olduğu algısı ise, belki de yönetmen kardeşleri en çok üzecek nokta olur. bırakın böyle bir eleştiriyi, dardenne kardeşler, bir sosyo-ekonomik yaklaşımın filmin asıl üzerinde durmak istedikleri yönünün önüne geçmesinden o kadar imtina ediyorlar ki, daha beşinci dakikasında, patronu bu karar konusunda aklayıp, seyircinin o konuya aklının takılmaması için çaba sarfediyorlar. aynı şekilde ustabaşı karakteri de, film boyunca karşımıza ancak son dakikalarda çıkıyor.

    film tümüyle, modern insanın çevresi ve kendisiyle yabancılaşması üzerine kurulmuş durumda. bu noktada ekonomik sorunları sadece günümüz avrupası'nın bir gerçeği olarak fonuna alıyor. bunun ötesine geçmiyor.

    --- spoiler ---

    film sandra üzerinden avrupa'nın bugününü modelliyor.

    sandra, film boyunca daha önce uzun süre birlikte çalıştığı iş arkadaşlarını teker teker ziyaret ediyor. neredeyse hiçbiri ile öpüşmediği gibi, soğuk bir el sıkışmasının ötesine dahi geçmiyor. yine hemen hiçbirinin adresine sahip değil ve hiçbirinin telefonu yok. işte en samimi olduğu arkadaşı kapıyı dahi açmıyor ona. dardenne biraderler bunlara ek olarak kocasıyla ilişkilerinde kopukluklar olan, depresyondaki bir kadının üzerinden bir avrupa insanı portresi çiziyor.

    zaten filmin kovaladığı final oylamanın sonucu değil. dardenne biraderler finali, sandra'nın iş arkadaşlarına içtenlikle sarılabildiği sahnede ve bütün bir film birinci tekil konuşan kadının kocasına hitaben "iyi savaştık" dediği sahnede yapıyor.

    film, bu değişimi seyirciye aktarmak için çekilmiş.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap