• öncelikle film için orijinal ismi heojil kyolshim ve bu başlık olmak üzere iki başlık açılmış. modlar başlıkları birleştirirse iyi olur.

    daha önceleri de belirttiğim üzere park benim için yaşayan en iyi 3 yönetmenden biri. sinemasının içinde takıntılı olduğu, fetişleştirdiği, yönetmen, sanatçı olarak onu işaret eden her türden ayrıştırıcı entelektüel, yaratıcı derdini görmek bana tarifsiz bir haz veriyor. gelgelelim böylesine büyük bir dehanın bile kendi kalıplarına yenildiğini (hadi yenilgi demeyelim) ya da kendi kalıpları, sınırları, takıntıları içinde anlatının retorik üçgenine (ethos, pathos, logos) kısıldığını görmek biraz canımı sıkıyor. çünkü park'ın bir sanatçı olarak sahip olduğu deha bugün büyük yönetmen diye adlandırılan birçok sanatçıda yok. büyüleyici fikirlerle boğuşma hususunda görüp görebileceğiniz en cesur, yaratıcı 3-5 yönetmenden biri. o fikirleri kusursuzlaştırdığı zanaatçılığı cabası. yapabileceklerinin menzilini görüp, sezip, şahit olunca neden daha fazlasını yapmıyor (yapamıyor değil) diye hayıflanıyorum. belki de park'ın da en büyük laneti sinema sanatı için benzersiz bir başyapıt, modern bir klasik olmuş oldboy'u biraz erken çekmiş olması. zira böylesine katıksız işler sanatçıların boynuna büyük bir lanet kolyesi takıyor.

    işte park'ın son filmi de yönetmenin tüm obsesyonlarını taşımakla birlikte hikaye etmeye değer olan şeyin altında yatan boşluğu maalesef doldurmayan bir merkezden hareket ediyor. sürekli bir hareket, sürekli bir yaratıcılık, hatta teknik anlamda baş döndürücü bir yaratıcılık, keskin bir zanaatkarlık, öykü anlatma babında tembel olmayan, aksine geleneksel anlatıyı da arada ters yüz eden bir meydan okuma hali ama nihayetinde park'tan beklenen keskinlik, patlama ya da yıkıcılığı geri plana atan, aşkın ideası için romanesk, edebi bir derinlik gereksindiğini itiraf eden ama bu itirafın altını dolduramayan, derinleştiremeyen bir tür (maalesef) yüzeysellik (yüzeysellik ağır oluyor ustam özür diliyorum) ya da hafiflik var filmde.

    park'ın son iki filmdeki temel meselesi kadın filmi yapmak bana göre. bir önceki filminde de belirtmiştim, feminist filmler yapmıyor park ama kadınlar hakkında filmler yapmak istiyor ve bu işi birçoklarından iyi yapıyor. mesela hollywood sinemasında bir tür olarak ifade edilmese de erkek filmleri vardır. her şeyiyle erkek egemen alanın inşasını taşıyan, o kodlarla yaratılan ama yine de bir ''tür'' olarak adlandırılmayan erkek filmleridir bunlar. ve bilinir ki özellikle 1960 yıllarda yükselen feminist dalganın birbirine karşı kapalı duran toplumsal zeminlerin arasındaki sınırları kaldırıp sarsmasıyla ve özellikle cinsellikle ilgili arkaik temsilleri dolaşımdan çıkarmasıyla bir tür erkek dayanışmasına, korumacılığına ve dostluğuna atıfta bulunan filmler türemiştir. feminist hareket kadınlara erkek normlarını ve elbet romansını dayatan kültürel temsil sistemini bozmuştur. kadının pasif, güçsüz ve yardıma muhtaç bir konuma yerleştirildiği, erkeklerin erk ve iktidar öznesi olarak idealize edilen (hem bir tür kurtarıcı) prestijli erkek temsilleri darbe almıştı feminist hareketin yükselişiyle. o dönemde butch cassidy and sundance kid, midnight cowboy, the sting, papillon , easy rider gibi filmlerin üst üste gelmesi tesadüf değildir. ve hatta erkeğe ait maço, korumacı, mağrur ve yalnız erkek kahraman mitini yeniden idealize edilmesi için don siegel ve clint eastwood'un başını çektiği dirty harry filmleri çekilmeye başlar.

    işte park özellikle son iki filminin romantik, erotik gerilimini kadınlar yani bir bakıma femme fatale karakterler ve elbet sinemasının başından beri içinde dolanıp durduğu noir janrı üstüne kurarken sinema tarihinin ve özellikle noir teşebbüslerinin karakteristiği olan ''şeytan kadın'' örgesini yeniden konumlandırıyor ve bu konumlandırmayı kadınları yine femme fatale örgesini şeytanileştiren erkek egemen alanın dışına taşıyarak türsel olmayan bir norm belirleyerek kadın filmi yapmaya çalışıyor. noirların çoğunlukla kadını ''şeytanlaştıran'' femme fatale mitini tereddütsüz bir şekilde ters yüz ediyor. yanlış şüpheliyi kurtarmaya çalışan ve onun ağına düşen dedektif klişesini romantik açıdan edebi ve incelikli bir zemine oturtarak, onu şeytanlaştıran erkek egemen alanın söyleminin yanlılığını, taraflılığını da yıkmaya çalışıyor. en bilindik örneklerden biri olan basic ınstinct filmindeki gibi kadın karakterine cinsel, libidinal, erotik bir persona, kompozisyon giydirmeden, ölümle eş değer bir arzu nesnesi haline getirmeden romantik bir fotoğraf içinde karakterini ayrıntılandırmaya çalışıyor. zaten final seçimiyle kadın karakteri yani femme fatale'i şeytani bir dürtünün, bilinçdışı bir ölümün temsili gibi göstermek yerine aşkı için kendini feda eden romantik bir karakterin temsili haline getirerek janra olan takıntısını ve onu yeniden yıkıp yaratma hususunda duyduğu özel çaba ve arzunun sonuçlarını önümüze bırakıyor. bu tavrı bile aslında onun kalıplara, ezberlere nasıl savaş açtığını, hikaye anlatma yöntemlerini her açıdan nasıl önemsediğini ve arayış içinde olduğunu gösteriyor. fakat tüm bu yenilikçi anlatma pratiği istediği şeyi kusursuz şekilde ortaya çıkarmasını sağlamıyor bana kalırsa.

    cannes'te en iyi yönetmen ödülünü alması boşa değil park'ın. obsesyonlarına bu kadar bağlı ve onları sürekli geliştirip, dönüştüren, yaratıcılık ve zanaat hususunda bu kadar yetenekli olan bir ustanın boş elle dönmesi ayıp olurdu zaten. ki bu film en iyi park filmlerinden biri değil.

    hikaye anlatmayı ve onun biçimlerini çok iyi bilen bir yönetmenin hikayesinin dramatik darbesinin, etkinliğinin zayıflığına kani olduğu, entrika, dolambaç, twist ya da kırılmalar için zaten özellikle yeni bir alan aramadığı fakat bu zayıf ve tanıdık hikayenin derinleşmek için katıksız bir şekilde ihtiyaç duyduğu merkezden genele yayılacak hassas, yumuşak, zarif, arkeolojik dokunuştan, edebi açıdan karakteri zenginleştirecek duygusal ve sezgisel yoğunluktan, karakter ağırlıklı katmanlı geçiş nüanslarından azade olduğu gerçeği maalesef gün gibi ortada. film her anında park karakterlerinin üstlerinde altın bir madalyon gibi taşıdığı duygusal kimlikleri, o kimlikleri ifade ederken insanların duygusal olarak mantıksız sebeplerden dolayı peşinden gidip, içine düştükleri şiddet dolu (fiziksel, duygusal) durumların peyzajını taşıyor mesela her zamanki gibi. ama bu defa senaryosunun dokunuşlarını doğru yapamıyor. üstelik daha acı olan hikayeyi ağırlaştıracak bu özsel, edebi, poetik lezzeti inatla ve ısrarla mekan, kurgu, biçem ve türlü teknik cambazlılarda araması. hikaye ve karakterine odaklanmak yerine onları sunacağı biçeme daha çok odaklanması. seyirciyi ikna için biçeme değil de öyküsüne abansa, teknik açıdan daha az zanaat, öykü açısından daha yoğun, şiirsel bir işçilikle uğraşsa, zaten sahip olduğu ve eserinin finaline kondurduğu o dahiyane, şiirsel, ve kalp büken dokunuşu filminin geneline yaysa bir oldboy vakası daha izleyerek en azından bir on sene kendisine duacı olacaktık. yine de sağ olsun büyük usta, belirli ölçüde büyük ve lezzetli bir yapıtın izlerini sürdük sayesinde. ama umarım bizim gibi manyakları yeni filmi için hem 6 yıl bekletmez hem de bir daha düştüğü bu tuzaklara düşmediği başka şahikalar çekmeye devam eder.

    yılın açık ara en iyilerinden.
  • “beni sevdiğini söylediğin an aşkın bitti. senin aşkın bittiği an benim aşkım başladı.”
    sakin ve usulca akan güzel (bkz: park chan-wook) filmi.
    görsel
  • filmekimi 2022 kapsamında izlediğim bu filmin, sadece 2022 cannes film festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazandığını ve 2023 oscar'ında güney kore'yi temsil edeceğini biliyordum. bunlar haricinde ne konusu ne de yönetmeniyle ilgili hiçbir şey bilmeden izledim filmi. kısaca yönetmen chan-wook park ile tanışma filmim oldu.

    --- spoiler ---

    hae-jun dedektif ve dağda gerçekleşen bir ölüm vakasıyla ilgili soruşturma yürütüyor. bu olayı araştırırken de ölen adamın karısı seo-rae ile tanışıyor. hae-jun ondan hem şüpheleniyor hem de onunla ilgilenmeye başlıyor.

    filmin ilk yarısı polisiye-gizem filmi gibi ikinci yarısı ise daha çok birbiriyle teselli bulan kırılmış bir adam ve kadın arasındaki aşk hikayesi olarak geçiyor.

    neo noir türüne kendi yorumunu yaparak başta hitchcock'un vertigo filmi olmak üzere pek çok yönetmene selam çakan film; bunu da tang wei'nin kısmen insancıl bir femme fatale olan song seo-rae'si aracılığıyla yapıyor.

    sadece kendini savunmak ve aşk için öldüren karakterimizin ilk cinayeti, hasta annesinin ondan bunu talep etmesinden dolayı bir merhamet cinayetiyken ikinci cinayeti, onu döven ve sınır dışı etmekle tehdit eden kocasını öldürmeseydi. zeki ve yaratıcı olan seo-rae; hae-joon'u ve aşkını korumak, kocasının da yaptıkları yüzünden öldürülmesi için bir yol tasarlıyor. ve bunun için chul-sung'un annesini öldürüyor. böylece üçüncü cinayetiyle dedektif ile arasındaki ilişkiyi öğrenen kocasından kurtulmuş oluyor.

    sonunda da muhtemelen bıraktığı fentanil kapsüllerini kullanarak kendini öldürüyor. böylece hae-joon'un zayıf soruşturmasında suçlanabilecek tek kişi, "kanıtı" derin denize atarak sessizce intihar ediyor. sırları da onunla birlikte ölecekti ve hae-joon, hayatının geri kalanını onu arayarak geçirecekti.

    dedektif hae-joon ise kontrolcü biriyle evli diyebiliriz. aslında film boyunca bunu onun zarar görmemesi için yaptığını görüyoruz. sigara içme, şunu yeme bunu ye… birbirlerinden uzak kaldıkları için evlilikleri sorunlu aynı zamanda uykusuzluk hastalığı çekiyor. seo-rae'yi tanımasıyla birlikte hayatı değişiyor ve aşkın getirdiği heyecanı tadıyor. filmin ismindeki (decision to leave - ayrılık kararı) ayrılığı karısıyla olacak olan ayrılık diye tahmin etmiştim ben ama son dakikadaki seo-rae'nin enfes ölümü ters köşe oldu benim için.

    hae-joon, onunla dağın başında buluştuğunda zirvenin yakınında durup kendini ittirmeye izin verdiğinde, hae-joon'un aralarındaki ilişkiye dair aklındaki tüm şüpheler yatışmıştı.

    “o telefonu denize at. derin denize at. kimsenin bulmasına izin verme” derken seni seviyorum diyor aslında. bu da benim hayatta çok sevdiğim bir durumu yansıtıyor; “sevgiyi göstermek”. seni seviyorum duyması güzel bir şey ama o kadar çok söyleniyor ki merhaba nasılsın gibi bir şeye dönüştü artık maalesef. gerçek sevgi davranışlara yansır. burda da seni seviyorum demeden seni seviyorum diyor karakterimiz. hatta başta anlamıyor “seni sevdiğimi ne zaman söyledim?" diye soruyor.

    hatırlayın seo-rae, lipo'da dedektifi gördüğünde hae-jun'un deri ayakkabı giymesi vurgulanıyor. seo-rae'nin lipo'ya taşındığını öğrendikten ve cinayet işlendikten sonra hae-joon tekrar spor ayakkabı giymeye başlıyor. deri ayakkabı burda hae-joon'un durağanlığını temsil ederken spor ayakkabılar ise dinamikliğini temsil ediyor. seo-rae'nin ölümüyle, hae-joon'un spor ayakkabılarının bağcıklarını bağlaması, hae-joon'un sonsuza dek dinamik kalacağını ima ediyor bize.görsel

    filme her zaman iki zıt görüntü eşlik ediyor mesela dağla başlayıp denizle bitiyor. ya da seo-rae'nin elbisesi gibi bazıları onun mavi olduğunu düşünüyor bazıları yeşil. yine seo-rae'nin; evindeki duvar kağıdı, uzaktan dağ deseni gibi dururken daha yakından bakıldığında, birbirine çarpan dalgalar gibi görünüyor. dağ ve deniz, birinin bittiği yerde diğeri başlıyor. bu yüzden çok yakın görünüyorlar ancak her zaman birbirlerinin ulaşamayacağı yerdeler. görsel

    >filmin artılarına eksilere gelelim:

    film bence güzel ve sürükleyiciydi (biraz daha kısa olsa daha iyi olurmuş) oluşturulmak istenen atmosferi gerçekten hissedebildim ve sinematografi çok iyiydi. bu filmin neden cannes 2022'yi kazandığını izlerken anlayabilirsiniz. güzel bir film yapan chan-wook park'a tşk ettim. diğer filmlerine de göz atacağım. görselgörselgörsel

    hikaye ise tang wei ve park hae-il'in iki güçlü performansıyla duygusal bir etki yaratmak için güçlü diyaloglara dayanıyor. özellikle tang wei, seo-rae'nin karmaşık karakterizasyonunu mükemmel bir şekilde canlandırıyor. bu tip filmleri başarılı yapan iki nokta oluyor genelde. başrollerin kimyası ve gizem unsuru. ilkinde başarılı ancak ikinci noktada sorunu var filmin. zaten o da tam olsa efsane bir iş çıkarmış ortaya.

    insan ilişkilerinin karmaşıklığını ve zayıflıklarının güzel işlendiği filmin sonundaki intihar sahnesi de çok çarpıcı olmuş bence. dedektifimizin uyurken ağızlık takarak nefes almasına gönderme olarak seo-rae de çukura girdiğinde kovayla nefes alıyor.

    poster de hoşuma gitti benim, haruki murakami kitaplarının kapaklarını anımsattı bana. görsel

    filmin çok eksisi yok bence. sadece önemli bir unsur olan gizem konusunda eksiklik var. katilin kadın çıkması şaşırtıcı olmadığı gibi yönetmenin yapmak istediği ters köşeler de tahmin edebilirdi benim için.

    özetle: güçlü kadın tasviri ve bir cinayet gizemine sarılmış bu aşk hikayesine aynı zamanda güzel bir sinematografi ve müzikler eşlik ederek ortaya 2022'nin en güzel filmlerinden biri çıkmış.

    7.7/10

    --- spoiler ---
  • filmekimi ya da festival kapsamında değil de laptobun küçük ekranından izlediğim ve oldukça beğendiğim park chan-wook’un son filmi. bu adam bana kore sinemasını sevdiren yönetmenlerden, intikam üçlemesi (favorim mr vengeance), handmaiden, thirst, stoker başta olmak üzere bütün filmleri iyi sayılır.
    filmde 2000-2010 arasında çekilen kore filmlerinin tadı var ki bence o yıllarda inanılmaz başarılı filmler çıkmıştı kore’den. özellikle filmin sonundaki dramatik sahneler ağır kore sineması kokuyor.
    yönetmen filmin esin kaynağının film boyunca 2-3 kere duyduğumuz the mist şarkısı olduğunu söylüyor. şarkı gerçekten hoş bu arada.
    the mist
    filmin tekniği çok iyi, gözüme hoş gelen oldukça fazla sahne vardı filmde;
    --- spoiler ---

    ölünün gözünden dağın tepesine, dedektife baktığımız sahne, dürbünle izlerken yaşlı kadının evinin içine girdiğimiz sahne, ekranın ikiye bölünüp bir tarafta cctv ya da aynanın kullanıldığı sorgu sahneleri, yine dürbün kullanımından düşen sigara külünün küllükle yakalandığı sahneye geçiş, ses kaydını dondurduktan sonra tekrar bastığında o anın görüntüsüne geçiş...
    yönetmen bazı olayları bize hae jun’un kurgusuyla izlettiriyor ki bence bu da çok hoş, göz damlası sanki biraz sembolik, dedektifin olayları ya da çevresinde yaşananları daha iyi görmesini sağlayan bir damla bu, ya da ben şu an böyle sallamak istedim.
    ayakkabı seçimi için yukarıda yazılan şey mantıklı geldi, duvar kağıdı ve seo rae’nin elbisesinin rengi sanki biraz izleyicinin yorumuna bırakılmış gibi, filmde de ne görrmek istiyorsanız bakış açınıza göre onu görürsünüz denmiş olabilir.park chan wook’un kadın baş rollerinde bu filmdeki elbise gibi tanımlayıcı ögeler kullandığını hayal meyal hatırlıyorum, yanlışta hatırlıyor olabilirim.
    filmin bence en vurucu tarafı seo rae’nin oyunculuğu, aşkını yaşama şekli, dramı, hüznü. yönetmenin aralarındaki ilişkinin/aşkın ilerleyişini sevgi sözcükleri ile değil de farklı kelime ve eylemlerle ifade edişi de çok iyi. örneğin seni seviyorum yerine “telefonu denize at, kimsenin bulmasına izin verme” ya da 2 farklı cinayetin sorgusunda hae jun’un seo rae için sipariş ettiği yemeklerin kalitesindeki değişim. tercüme uygulamasının erkek sesi ile başlayıp yumuşak bir kadın sesi ile sonlanması
    --- spoiler ---

    iki oyuncuda çok iyiler ama seo rae’yi oynayan tang wei bence mükemmel bir iş çıkarmış.
    toronto film festivalinde park chan wook ve filmin diğer yazarı seo kyeong jeong ile yapılmış bir söyleşi var aşağıda, bu arada, park chan wook bir çok filmini seo kyeong ile beraber yazmış, onuda imdb sayesinde öğrenmiş olduk.
    filmin oldukça mizahi bir yönünün olduğunu da düşünüyorum ancak tercümelerle yitip gitmiş gibi duruyor bazı espriler. sırf alttaki röportajda bile o his var, sanki koreceden ingilizceye çevrilirken bile konuşmaların bir bölümünü kaybediyoruz.

    kısaca sinema seven herkesin izlemesi gereken bir film, bu adam ne çekerse izlemeye devam.

    tıff 2022 decision to leave
  • kuzgunla kedinin aşkı...

    öncelikle film izleyiciden çok şey talep ediyor. maşallah chan-wook seyircinin üstüne eline geçirdiği leitmotifi, foreshadowing'i, analojiyi kova kova atmış. izlerken dikkatinizin dağıldığı her an bir şey kaçırıyorsunuz. tabii bu kaçırdığınız "şey" plot olmuyor genelde. ortalama bi hikayenin ince işçilikle, detay detay tasfirini, pürüzsüzlüğünü kaçırıyorsunuz.

    film suspense ve suspicion hususunda oldukça mahir, hatta "bence" o kadar fazla şüphe ve muallaklık üzerine kafa yoruyor ki daha doğrusu seyirciyi yönlendiriyor ki esas oğlan ve esas kızın arasındaki, filmi anlamlı kılan "duygunun" izleyene geçmesine ket vuruyor.

    --- spoiler ---

    hayata sadece tutunmaya çalışan bir kadın seo-rae. cesedin içine bırakılan kelebek yumurtasıyla beslenen karınca gibi. hae-joon ise eşinin de söylediği gibi sadece cinayetle ve kanla beslenen bir kelebek. zaten bu sahne "çin yemeği" yapma sahnesinde birebir gösteriliyor.

    özünde simbiyotik olan bu iki karakter, sosyal konum olarak birbirlerinden taban tabana zıt noktadalar. hae-joon karısıyla beraber parmakla gösterilecek bir sosyal statüye sahipken. seo-rae kocasının istismarına uğrayan, ülkeye kaçak yollarla girmiş, dedesi sayesinde ülke vatandaşlığı alabilmiş bir mülteci. ikisi de kendi rutinlerini, ayaklarına takılmış prangaları kırma peşinde aslında.

    seo-rae kendi göbek bağını kendi kesebilirken, hae-joon'un filmin ortasında ve sonundaki bağıcık bağlama planı düşünüldüğünde fasit dairesini kırmada mahir olmadığını görüyoruz.

    hae-joon bir noktada soe-rae'nin tek başına ayakta durabilmesine ve kendi gibi detaycı olmasına "hayran" oluyor diyebiliriz. yaşlı kadına bakmaya gitmeden önceki mesajlaşma sahnesinde mükemmeli ararken joon, seo-rae'nin bütün planı yapıp ondan sorumluluğu almasıyla rahatlıyor. aslında joon'un "hayatındaki" iki kadında da bu buyurgan, detaycı tavır mevcut ve finalde ikisini de kaybediyor. karısı "işi gereği" daha çok mantıksal bir noktada joon'u terkederken seo-rae , "duvara astığın ceset fotografı" olurum, diyerek duygusal olarak yıkıma uğratıyor. joon atıldığı macerada kocaman bir daire çizerek, ne kadar pişman da olsa başladığı noktaya, yani takıntılı polis noktasına geri dönüyor.

    özel olarak benim en beğendiğim sahne ise yazının başında da belirttiğim kedi ve kuzgun/karga sahnesi. filmin final sekansına kadar "kedi"nin kuzgunları öldürmesi hasebiyle seo-rae'yi, plandaki seo-rae'nin de joon'un temsil ettiği (ayna kullanımı, karakterleri devamlı eşleştirmesi, joon ile bağlantısının cesetler olması vs.) sahne, yeşil kovanın ortaya çıkmasıyla bambaşka bir anlam kazanıp, hikayenin gittiği yerle de koşutluk oluşturarak, aslında kuzgunun seo-rae'yi , kedinin joon'nun temsili olmasıyla bağlanıyor, tek kelimeyle mükemmel.*

    bunların dışında:

    joon 'un kan kokusunu sevmediğini bildiği için seo-rae'nin havuzu çitilemesi gözden kaçabilecek bir detaydı.

    parlak ışığın devamlı bir gerilim unsuru olarak kullanılması çok iyiydi. kül serpme sahnesinde seo-rae'nin taktığı başlığın arkasındaki ışıkların renklerinin bir önceki sahnede kaplumbağa kaçakçılarının kasklarındaki ışıklarla aynı olması, izleycide dolaylı yoldan şüphe uyandıracak güzel çengellerden biriydi.

    yine aynı sahnede, tam kül serpilirken seo-rae'nin arka planda tek bir parlak ışık olarak kadrajlanması ile joon'un ilk ortağıyla "güzel olduğunun farkındasın, normal koreli olsa takip etmezsin" diyalogunun olduğu sahneyle eşleşmesi sinematik gerilim noktasında, "setup+payback dersi" dersem abartmış olmam herhalde.
    --- spoiler ---

    ez cümle bir kere izlemenin asla yetmeyeceği, izlendikçe daha birçok "incelik" yakalanabilecek oldukça iyi bir film.
  • öncelikle, iyi ki varsın park chan wook.

    sinemayı tekrar tekrar seviyorum senin filmlerini izleyince, bu sektörde çalıştığım için de mutlu oluyorum, izleyici olduğum için de.

    decision to leave'i bugün sinemada, filmden sonra park chan wook ile yapılan online q&a özel etkinliğiyle birlikte izleme şansına eriştiğim için şanslı hissediyorum. zira kendisine filme dair sorulan sorular ile birlikte bizzat kendi ağzından fikirlerini ve yanıtlarını dinlemek çok keyifliydi. bazı cevaplarından aldığın notları burada sizinle de paylaşmak isterim, sözlüğe ve başlığa bir katkımız olsun:

    --- spoiler ---

    -filmin finalinde okyanus kıyısında geçen sahne için hem ufuk çizgisinde oturan bir günbatımı sahnesinin oluşabilmesi hem sahne gereğince gelgitin uygun olduğu bir kıyı bulunması gerekmesi hem de dalgaların kayalarda parçalanabildiği bir görüntünün yakalanabilmesi için bu elementlerin hepsine uygun bir yer bulabilmek adına meteoroloji kurumuyla ortak çalışıp yardım almışlar. böylece çekim esnasında doğal mekan koşullarından gelebilecek olası engelleri minimuma indirmek ve işe hazır olmak istemişler.

    - yine aynı son sahnenin kore'de bulunan toplam 3 farklı kıyıda çekildiğini ve sonradan kurguda tek bir ortak mekan algısı yarattıklarını söylüyor.

    -filmin sonunda da çalan the mist parçası film için belirleyici bir unsur olmuş. normalde filmlerde soundtrack parçaları sonraki süreçlerde karar verilen bir aşama olsa da bu film için öyle olmadı diyor park chan wook. kendisi ingiltere'de the little drummer girl için çalışırken ülkesinden uzak kalmanın getirdiği homesick haliyle bir hayli kore şarkıları dinliyormuş. bu sırada daha önceden bildiği ama ilk dinlediğinde bu şekilde etkilenmediği fakat o an dinlediğinde özellikle sözlerinden çok etkilendiği bu parçaya rastlamış youtube'da. bunun üzerine filmin birçok aşamasında şarkıyı düşündüğünü ve bunun üzerine de bazı şeyler inşaa ettiğini söylüyor.

    -yaklaşık 30 yıl önce aklında olan ama çekmediği bir kısa film fikri varmış ve bu taslağın üzerinden ilerlemiş biraz da. o fikirde filmin sonunda ortadan yok olan kişi bir adammış ve buna sanırım kendi yarattığı bir makine ile kendi sebep oluyormuş(burayı tam anlamadım).

    -filmin sonunda kadının neden böyle bir tercih yapıldığı sorulduğunda ise;
    song seo-rae'nin adamda çözülmemiş bir vaka olarak kalmak istemesi olarak açıkladı. çünkü ancak çözülmemiş vakalar onun her zaman aklında kalıyor. duvarlarında fotoğraflarla veya uykusuz gecelerinde kafasının içinde.

    -bir başka ilginç bilgi ise seyircilerden birinin yönetmene:
    "filmin ana karakteri işiyle kafayı bozmuş ve hatta insomnia sahibi uyku sorunları yaşayan biri, sizin de buna benzer bir durumunuz var mı?" sorusunu sormasıyla ortaya çıktı. insomniadan kendisi de muzdaripmiş ve o uyumasına yardımcı olması adına o maskeli cihazı bizzat kullandığı olmuş.

    -sanırım bunu başka bir söyleşisinde de dile getirmiş fakat yine de söyledi: aslında bu kadar günümüz gündelik yaşam teknolojisini kullanmak istemiyormuş başta. mesajlaşmalar, ses kayıtları, fotoğraf ve tercüme gibi sebeplerle birçok kez telefonun da filmde başrol oynadığını gördük. ilk isteği telefonsuz daha dönem filmi şeklinde bir şey çekmekmiş fakat daha sonra mektuplaşma gibi zaman alan süreçlerin filmin olay örgüsünü çok yavaşlatacağını düşünüp vazgeçmiş. fakat madem teknolojiyi bu kadar göstereceğiz en azından bunu olabildiğince yaratıcı bir biçimde yapalım demiş ve filmde telefonun pov açısından diyebileceğimiz sahneler çıkmış. ayrıca bunu da şöyle gerekçelendiriyor: telefon o an real time iletişim kurulabilen bir iletişim aracı, karşı tarafın yazıyor olabildiğini görebiliyorsunuz örneğin, bu yüzden sanki o kişiyle gerçekten karşılıklı duruyorsunuz. bu durumda da pov çekim aslında o kişiyi oraya, o ekrana sığdırma temelinde mantıklı kalıyor.

    -son olarak, belki çok önemli bir bilgi değil ama, en sevdiği alman filmi sorulduğunda kendisi için birçok film arasında seçmenin zor olduğunu ama the marriage of maria braunu öne çıkarabileceğini söyledi.
    --- spoiler ---

    edit: imla.
    not: en sevdiği alman filmi sorulmasının sebebi bu soru-cevap etkinliğinin alman sinemalarında yapılmasındandı.
  • --- spoiler ---

    aşık olduğun kişi evlenince ona aşkın bitiyor mu?
    --- spoiler ---

    takıntılı aşık bir adamın hikayesini öyle güzel bir görsel şölenle ilmek ilmek işlenmiş ki tarifi yok.

    sarsıcı, hayat sorgulatıcı.

    filme dair söylenecek çok şey var aynı zamanda hiçbir şey yok.

    içimde öyle bir yumru oluştu ama bir damla gözyaşı akmadı o da tuhaf geldi. ( zira gayet de ağlarım film esnasında oysa)

    spoilerdaki sorunun yanıtını biliyorum maalesef, aynı zamanda o takıntıyı da.

    neredeyse bir başyapıt tadında; izleyin, izlettirin efendim.
  • adam film yapmamış, şov yapmış. bir yönetmenin sanat eseri. (bkz: chan-wook park)
  • enteresan bir film. hani anlatılmaz yaşanır türden. bana in the mood for love filminin havasını hissettirdi. aşk denen şey çok garip bir duygu. insana her şeyi yaptırabiliyor, kontrol mekanizmanı yok ediyor. en iyi yabancı film oscarını alır mı diğer adayları da görmem lazım ama zor gibi geldi bana.
  • 95. oscar ödül töreni/#146660362 uluslararası film dalında kısa listeye giren film. malum replik çok çarpıcı gerçekten.

    --- spoiler ---
    belki de ipo'ya çözülmemiş vakalarından biri olmak için gittim. resimlerimi duvarına as, bütün gece uyanık kal ve sadece beni düşün.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap