• yillardir evlatlarinin kemiklerini arayan anneler. bildiğiniz uzere. yani faili gectik, naaslarini ariyorlar mezarlari olsun diye.

    ve yillardir cogunuz bir sekilde meydanda önünden gecip gittiniz, tvde nette gordunuz, orali olmadınız veya teroro herhalde deyip devam ettiniz. sey yapmayin simdi aramizda yabanci yok. yani ozetle turkiye toplumunun cogunlugunun yillardir bir sekilde goz kulak kapattigi insanlar bunlar.

    bu insanlarin oldugu bir memleket bize su mesaji verir, burada asgari duzeyde dahi bir hukuk devleti yok. gostermelik de olsa cagdas bir devlet sistemi bulunmuyor. mafya cadir devleti, muz cumhuriyeti, artik ne derseniz o var. tabii bu tek ornek degil, nesillerdir yasanan tonla olay var neyse.

    bugun ne oldu peki? cocuklari arkasi saglam biri tarafindan oldurulen turk aileler hukuk standart bicimde islesin diye mucadele veriyorlar. bakin adalet yerini bulsun diye degil, hukuk yasa mevzuat islesin diye. yani olay yeri tutanagi, tanik ifadeleri, savcinin polisin hakimin tarafsiz calismasi vs vs. kiminin cocuguna godamanin biri carpti, kiminin cocugunu binadan attilar, kiminin cocugunu da rant ve denetimsizlik yuzunden kazalarda yok ettiler.

    ıste "kurt meselesi"ne buradan baktiginiz vakit aslinda resim berraklasiyor. kurt fi tarihinde dayak yiyor, sonra onun dayak yeyip hasiralti edilmesine sebep olan iklim gelip sana da bir sekilde tokat atabiliyor.

    batida ozellikle sol kesimler biraz da bu sebepten dezavantajli grupların haklari icin de mucadele ederler. biz de rahatin battigi pembe gotlu avrupali solcu filan deriz iste. cunku bilir ki kanunsuzluk adaletszilik cezasizlik vb yerlesirse bundan bir gun toplumun makul ve makbul kesimi de zehirlenir.

    25 yil olmus.
  • onları ilk gördüğüm günü unutmuyorum. 7 kasım 1998. bu benim istanbul'a geldiğim ilk gün. eskişehir'den dört arkadaş galiba meram ekspresine bindik, eskişehir'den. haydarpaşa'da iniyoruz, türk filmi gibiyiz. vapurla karaköy, tünelle istiklal caddesi. cumartesi sabahı. meydana doğru yürüyoruz ki yapı kredi'nin önünde yolumuz kesiliyor: "gençler nereden geldiniz, hayırdır?"

    tiplerimiz falso ve "öğrenciyiz eskişehir'den geldik" diyoruz. tam da türk polisinin duymak istediği sözler. kimliklerimize bakıyor, sorgu sual. cumartesi anneleri için gelmediğimizi anlıyor, devam ediyoruz. ispanyol televizyonundan iki kişi hazırlık yapıyor. henüz galatasaray lisesi'nin önü boş. üç beş kişi.

    medyadan şöyle biliyoruz: onlar "terörist annesi". şehit anneleri "iyi", onlar "kötü". dön dolaş yine aynı yere geliyoruz. ispanyol kameraman kamerasını tramvay yoluna koymuş son ana kadar bekletip artistik görüntüler çekiyor. ve işte o korkunç sahne. köpekler. polis sayısı kadar köpek. ne kadar polis varsa o kadar köpek var. hırlıyorlar, saldırmaya programlanmışlar. maşallah bekçileri de sakinleştirmek yerine kışkırtıyor.

    bu ülkenin, evladını yitirmiş annelere cevabı kurt köpeği. bu devlet annenin karşısına köpek çıkarıyor. bu toprakların güvenlik anlayışı anneyi köpekle muhatap ediyor.

    o zamanlar kafamızı hürriyet gazetesiyle biçimlendirmişiz, "kim bunlar lan" diyorum. üzülmenin, "haklılar yahu" demenin yanında "e evlatlarına da sahip çıksalarmış" serzenişi. şimdi yazarken bile utanıyorum.

    zaman geçiyor, çok değil sanırım 1 sene sonra filan bu eylem sona erdiriliyor. evlatları kaybettirilenlerin eylemi bitiriliyor. ettirgen çatılı devletin ettirgen işleri...

    sonra işte devlet, gözaltı, yargısız infaz, cinayet, faili meçhul, çete, kürt sorunu... hepsinin arasındaki şeytanca bağlara kafamız basıyor. devletin bu yangının orta yerindeki varlığına karşı annelerin masumiyeti. bir ara devletimiz psikolojik savaş için şehit annelerini "cuma anneleri" diye cepheye sürüyor. şehit anasının acısından dezinformasyon ve bölücülük çıkarmak kimin aklına gelir: devletin aklına*.

    ulan diyorum "annenin, cuması, cumartesisi, iyisi, kötüsü olur mu? oluyor. oysa istedikleri iki şey var: adalet ve evlatlarının bari ölüsü. evlat cesedine fit olmaya razı kadınlar yarattı bu devlet 80 yılda. içimiz parçalanmasın da ne olsun başka. kahrolası denkleminiz bu: bir yanda istiklal marşı, andımız, ne mutlu türküm diyene, jop, faili meçhul işkence bir yanda evladının derdine düşmüş ana.

    nihat genç hangi kitabında yazmıştı? ihtiyar kemancı'da mı, arkası karanlık ağaçlar'da mı? istanbul'a geliyor ve vedat özdemiroğlu ile istiklal'de buluşuyor, cumartesi anneleri'ni görüyorlar. polisin onlara saldırılarını, saçından sürüklenen genç kızları... öyle anlatıyor ki, her cümlede küfür ediyorum. hala ediyorum.

    not: dali dili havali korna uyardı sağ olsun. nihat genç arkası karanlık ağaçlar'da anlatıyor cumartesi anneleri'ni...
  • çocukları kaybolmuş değil, kaybedilmiş annelerdir. bu farklı algılayamayan kalın kafalılar için değil; söz yorulmasın onca yolu giderken diye söylüyorum: asıl acı da buradadır.
  • arjantin'de cuntadan beri her hafta persembe gunu plaza del mayo'da toplanan plazo del mayo buyukanneleri ornek alinarak yapilmis eylem... her cumartesi galatasaray lisesi meydaninda saat 12.00'de oturuluyordu. polis siddeti daha ilk gunden basladi ama destek buyuyunce, geri cekildiler. hatta bir hafta da arjantinden plazo del mayo buyukannelerini temsilen 2 buyukanne geldi. cumartesi anneleri turkiyede sivil itaatsizligin en onemli ornegidir kanimca...
  • "ben bir anne olarak şahidim ki, çıplak bir çocuk doğurdum ben..üzerinde hiç bir şey yoktu , tanrı da şahidimdir! ne bir ulusa dair bayrak, ne kimlik, ne de üniforma..
    doğurma fiilini bizzat yapan, o mucizevi ana tanıklık eden bir anne olarak ben yine şahidim ki doğumumdan şu ana kadar üniforma ya da bayrakla bebek doğuran bir anne görmedim ben!.
    doğurduğum o çırılçıplak bebek, insan soyunun genlerini taşıyor sadece”
    cumartesi annesi
  • türkiye'nin en önemli sivil itaatsizlik örneğini segileyerek tarihe geçen kadınlardır..
    gözaltında kayıpların yoğunluğunun azalmasına çok büyük bir katkı sağlamışlardır..

    yaşamın izindeki kadınlar bana 12 eylül dönemi kadar onları da hatırlatıyor..
  • 'o gun bugundur bekliyorum. hicbir yere gitmiyorum. evimi boyamadim, esyalarimi degistirmedim, gelirse yabancilik cekmesin diye. kapilari kilitlemedim, disarida kalmasin diye.'
  • "altı yaşından sonrasını, ev baskınlarını çok net hatırlıyorum. niyeyse gündüz değil de gece yaparlardı baskınları. annem bize 'gözünüzü açmayın' derdi. biz yataktan çıkmazdık, üzerimizden atlarlardı. ‘birilerini arıyoruz’ derlerdi ama kitapların aralarına bile bakarlardı. amaç taciz etmekti, birini bulmak değil. bağırıp çağırır, kırıp döküp giderlerdi. son baskında babam gözaltına alındı, üç buçuk yıl cezaevinde kaldı...

    annemin görüşe gittiği bir gün askerler ve korucular köyü bastı. dumanlar yükselmeye başladı. kızkardeşimle yalnızdık. kardeşimi akrabalarım alıp başka köye gitmişler, ben de komşularımızın yanına gittim. askerler evlere girmeye, evleri yakmaya başladı. komşumuzun evindeyken silah sesi duydum. öldürülen dedemmiş... evinin yakılmasına karşı çıkmış, ‘evden çıkmak istemiyorum’ diyerek namaz kılmaya başladığı sırada sırtından vurulmuş...

    birçok ev yakıldı o gün...

    dedemin cenazesi kalktıktan iki gün sonra annem geldi. o günü hiç unutmuyorum. çok zordu onun için. hem abisini hem babasını kaybetmişti, eşi cezaevindeydi. çok güçlü bir kadındı annem, hala da direniyor. iyi ki öyle. bizi bir arada tuttu, ailesini dağıtmadı, güç verdi, etkilenmeyelim diye bizi birçok şeyden uzak tuttu. ama çok yıprandı yoruldu biliyorum. istanbul'da 30 yaşında beş çocuğuyla dul kaldı. bir kelime türkçe bilmiyordu...

    'ya korucu olacaksın, ya köyü terk edeceksin' dediler. kalkın gidin demek kolay. nereye gideceksin ki? 200 haneli köyde birbirinden uzak üç ev kaldık. köy karanlık, 6'da yatağa giriyorduk. bizim psikolojimiz bozuldu yoksa annem daha direnirdi. köyden en son çıkan bizdik. bazı eşyalarımızı alıp diyarbakır'a gittik. köyden çıktıktan sonra da evimiz yakıldı, bir daha dönme fırsatımız olmadı. bir sene sonra babam cezaevinden çıkınca istanbul'a geldik. burada bir sene geçmeden de babam kaybedildi...

    kaybedildiği gün, ben eve giderken babamı kapıda gördüm. telsizli üç kişi vardı yanında. onlarla göz göze geldik. onlardan biriyle gülümsedik birbirimize. beni tanıyordu o. bunu birkaç dakika sonra anladım. benim fehmi'nin kızı olduğumu bilerek gülümsedi o bana, bense ona babamın arkadaşı olduğunu sanarak gülümsemiştim. babamı kaybetmek kadar acı onlarla göz göze gelmiş olmak. 18 yıldır bununla yaşıyorum ben ve bu çok ağır.........

    babam kaçırıldıktan sonra annemin insan hakları derneği'ne (ihd) gitmesiyle oradakilerle tanıştık. o dönemde ihd'de çalışan herkes bizim yanımızda oldu. sürekli evimize gelirlerdi. özellikle leman yurtsever benim ikinci annemdir. annem sürekli dışarıdaydı, gözaltına alınıyor, yurtdışına çıkıyor, başka şehirlere gidiyordu. babamı kaybettik ama annem de yoktu uzun bir süre. o dönemde ihd'dekilerin hepsi çok destek oldu ve birçok şeyi onların sayesinde aştık. evimize gelip yemek yapardı leman abla. çocuk gibi davranırlardı bize, onu atlatmamız için çok destek oldular. ‘olayı anlat’ demek yerine kafamızı dağıtıp oyalarlardı. ihd'den gelenler daha bilinçliydi. yanımızda konuşmuyorlardı...

    cumartesi anneleri'nin eylemine ilk kez babamı kaybettikten birkaç ay sonra çok büyük umutlarla geldim... babamın nasıl kaçırıldığını, kimlerin kaçırdığını, kaçırıldığı arabanın plakasını görmüştüm. gidip, bildiklerimi anlatacağım ve bildiklerim babamı bulmaya yetecek inancıyla geldim... 12 yaşındaydım. en sonunda dayanamayıp ağlamaya başladım. nadire abla (mater) ‘yeter, çocuk o’ dedi. onu hiç unutmam... babamın kaçırılışını tüm detaylarıyla anlattım, ama eve çok üzgün döndüm. televizyonda sadece iki satır haber geçti eylemle ilgili. bu nedenle benim için çok büyük hayal kırıklığı oldu. zordu, sürekli aynı şeyi anlatıyorsunuz ama sesinizi duyan yok. çok yaralandım. annem de bunu fark ettiği için beni ve kardeşlerimi belli bir süre uzak tuttu. 15 yaşından sonra ara ara gelmeye başladım ama annem gibi her hafta gelmedim. hayal kırıklığını yenmem uzun sürdü. annem kadar inançlı olamadım. 12 yaşında o olaylara tanık olmak kolay değildi...

    annem her hafta giderdi ve biz biliyorduk ki dayak yiyecek, biber gazına maruz kalacak, gözaltına alınacak...

    cumartesi anneleri'nin arkasında cumartesi çocukları var ve onlar çok zor şeyler yaşadılar diye düşünüyorum. yakınlarını kaybettiler, ama annelerini ya da babalarını da kaybettiler. çünkü onlar, başka insanlar kaybolmasın diye kendi çocuklarını arka plana attı... bu yanlış bir şey değil ama biz çocuklar daha ağır şeyler yaşadık. babamı kaybettik ama annemi de kaybettik. çok uzun süre annemi göremiyor, onu özlüyorduk...

    babamı zorla arabaya bindirdiklerinde ağabeyim tutmaya çalıştı, sonra araba gazlayıp gitti. annemin başladığı yer orası. yalınayak arabanın peşinden koşarak başladı. öyle bir gitti ki arabanın arkasından... ben ‘baba’ diyemedim, ‘anne gitme’ diye bağırdım...

    çocuğumla bir kere geldim cumartesi anneleri'ne. bu da işin ayrı bir zor tarafı. çocuğu konuşmaya başlayıp ilk kelimesini söyleyince sevinçten ağlar insan. benim de gözlerim doldu ama o an aklıma şu geldi, konuşmaya başladı, sonra cümle kurmaya başlayacak sonra soru sormaya başlayacak ve o duvardaki resmi soracak... oğlumun konuşmasının sevincini bile tam yaşamadım...

    ve sonra oğlum, sormaya başladı;
    - senin baban nerede?
    - benim babam yok...

    biraz daha büyünce, bu sefer resmi gösterip;
    - o kim?
    - babam.
    - nerede?
    - bilmiyorum...

    büyüdükçe soruları daha da zorlaşıyor ve ben ikna edemiyorum...
    - nerede baban?
    - yok.
    - nerede olduğunu bilmiyor musun?
    - bilmiyorum.
    - aramadın mı?
    - aradım.
    - bulamadın mı?
    - bulamadım.
    - her yere baktın mı?
    - baktım.
    - belki diyarbakır'a gitmiştir...

    bu çok zor bir şey. derin bir nefes alıp cevap vermeye çalışıyorum. ikna etmek istiyorum ama ikna edecek bir şey yok...
    - baktım, orada da yok.
    - belki japonya'ya gitmiştir...

    sürekli soruyor, çünkü ikna olmuyor. onu galatasaray'a getirmek kolay değil. buraya gelince daha çok soru soruyor. cumartesi gitgide daha da zorlaşıyor. 400. haftada yüküm daha ağır gibi geldi. daha önceleri, babamı aramak için çocuk olarak oradaydım. şimdi bir anneyim, hem babamı arıyorum hem oğlumun dedesini arıyorum... oğlumun sorularına da cevap arıyorum. onun için daha da ağırlaştı...

    başta yaşadığım hayal kırıklığı değişti. ama ben annem gibi olamıyorum, onun gibi bakamıyorum. 18 yılda hiçbir zaman ‘babamın kemiklerini istiyorum’ diyemedim. bu çok ağır bir şey. o noktada değilim.12 yaşında yaşadığım için zor belki. çok neşeli bir adamdı babam. kapıdan çok farklı uğurladım. son gördüğümde çok farklı gördüm. ‘onun kemiklerini istiyorum, sadece bir mezar istiyorum’ demek benim için çok zor. ki zaten toplu mezarlar kepçelerle kazılırken bunu demek bir kayıp yakını için kolay değil...

    cumartesi günleri toplanmak tabii ki umut kaynağı. cumartesi anneleri çok zor şeyler yaşadılar ama hala oradalar. 17 yıl kolay değil. tüm baskılara rağmen her hafta orada olmalarının bu ülkede çok şeyi değiştirdiğini düşünüyorum. cumartesi anneleri'nin eyleminin bir sonucu olarak, 1990'lı yıllarda kaç kişi kayboluyordu, şimdi neredeyse sıfıra indi. bu anlamda amacına ulaştı cumartesi anneleri. ama diğer tarafı var, insanlar şimdi kaybolmuyorlar belki ama polis kurşunuyla sokak ortasında ya da engin çeber gibi gözaltında işkencelerle öldürülüyorlar. sokak ortasında bir polis bir insanı öldürürse bir cezası yok. bu, çok mu umut verici?...

    o meydanda oturmaya başlarken insanlar evlatlarını istedi, kimse 'kemiklerimi istiyorum' diye gelmedi meydana. 'evladımı, eşimi, kardeşimi sağ istiyorum' diye geldi. öyle bir noktaya geldi ki insanlar, ‘kemiklerimizi istiyoruz, bir mezarımız olsun’ diyor. ben diyemiyorum onu. o da yetmez bana göre. babamın kemiklerini alsam unutacak mıyım ben 18 yıl boyunca yaşadıklarımı?... o sorumlular yargılanmadıkça babamın bir mezarı olması benim için çok büyük bir şey mi?... hiçbir zaman demedim ‘babamın kemiklerini istiyorum’ diye. benim gözümde dev gibi bir adamdı. bir çuvalın içinde ‘al sana kemikleri’ demek...

    mahkeme sürecinde ise ortada bir yargılama yok bana göre. biz türkiye'de sonuç alamayınca avrupa insan hakları mahkemesi'nde dava açtık. 2003'te sonuçlanan davada türkiye tazminat ödemeye mahkum oldu, ama hala benim babamla ilgili bir gelişme yok. kimsenin bir şey yaptığını düşünmüyorum. bana göre devlet açısından yapılan hiçbir şey yok. devlet kaybetti zaten babamı, devletin araştırması ne kadar doğru? ben devlete, adaletine güvenmiyorum ki. hükümetlerin değişmesi de bana göre bir şey ifade etmiyor. kurulmuş bir düzen var devlet açısından ve her gelen onu devralıp aynı yerden devam ediyor...

    cumartesi anneleri ve ihd'nin başta olduğu sivil toplum kuruluşları muhatap alınmalı, ne yapılacaksa onlarla yapılmalı. bu, kemikleri bulmaktan ötede bir şey olmalı. devlet tek başına hiçbirini yapmamalı. kendi işlediği cinayetleri tek başına araştırmasının anlamı yok. tek başına yapacaksa bana göre yapmamalı. kepçelerle gidip mezarlar kazılacaksa yapmasın, ben o şekilde istemiyorum. zaten ne şekilde öldürüldüğünü bile bilmiyoruz. öldürülüp toplu mezarlara gömmek zaten bir zulüm; bir de gidip kepçelerle kemiklerini parçalamak çok büyük bir zulüm bana göre. bizim için de çok ayrı bir acı...

    o meydandaki herkesin hikayelerini dinlemek zorundalar bir kere. ben eğer o gün dinlenseydim, babamın katillerinin eşkalini, arabanın plakasını bile verebilirdim. isteselerdi o gün bulunurdu benim babam...

    yapılacaklar belli, bağımsız ve güvenilir komisyonlar kurulmalı. toplu mezarlarla ilgili en ufak bir bilgi bile değerlendirilmeli, toplu mezar yerleri tespit edilmeli ve delillerin karartılmasına karşı koruma altına alınmalı. kazılar arkeoglar tarafından, hukukçuların, adli tıpçıların, bağımsız ve güvenilir komisyonların ve kayıp yakınlarının gözetiminde yapılmalı. kazılar ‘minnesote protokolü'ne uygun yapılmalı, asla kepçelerle değil. failler belli, bir an önce somut adımlar atılmalı ve failler yargılanmalı...

    cumartesi anneleri'nin anıtı olmalı orada. galatasaray meydanı değil de cumartesi anneleri meydanı olmalı orası. tüm sorumlular bulunup yargılanmadan bunun biteceğini düşünmüyorum. yarın cumartesi anneleri yorulduğunda onların çocukları devam edecek, olmadı onların da çocukları var arkalarında. annem eşini, ben babamı, benim oğlum dedesini arayacak. zannetmesinler ki cumartesi anneleri oturup yorulunca bu iş bitecek. bu kadar kolay değil, bunu bilsinler. arkalarındaki çocukları çok daha ağır şeyler yaşadı, o çocuklar soracaktır hesabını...

    annem diyordu ya, ‘toprak zulüm kabul etmiyor, her yerden insan kemikleri çıkıyor’ diye. 18 yıl geçti ama alışabileceğiniz bir şey değil. bir yakınınız öldüğünde canınız yanar, üzülür, ağlarsınız. ama bilirsiniz ki ölüm bir sondur ve onun bir mezarı vardır artık. zamanla buna alışır hayatınıza devam edersiniz. ama kayıp bir son değil bir başlangıçtır. umutlar, cevapsız sorular, soluğunuzu kesen ihtimaller, toprağın her bir çatlağından fışkıran insan kemikleri, travmalar, o tarifsiz acı, sevdiklerinizin ezilen parçalanan kemiklerini hatırlatan kepçeler ve asla kabul edemeyeceğiniz, asla alışamayacağınız ve asla aramaktan vazgeçmeyeceğiniz kayıp bir hayat..."

    (gözaltında kaybedilen fehmi tosun’un kızı besna tosun…)

    (röportaj: beyza kural)

    ...

    "önce kardeşim sonra babam öldürüldü, iki ay sonra da köyümüz yakıldı zaten...

    babamın 40'ı çıktığında köyü terk ettim... diyarbakır'a eşimin ailesinin yanına yerleştik, sekiz ay onlarla kaldım. o dönem ortam çok kötüydü, surlarda faili meçhul cinayetler işlenirdi, herkes korku içindeydi...

    diyarbakır'da kalsaydık eşim ya faili meçhul cinayetle öldürülecekti ya da tekrar cezaevine girecekti. önce eşim istanbul'a yerleşti...

    evimiz neredeyse her gün basılıyordu, eşimin babası evden dışarı çıkamaz olmuştu, polis sürekli takip ediyordu, eşimi soruyorlardı. ben de üç ay sonra çocuklarımla birlikte, 1994'te istanbul'a taşındım...

    istanbul'da bir bodrum katına yerleştik...

    türkçe bilmiyordum, türkçe'yi istanbul'da öğrendim. sudan çıkmış balık gibiydim, olayların psikolojisini üstümden atmadan bir yıl içinde eşimi kaybettim...

    eşim kaybedilmeden iki ay önce 14 yaşındaki oğlumu kaçırdılar, işkence yaparak babasının yerini söylemeye zorladılar. gözaltı kaydı olmadan günlerce emniyet müdürlüğü'nde kaldı... bu olaydan iki ay sonra da eşim gözaltında kaybedildi...

    neler olduğunu anlamaya çalışıyordum, hayatımda ilk kez gayrettepe'deki emniyet müdürlüğü binasına gittim. o zaman insanların burada öldürüldüğünü bilmiyordum. eşimi orada tutuyorlar diye birkaç parça kıyafet alıp, eşimin kardeşiyle birlikte şubeye gittik...

    ben bunları yaparken polisler bizim evimize gidip alt üst etmişler, eşimin iki fotoğrafını almışlar. o iki fotoğrafı da şubedeki dosyada gördüm. o zaman anladım eşimi kimin kaçırdığını...

    şimdiki aklım olsaydı, beş çocuğumu alır, emniyetin içinde oturur çıkmazdım, dünyayı ayağa kaldırırdım. o zaman ne yapacağımı bilmiyordum, beş çocukla kalakaldım...

    birkaç ay içinde kendimi toparladım, eşim için mücadele vereceğim, çocuklarımın geleceği için mücadele vereceğim, dedim. beş çocuk babasız kaldı, bunu oturup izleyemezdim...

    beni ayakta tutan iradem oldu. o zaman bilinçsizdim. 30 yaşıma kadar köyde yaşamıştım, okuma-yazmam yoktu, türkçe bilmiyordum. türkçe'yi burada öğrendim. çok zorladım... yabancı bir memlekette hissettim kendimi, yabancı insanlarla korku içinde kalmıştım...

    eşim çok iyi bir insandı. ondan hep güç aldım, her zaman beni tek başıma hareket edebilmem, karar verebilmem için teşvik ederdi, 'sana güveniyorum' derdi. o böyle söyledikçe kendime güvenim gelirdi...

    ben diyarbakır'da bile tek başıma dolaşmaya korkardım, eşim kaybolunca tek başıma birçok yere gitmek zorunda kaldım...

    ihd bana çok destek oldu. arkadaş olduk zamanla, yanımda oldular. oturma eylemine başladıktan sonra her hafta gittim eyleme, gözaltılara rağmen, tüm zorluklara rağmen oraya gittim...

    o zaman galatasaray meydanına avcılar'dan gitmek de çok zordu. 4 yaşında çocuğum vardı, maddi yönden de sıkıntıdaydık. evimizde telefon yoktu, yakınlardaki akrabamızın telefonundan arıyorlardı beni...

    bir keresinde çok kar yağmıştı, hiç unutmam, ihd'ye uluslararası bir heyet gelmişti beni taksim'e çağırdılar. otobüs durağına gittim, cüzdanıma baktım, bir tane bilet var. param da bir bilet alacak kadardı... düşündüm düşündüm, parasız yola çıkmaya korktum, eve geri döndüm. ama çok moralim bozuldu, akşama kadar ağladım...

    geçinmek için mi kayıplar için mi mücadele edeceğim diye arada kaldığım oldu. ama yine de vazgeçmedim. hep başaracağımı düşündüm, yoluma devam ettim...

    bir tekstil atölyesinde işe girdim ama sürekli mesaiye kalmam gerekiyordu, bir akşam mesaiye kalmak istemedim, beş çocuğum da evde beni bekliyordu. ama müdür kabul etmedi, mesaiye kaldım, eve döndüğümde çocuklar çok merak etmişti... 15 yaşındaki oğlum eve gittiğimde ağlıyordu... soğuktu, soba da yakamamışlardı... oğlum, ‘biz çalışırız, sen gitme bir daha’ dedi. işi bıraktım...

    sonrasında evden çalıştım, tekstil atölyelerinden aldığım işleri evde yaptım...

    çocuklar için de hayat çok zordu. çocuk yaşta çalışmaya başladılar, arkadaşları oyun oynarken onlar işe gittiler. hala da bu zorluklar devam ediyor. çok şeyleri eksik kaldı hayatta...

    ben de iki kişinin görevini yaptım, hem babalık hem analık yaptım. çocuklarım da çocukluğunu yaşamadan evin yükünü üstlendiler. arkadaşlarıyla doğru dürüst gezmeye gitmediler...

    televizyonda beni gözaltına alınırken gördüklerinde çok üzülüyorlardı, ‘babamızı kaybettik seni de kaybetmek istemiyoruz’ diyorlardı...

    babası kaybolduğunda üç buçuk yaşında olan küçük oğlum bu olaydan en çok etkilenen oldu. okula gitmek istemedi, ‘anne bize ant okutuyorlar, marş okutuyorlar, okula gitmeyeceğim’ diyordu...

    liseye kadar zorla gönderdim, lise birde bıraktı okulu.

    benim çocuklarım üstünde ne kadar emeğim varsa onların da benim üstümde emeği var, onların kazandığı parayla ben mücadeleye devam ettim, eylemlere katıldım...

    kayıplar mücadelesinde galatasaray çok önemlidir, ileride orada bir anıtın olmasını çok isterim. orada acılarımızı paylaştık arkadaşlarımızı orada tanıdık... orası bizim için mezar yeri... o meydanı direnerek, dövülerek, zorluklarla kazandık... .gidecek başka yerimiz yoktu ki...

    oturmalara başlarken üç talebimiz vardı: bir daha kimse kaybedilmesin, failler yargılansın, cenazelerimiz bulunsun...

    yıllar sonra cumartesi oturmalarına tekrar başladığımızda, ilk aklıma gelen, aradan bunca yıl geçti yine aynı yerde oturuyoruz yine aynı talepleri dile getiriyoruz oldu...

    ama artık kayıplar bittiği için vicdanım rahat. her dövülmemiz, her gözaltı bir kayba engel olabilir diye düşünürdüm...

    90'lı yılların sonundaki her eylemimizde gözaltına alınıyorduk. polisler meydana çıkmamıza bile izin vermiyordu. gözaltına alınacağımızı bilerek geliyorduk...

    98'de üç ay boyunca her hafta sonu evden çıkarken çocuklarımla vedalaşıyordum. belki tutuklanırım diyordum...

    bazen cuma akşamından buluşuyorduk, bu hafta hangi yoldan meydana varırız diye plan yapıyorduk. birkaç kez taksim ilkyardım'dan ya da cihangir'den taksiyle gitmeye çalıştık ama daha taksiden iner inmez saldırıya uğruyor, gözaltına alınıyorduk...

    en son ihd'nin içinde basın açıklaması yapmak zorunda kaldık. polis bizi içeri kilitledi...

    hücrede dört gün tutulduğumuz bir gözaltıdan sonra, ‘kaldığımız hücrenin duvarına slogan yazdığımız’ iddia edilerek hakkımızda dava açıldı. ama hücrede üç kadındık, üçümüzün de okuma yazması yoktu, sloganı nasıl yazacaktık ki?...

    sürekli gözaltına alındığımız dönem, polislerin beni saçımdan tutup sürüklemesine kızdım, canım da çok yanıyordu. gittim saçlarımı sıfıra vurdurdum...

    bir gözaltımızda da arkadaşımız sürüklenirken yere düştü, bizi zorla onun üstünden geçirerek araca bindirmişlerdi, çok üzülmüştüm. bütün vücudu mosmor olmuştu... aracın içinde de bizi dövmeye devam ediyorlardı, gaz sıkıyorlardı...

    son gözaltımız çok kötüydü. şişli'de kayıplar için bir fidanlık yapılmıştı, oraya su vermek istedik, yine araçlardan iner inmez gözaltına alındık. mecidiyeköy'deki emniyet binasına götürüldük... o gün çok kötü hakaretlere, küfürlere maruz kaldık. 60 yaşındaki anneler vardı. hepimizi tek kişilik karanlık hücrelere koydular. bir anne ‘ben boğuluyorum, buraya biri gelsin’ diye bağırıyordu... akşam ifadeye götürürken de çok küfür ettiler. dövülmek, işkence görmek değil o küfürler daha ağır geliyordu...

    bu mücadeleye hayatımı adadım, başka bir amacım da hiç olmadı. eşimin cenazesini aramaya devam edeceğim...

    şimdi de yol parası bulamadığı için cumartesi anneleri meydanına gelemeyen anneler var. ama tüm zorluklara rağmen kimsenin vazgeçmeye niyeti yok........."

    (gözaltında kaybedilen fehmi tosun'un eşi hanım tosun...)

    (röportaj: ayça söylemez)
  • sunay akın'ın 62 tavşanı adlı şiir kitabından bir şiirle çocuklarını gözaltında kaybeden anneleri hatırlıyoruz bugün.

    cumartesi anneleri

    galatasaray lisesi’nin karşısı postane
    resmi açıklamalara göre
    pulun zarfa yapışması için
    gözyaşı döküyor
    çocuğunun resmini tutan anne

    köpeklerini salıyor
    dev bir illet
    cumartesi annelerinin üstüne
    merak ediyor bir güvercin
    tasmanın hangi ucunda devlet

    çocuğunu kaybeden anne
    bir gün bulacağını umar
    tersi düşünülemez bunun
    ve korkutur yüreklerini
    tramvaya asılan çocuklar

    paran fil kadarsa
    bulunur garanti
    cumartesi açık banka
    cop sırtında paralanır ama
    annelere getirirsen karanfil

    verilse de onca gözdağı
    yine de anneler
    çocuklarına batmasın diye
    yüksek bir yere kaldırıyor
    ellerindeki tığı
  • "27 mayıs 1995 cumartesi günü 'kayıplar' için başlayan buluşmamız, 1996 yazında engellenmeye başlandı. bu engelleri çeşitli yöntemlerle aşmayı başardık. kayıplara karşı duyarlı milletvekillerini, kitle örgütü temsilcilerini, yazarları, çizerleri davet ettik, geldiler. çiçeklerimizle gittik, oturmayıp çiçeklerimizi bırakıp ayrılmayı denedik. temsili gittik, kalabalık gittik. sık sık gözaltına alındık ama her hafta yeni bir taktikle yine gittik. tam o sıralarda sezen aksu'nun kayıplar için yaptığı şarkı çıktı piyasaya ve bazı ana haber bültenlerine konu oldu, aktüel dergisi promosyon olarak bu şarkının kasetini dağıttı okurlarına. gazeteciler her fırsatta hükümet yetkililerini şıkıştırıyordu. yöneltikleri soru, 'cumartesi annelerine yapılanlar devam edecek mi?' idi. ve dönemin içişleri bakanı mehmet ağar, polisin fiili müdahalesinin sona ereceğine dair açıklama yapmak zorunda kaldı: 'cumartesi annelerine bu hafta sürprizimiz var.'

    bir süre sonra yeniden her hafta saat 12.00'de galatasaray lisesi'nin önünde buluşmaya, yarım saat oturmaya devam ettik.

    elbette her hafta yeni bir gerilime, yeni bir engelleme ya da yıldırma taktiğine gebeydi ama ne yapıp edip biz de kendimizce taktikler geliştirip baş etmesini biliyorduk. ta ki 15 ağustos 1998'e kadar... o tarihten 13 mart 1999'a kadar sayısız kere gözaltına alındık, gaz bombalarına maruz kaldık. ama yine her hafta galatasaray'a gittik, türkiye'deki kayıp gerçeğini anlatmaya çalıştık. şimdi uzun zamandır galatasaray oturmasına ara verdik, elbette kayıplar için başka işler yapılıyor ama, şimdilik galatasaray'da oturmuyoruz, orada ne zaman yeniden buluşacağımızın kararını henüz vermedik.

    asıl kritik olan dönem, 'son dönem' diye adlandıracağım 15 ağustos 1998 sonrasından söz etmek istiyorum; yani, son gözaltımızdan. artık galatasaray'ın çevresinden bile geçirmiyorlardı bizi. taksiye binip tam meydanda inmeden, saatler önce meydana yakın bir kahvede buluşup son anda çıkmaya kadar her yolu denemiştik. çoğunda başarılı olmuştuk ama her denediğimiz taktiğe karşı onlar da bir taktik geliştiriyorlardı. galatasaray'a helikopterle inmek dışında pek bir çaremiz kalmamıştı. galatasaray'a gelip gözaltına alınmak neyse de, buluşma yerine gelirken, taksim'de yürürken, insan hakları derneği'nden çıkarken gözaltına alınmak çok canımızı sıkıyordu. son olarak dikkatleri galatasaray'dan çekmek, 'toplantı ve gösteri yasası'nı ihlal etttiğimizi söyleyemeyecekleri ya da yolda yürürken "şüpheli şahıs" gerekçesiyle gözaltına alamayacakları bir yol aradık. bir başka yerde buluşup arkadaşımızın minibüsüne binip uluslararası af örgütü'nün her kayıp adına bir ağaç dikerek oluşturduğu kayıplar ormanı'nındaki ağaçları sulamaya gittik. polis oraya da gelmişti. emine ocak oğlu adına dikilmiş ağacı sularken, elindeki şişeyi hırsla aldılar, hepimizi bir minibüse doldurup mecidiyeköy karakolu'na götürdüler. hepimizi teker teker birer hücreye tıkıp bütün gün yüksek volümle ırkçı müzikler dinlettiler. 15 ağustos 1998'de başlayan hemen her hafta gözaltıyla sonuçlanan kayıplar için bir şey yapma arzumuz bu kez mecidiyeköy karakolu'nda noktalanmıştı. doğrusunu söylemek gerekirse artık bıkmıştık. bıkmıştık ama gitmeden edemiyorduk. aylardır galatasaray'dan geçmemiz, çiçek bırakmamız hatta galatasaray'ın yakınında bulunmamız gözaltı nedeni oluyordu. üstelik de, her hafta alıp bıraktıkları, isimlerini bildikleri insanları tutanaklara şüpheli şahıs olarak geçirip hem hak gaspı hem de yalancılık yapıyorlardı. yasaları işlerine geldiği gibi kullanıyorlardı ve bunu içimize sindiremiyorduk, öfkeleniyorduk. bir yandan en demokratik diyebileceğimiz hakkımız engelleniyordu ama daha önemlisi, kayıp yakını olmayanlar kayıp yakınlarını çok iyi anlıyorduk. onlar için galatasaray'ın önemini biliyorduk. bir mezarı dahi olmayan çocuklarıyla adeta orada buluşuyorlardı. küçük çocuklar bayramlarda oraya bayramlıklarıyla geliyorlardı, annelere anneler günü çiçekleri orada veriliyordu. kendi aralarında dertleşiyorlar, çocuklarından söz ediyorlar ve onlar için bir iş yaptıklarını hissediyorlardı. ben kendi adıma en çok şu mezar işine takılmıştım. kaybettikleri yakınlarının bir mezarı yoktu, ve bütün kaybolanların sembolik mezarı haline gelmişti galatasaray."

    kaynak: filiz koçali, "'cumartesi anneleri'nin inadı", kamusal alan, hil yayınları, 2004

    bkz:
    - berat günçıkan, cumartesi anneleri, iletişim yayınları, 1996
    - "cumartesi anneleri'nden 'cumartesi'", bianet, 17 mayıs 2002
    http://bianet.org/2002/05/17/haber10036.htm
    - yıldırım türker, "kayıp ilanı", radikal, 23 mayıs 2005
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=153511
hesabın var mı? giriş yap