aynı isimde "çocukluk (dizi)" başlığı da var
  • twitter'da sahane bir tanimina rastladim:
    "çocukluk, gecenin bir yarısı tuvaletten odana koşarken kimsenin seni yemediğine sevinmektir."
  • iyi cesaretti şu çocukluk.. elinin yanacağını bile bile o sobaya dokunmak, korkak yetişkinlerin yapacağı bir eylem değildi. "çarpılmak nasıl bir şey ki eheh" diye elini inadına prize sokmak veya kumandayı söküp pillerin tadına sık sık bakmak da. evet, pil yalamak aslında normaldi ve sadece büyüklerin saçma bulabileceği bir şeydi.

    parmağın zar tabakasına iğne geçirmenin etrafta yarattığı infialin verdiği zevkin ya da ikinci kattan kum havuzuna atlamanın kalpte hissettirdiği o deli çarpıntının benzerini yaşadık mi bir daha?

    su birikintisi görünce içine girip zıplamak yerine ayaklarımız ıslanmasın diye vazgeçmeyi seçtik büyüyünce. çocukken ayakkabın ıslanırsa çıkarır yalınayak devam ederdin yoluna oysa.

    buz gibi su içmenin en çok zevk verdiği zamanın donumuza kadar terliyken olduğunu bilmiyormuşuz gibi, hastalıkla uğraşmayalım diye terleyince soğuk su içmeyi bıraktık belki. boğaz ağrısından korktuk ateşlere atlayan o çocuk biz değilmişiz gibi..

    çocukluk bunları düşünmemekti. nedensizlik, sonuçsuzluk, zamansızlık ve an'ı hesapsızca yaşamaktı..

    odayla tuvalet arasında canavarlardan kaçıp yorganın altına yakalanmadan girebilirsek bizden daha başarılısı ve şanslısı yoktu. kendimizi orta doğu ve balkanların en hızlı koşucusu ilan edip, gururla ve gülümseyerek uyurduk.

    dizlerimizde hiç geçmeyen binbir çeşit yara, kolumuzda yaramazlık nişanesi gibi imza dolu alçıyla, kurtuluş savaşında kahramanca çatışmış askerler gibi mücadele verdiğimizi en iyi biz bilirdik.

    çocukluk her şeydi. beslenme kaynağıydı. kontrolsüzlüğün konforuydu. saf sevgiydi. kötücül düşüncenin barınmadığı temiz kalpti. kayıtsız bağlanmak, şartsız güvenmekti. sevginin karşılığını fazlasıyla vermekti.

    soğukta cepte taşınan konyak gibi, elimizi attığımızda tek yudumuyla içimizi ısıtandı çocukluk..
  • eski fotoğraf albümlerinde sabitlenmiş mutluluktur çocukluk. dize nakış olan yara izi, kolda imzalı alçı bile tadını kaçıramaz onun haylaz coşkusunun. şablonu çizgi filmlerden, içeriği şeker ve çikolatadan oluşan tatlı bir evrendir çocukluk. ezbersiz, yalın, berrak bir su gibi masumdur. köfte-patates ikilisi umut verirken, dondurma hayal gücünü besler onun. mevsimi hep yaz, zamanı öğleden sonra, ortalık her daim günlük güneşlik.
    kimsenin eli değmesin, kimse incitmesin diye yüreğin en derininde sedef kakmalı bir sandık gibi saklanır çocukluk..
    içinde her şeyin ilki olan bir sandık; ilk gülüş, ilk adım, ilk bisiklet, ilk uçurtma, ilk tatil, ilk sıra arkadaşı, ilk aşk..

    çocukluğumuzu yitirmeden, iyi saklamak gerek. ara sıra bile olsa ona sarılmak, öpüp koklamak iyi geliyor, iyileştiriyor..
  • insanların yetişkin hayatlarındaki bütün saçma davranışlarının, takıntılarının, komplekslerinin suçunu ve sebebini yükledikleri dönem.

    şu mecrada adımın acımasıza çıkmasından çekinmiyor değilim; ama içimi sözlükte de dökmezsem nerede dökeceğimi hiç bilmiyorum. otuz yaşını geçmiş kadın ve erkeklerle tanışıyorum. süreçte ilişkiler ilerliyor, ortak alanlar çoğalıyor. tanışıklık arttıkça karakter defoları da su yüzüne çıkmaya başlıyor. tuhaf dengesiz tavırlılar, girdiği ortamda hakimiyeti ille ele almak zorunda hissedenler, ağlaklar zırlaklar, çeşit çeşit problemli hareketi alışkanlık haline getirmiş bir dolu insan. yeri geldikçe ilişki zedelenmesin, medeni çerçevede devam etsin diye uyarmam gerekiyor, "bak bu hareketi bana yapma, buna uzun süre tahammül edemem" minvalinde. bir uyarırsın, iki uyarırsın. hala aynı karakter defosu canımı sıkmayı sürdürüyorsa kesip atmak en doğrusu tabi. bunu böylece ifade ederek ilişkiyi bitirmeyi istediğimi söylediğimde ise karşımda bulduğum savunma mekanizması: çocukluk travmaları ve bütün ihtişamıyla sigmund freud. sen de olmasan bu kadar dalyarak ne yapardı hiç bilemiyorum sevgili freud. iyi ki geçmişsin şu soluk mavi gezegenden, iyi ki yaşamışsın.

    ben bu çocukluk acılarının önüme dökülerek çeşitli dangalaklıkları sineye çekmemin beklenmesine çok sinir oluyorum. birkaç ay önce kıskançlık başlığına bir yazı yazmıştım. (bkz: #89659757) bu yazıda özetle kıskanç insanlara tahammül edemediğimi, hayatımda yer vermediğimi anlatmıştım. "kimi insanların kıskanç yapıda olmalarının sebepleri nelerdir" gibi tartışmalara hiç girmemiş, direkt kıskançlığın sonuçlarına ve üzerimde yarattığı etkiye odaklanmıştım. bu entry üzerine tam dört farklı yazardan olumsuz mesaj aldım. bu yazarların ortak noktaları, kendilerinde kıskançlık davranışının, zor bir çocukluk geçirmeleri, güvensiz bir ortamda yetişmeleri ve kaybetme korkusu yaşamaları nedeniyle ortaya çıktığını anlatmalarıydı. hepsine benzer bir yanıt vermiştim: nedenlerle ilgilenmiyordum. benim hayatta kendimi sorumlu hissettiğim 5-10 tane insan var. diğer kimsenin eşi, annesi, çocuğu, dadısı, bacısı ya da psikoloğu değilim. gidip kendilerini umursayan insanlardan yardım isteyebilir ya da ücreti mukabilinde uzman yardımı alabilirler. bedavadan her denk geldiğim problemlinin "vah ama yazık küçükken annesi ilgilenmemiş" diye derdini kahrını çekecek değilim. enerjimi ve zamanımı muhtaç hayvanlara harcamayı tercih ederim. herkes nazının geçtiğine ağlasın bir zahmet.

    dahası ben bu "ama çocukluğum" bahanesinin ne kadar gerçekçi olduğunu da bilmiyorum. yani bir insan kötü bir çocukluk geçirdiyse artık ille problemli mi olmak zorunda? hiç sanmıyorum açıkçası. zor çocuklukları olmuş insanlar tanıyorum, geçmişleriyle yüzleşmişler, yaşadıklarını kabullenmişler, gayet komplekssiz problemsiz hayatlarına devam ediyorlar. mümkün demek ki. üstelik sayıca hiç de az değiller. bence bu çocukluğuna takılı kalmış otuz yaş üstü haspalar, problemlerini çözmeye çabalamak yerine insanlardan anlayış dilenmek kolaylarına geldiği, insanların merhametine, vicdanına oynayarak hayatta her istediklerini daha az çabayla elde edeceklerini bildikleri için hususi yapıyorlar bunu. benim dünyamdaki sonucu ise -doğal olarak- yar saçları lüle lüle, manyak herif sana güle güle oluyor.
  • cahit sıtkı tarancı'nın bir şiiri:

    affan dede'ye para saydım,
    sattı bana çocukluğumu.
    artık ne yaşım var ne adım;
    bilmiyorum kim olduğumu.

    hiçbir şey sorulmasın benden;
    haberim yok olan bitenden.
    bu bahar havası, bu bahçe;
    uçurtmam bulutlardan yüce.

    havuzda su şırıl şırıldır.
    zıpzıplarım pırıl pırıldır.
    ne güzel dönüyor çemberim;
    hiç bitmese horoz şekerim!
  • bütün hayatımız boyunca gerçekten sahip olduğumuz ve sadece bize ait, insanın kendi olduğu tek zaman parçasıdır.

    isli, puslu, sisli, soba dumanının genzi yaktığı sabahlar zamanıdır. evin en küçüğü olmanın herhangi bir artısı olmaması aksine annem beni geç bir yaşta doğurduğu için 2 abim tarafından şakayla karışık "piç lan bu" diye sıfat üstüne sıfat giydirildiğim zamanlar. kalburüstü bir semtten göçmek zorunda kaldığımız, gecekondu mahallesi. gece sokağa çıkma yasağının olduğu zamanlar. gece çıkmak yasak ama gündüz olabildiğinde özgürlük. çocukluk işte.

    o kadar huysuz bir çocuğum ki kendi sesimden rahatsız oluyorum çok zaman. evde herşey, benden gizli yapılıyor. bir yere mi gidilecek fısır fısır konuşuluyor, ben işe uyanmadan gidiyorlar nereye gideceklerse. şimdi kızamıyorum. sürekli zırıl zırıl ağlayan bir çocukla hayat cidden zor olurdu.

    manik depresif ablam yüzünden erken emekli olan babam. şair küçük abim, babam ile siyasi tersliğe düştüğü için kendini almanya yollarına atan büyük abim. devrimcilik peşinde koşan küçük ablam ki sonra başını secdeden kaldırmayan bir kadın oldu. galiba en çok o cocuk olmadı 17 yaşında evlendiği için.

    ben ise hala çocuğum. erkek traşlı saçlarım, sürekli akmak için bekleyen bir damla göz yaşımla hala çocuğum.etrafımda onlarca şey oluyor. çocukluk bir zırh da galiba ya umursamıyorum ya da çocuk olmaya sığınıyorum. ablam zaman zaman kötüleşiyor. kendi kendine yarattığı o dünyanın sınırları daraldıkça, kendi gerçekliğinde kayboluyor. hiç unutmuyorum. onu halının üstünde mavi bir mayo ile

    "yüzüyorum baba yüzüyorum"

    deyişini. o an da çocukluğumdur. hem gülüyorum, hem ağlıyorum ama unutmuyorum. galiba çocukluk bir yorumsuzluk hali de aynı zamanda. çok kendine dönük. dışarıda ki herşeyi anlayıp, uzak tutabilmek kendinden.gecekondu mahallemiz kalabalıklaşıyor. çok katlı evler yapılıyor. yeni arkadaşlar, çocukluğu gerçekten çocukluk yapacak, yeni unsurlar katılıyor hayata. ilk aşk tabi ki çocuklukta. yükselen binalarda ki yaşayışlar merak ediliyor. ileride onlardan birinde yaşama hayali yer alıyor bir yerde. tek katlı evin bahçesinde, o ısıklara bakıyorum. çocukluk merak galiba biraz da.

    çocukluğumda giden abim neyse ki yine çocukluğumun içinde çıkıp geliyor. tanımıyor beni. yine çocuğum ama biraz büyümüş bir çocuk. derken, herkes uzaklaşıyor birbirinden. çocukluk yakınlık da galiba biraz. hesaplı bir iş değil. büyüdükçe çocukluktan uzaklaştıkça herkes o ölçüde uzak durmaya başlıyor birbirinden. yine yüksek binalara bakıyorum. ışıkları parlak...

    şimdi buradan, parlak ışıkların içinde oradaki karanlığı özlüyorum. aşşağıya bakıyorum, orada evinin bahçesinden yukarıdaki parlak ışıkları merak eden kızı arıyor gözlerim. orada bir yerde biliyorum. çocukluğum gibi yaşadığını, yaşandığını biliyorum.

    göremiyorum.
  • hayatımın en 'insan' yıllarıydı, dobraydım lan bikere, inandığım şeylerin arkasından giderdim.. özellikle haksızlığa karşı tahammülüm yoktu.. noldu da bu hale geldim acaba? şimdi bedenimden kalbimi söküp alsalar sesim çıkmayacak sanki.. kim pıstırdı bizi böyle?

    çocukluktaki o umursamazlık neydi acaba, güzel bir bencillik vardı.. ama o bencillik hep bana olsun bencilliği değildi, duygularının bencilliğiydi.. kimseyi , hiçbirşeyi düşünmeden duygularına göre hareket edebilme özgürlüğü..

    dedim ya haksızlığa tahammülsüzlük vardı özellikle.. şimdi şimdi farkına varıyorum aslında o duygunun ne kadar değerli birşey olduğunun. o zamanlar farkında değildik çünkü.

    öyle bir geçer zaman ki dizisinde, osman , yaşlı lemi'nin bahçesine dalıp incirlerini çalıyordu. annesi de 'oğlum bu yaptığın hırsızlık, çok ayıp!' diye kızmıştı.. osmanın söylediği bir söz vardı, 'bu ağaç leminin değil ki bu ağaç allahın, o ağaç dikilirken lemi ordamıymış , onunmuymuş sanki.. almış bahçesine.. ' , bu söz sonrasında osmanın büyük iç sesi de 'meğersem bu tezimle kapitalizmin mülkiyet hukukunu çürütmüşüm' demişti.. işte böyle, bütün aslında o delicesine, ortaya attığımız çocukluk teorileri en doğru olanları..

    babam asker olduğundan dolayı, bu tür haksızlık olaylarının çok çok içinde oldum hep.. bazen komutanların askerlere bağırdıklarını- tokatladıklarını görürdüm.. o zaman nefret ettim ya bütün bu hiyerarşik düzenden..

    birgün okul servisinde giderken bir rütbeli bizim yanımızda askere tokat atmıştı.. rütbelinin boynuna sarılıp şapkasını aldım ve servisten dışarı attım.. 'sen kimsin de ona vurma hakkı buluyosun kendinde, al işte bu şapka kadar değerin vardı, oda gitti, neyin kaldı şimdi ondan üstün' diyerek hayatım boyunca ettiğim en büyük sözü ilkokul bebesiyken ettim... sonra rütbeli gidip babama şikayette bulunmuş, benim yaptıklarımdan dolayı özür diledi babam, hayatta savunmayacağı dayak için , göz göre göre haksızlığın olduğu aşikar olan bir olayda , babam gidip benim adıma özür diledi.. o gün ben babamdan daha mantıklı ve özgürdüm.. daha da o kadar özgür olamadık herhalde..

    sahildeki mısırcının arabasını kitlemeye çalışan zabıtayla çatır çatır tartıştığım, 'git kendi işine bak adam ekmek parası kazanıyo' diyip ellerimle mısırcı arabasını koruduğum, akşam izmir kordon da gecenin 12'sinde kokoreç satan adamı görünce, annemlere 'siz bu kadar saattir gezip eğleniyosunuz, o adam para kazanmak için gecenin bu saatinde dışarılarda..' diye hüngür hüngür ağlayıp annemlere zorla kokoreç aldırdığım, gece boyunca o adamın yüzünün gözümün önünden gitmediği günler artık bana çok uzak..

    şimdi görsem kokoreççiyi, 'vay amk, gecenin bu saatinde iyi para kırıyodur burada, bende eşşek gibi okuyayım daha,! yürü git manyak' derim..

    doğrusu hangisi bilmiyorum ama, ne bu vicdansızlıkla gider bu iş, ne de çocukluktaki romantiklikle.. ortak bir noktasını bulmak gerekli, insalıktan çok uzaklaşmadan..
  • çocukluk dedikleri, hele sizden yalnızca 1 yıl 3 ay küçük kardeşiniz olursa filan çok süper geçerdi lan. anlatılacak çok şey var. ama madem gecenin böyle sabaha yavşayan saatindeyiz, bir tanesiyle geçiştirelim. kimsenin görmeyeceği saatleri seviyorum. içimi çıkarıyorum lan kolay iş mi? ama hikâye boktan, yine de uyarayım.

    izmir...apartmana taşınalı 2 sene olmuş, apartman demeye bin şahit. müteahhite sordum "beş dakikada mı yaptınız?", "hayır dedi 40 yıl art..."öeeeh. yazamayacak kadar kötü bir espri tamam. (zaten bu anektodu bir ekşici haydi hiçbir yerden duymamış olsun, yiğit özgür'den duymuştur. malum seviliyor adam, ne paylaşılsa altına geldi yine tipini, yok kaçın ne biçim espri lan bu...bıktık be.)

    neyse müteahhit rizeli, zaten davalığız,
    (yıllar sonra gelen edit: müteahhit, bu "milletin amına koyan" adamın kuzeniydi. soyismi cengiz yani),
    pedere silâh çekmişliği de var. aslında pederin bana çektiğini, silâh değil, böyle şeylerde heyecanlandığını gözlemliyorum ya neyse. bir şey olmadı. o aralar küçüğüz. davalık olma nedeni oturma izni problemi, karşı apartmana mesafe kısa diye apartmanın bir tarafında balkon olmaması lâzımmış. adam imarda olmamasına rağmen döşemiş bizim tarafa da balkonu. neyse herhalde rüşvet filan mı nedir, balkona bir şey olmuş değil.

    biz de kardeşimle o sikik balkondan karşı lüküs apartmana yeni taşınanları takip ediyoruz. bir de arkadaşımız var, isim vermeyeyim rencide olmasın, mahallenin ağzına sıçıyoruz afedersiniz. boş dairelerin camlarını sökmekten, yoldan geçenlere su dolu balon, avize elması??? fırlatmaya, tüpçü,pizzacı, spotçu??? bazen üçü birden çağırmaya devam. of çok uzattım. bunlar konuya bağlanmayacak bebeğim, boşa okudun.

    karşı apartmana, biz 4. kattayız, onlar 2. kat, yeni bir aile taşındı. lan bir kızları var of ilik gibi, kıvırcık, 10 ya var ya yok, bu arada ben 11, bizim kanki 10, kardeşim 9. hemen şey sanma amk. neyse simge miydi neydi kızın adı, bununla kikirdeşiyoruz üçümüz de. balkonuna bir şey atıyoruz nasıl bir kur ise artık... aradan 1 ay geçti ama mevsimlerden hâlâ yaz amk, bitmezdi lan o yazlar. ne güzeldi be, "beeekler sahilde meltem içimde fırtına, yeniden de sevebilirizzzz, akdeniz." ayna'dan dinlediniz, biz de o ara dinledik. fekat o ara bizim birader balkondan bir tükürdü ki, balgamıyla zaten kırılmadık rekor bırakmamıştı, tükürmesiyle aşağılardan bir yerlerden "lan, lun?!?!?!" sesleri bizim evin içine kadar geldi.

    kankiyle durduk ne oldu ya diyoruz, kardeşim dedi abi simgelere tükürdüm, çorbalarının içine girdi balgam. oha diyorum amk 11 yaşındayım, oha diyorum ona rağmen ya. nasıl diyorum lan nasıl becerdin? ailecek sofrada imişler bir de. adam bağırıyor: "geliyorum belânızı sikicem piç kuruları..."

    biz hemen evin diğer tarafındaki balkona koşturduk. niye bilmiyorum. artık isim vericem kardesim semir ve koral ağlamaya başladılar. çömelmiş "abiiiğ naapçaz böhüböhü", lan dedim "durun, sakın ses çıkarmayın, basar basar gider". bu arada adam aşagıda herhalde bütün dairelerin ziline basıyor. bizim daireye kadar çıkışını büzüğümüz elverdiği ölçüde sol memenin altındaki cevahirin çarpıntı sesiyle karışık duyduk.

    adam zili çaldı. semir, daha 9 yaşında lan, refleks olmuş salağa herhal, "kim ooooo?" demez mi... al başına belâyı, allahım bak bütün bu 10 dakikayı nasıl 1 saatte anlatıyorum anla, zaman geçmiyor hacı, durdu. adam açın kapıyı ben sivil polisim, sizi bitiricem, şöyle yalayacam, böyle ters çevirip düz..." tövbe, o zamanlar suskunlar yok, sleepers'ı da ben izlemedim amk bildiğin bok yoluna gidecekmişiz gibi bir hava.

    neyse adam kapıyı yumruklamaktan bir 10 dakika sonra vazgeçti, siz göreceksiniz dedi gitti.

    akşamında babamlardan duymayı bekliyorum ama ne gelen oldu ne giden. ulan dedim adamlar niye gelip bizimkilere şikayet etmedi, çıkışmadı. çok geçmedi anlaşıldı, gerçi anlaşıldı derken hâlâ olayın aslını yalnızca biz üçümüz biliyoruz.

    bir gün belediye ekipleri geldi, karşı binaya yakın olan bizim 5 dairenin balkonunu teeek tek yıktılar. ve sanki işiymişçesine, bu yıkımı o simge'nin ana babası başından sonuna izledi. başında durdu amk başında. daha da kötüsü, bu yıkımdan bir hafta sonra taşındılar. yani "sizi sikmeden gitmeyiz 10 yaşında da olsanız" ayarını bizimle beraber, tüm apartmana yedirdiler.

    kimse bilmedi olayın içyüzünü.

    bu kadar.

    çocukluk, en ilginç saçmalamaların ev sahibidir. önce balkonu yıkılır.
  • toprağı suyla karıştırıp çamur yaptığımız zamanlar vardı bizim. neşemiz çamura, çamur neşemize karışırdı.
    burnumuza kadar bulaştırıp o çamuru, sefkatli ellerden fark edip silmesini beklerdik.
    velettik kısacası.

    bilyelerimiz vardı.
    misket büyüklüğünde bir heyecan gelip otururdu böğrümüze her yeni parlayanını gördüğümüzde.

    dizlerimizde yaralarımız vardı. itişmekten, kakışmaktan, top peşinde koşmaktan.

    hıçkıra hıçkıra ağlayabilme özgürlüğümüz vardı.

    elim sende oyunumuz vardı.
    ki ellerimiz hep hoşlandığımız küçük kızda kalırdı.

    devamlı birileri ne yapmamız gerektiğini söylerdi.
    ''otur, sus, gel, uyu, ye...''
    velettik yani kısacası.
    kısacık şirin veletlerdik.

    ne oldu sonra?
    hatırlayan var mı?

    bazen birileri öldü. büyüdük.
    bazen aşık olduk. büyüdük.
    bazen aşık olduğumuz öldü. büyüdük.
    aşık olduğumuz bizi öldürdü bazen. daha çok büyüdük.
    hep birinci olmaya çalışırken olamadık çoğu zaman.
    her istediğimiz olmadı. istemekten vazgeçmedik hiçbir zaman.
    hayal kurmayı bilyelerimize hapsettik.
    çamur attılar saflığımıza.
    kaldı izi.
    büyüdük.

    içimizdeki çocuğu aldırdık.
    her yer kan revan...

    ah! yirmili yaşlar...
    farkındalık, cahillikten daha korkutucudur.
    hep daha çok farkında, hep daha çok özümseyerek ilerlemeye çalışırız.
    büyürüz kısacası.
    bir daha da kısalmayız.

    arada göz kırpar o çocuk içinizden.
    ben o anlarda bilyemi çıkarırım hemen cebimden, avcumun içinde sıkar, sarılırım ona.

    arada göz kırpar o çocuk içinizden.
    sarılın ona!
  • bir arabaya atlayıp cuma ovası'nın yol kenarında çiçek satmaya bakar. veyahut kemeraltı'na gidip özsüt'ün iki adımlık dükkanında kazandibi yemeye. ordan bağarası'ndaki bir düğüne de gideriz. sonra ortaklar'da çöp şiş yemeye kendimizi kaptırıp otobüsü kaçırırız. germencik'ten her geçtiğimizde yine birbirimize bakıp güleriz. sonra evimize döneriz. canımız sıkılınca çekip taşköprü'ye gideriz, biraz da orda kalırız.

    gecenin bir körü kalkıp çiğ sucuk yeriz gizli gizli belki. yanına da bi kola patlatırız. herkesin dedikodusunu yaparız, en çok biz güleriz. aralarında 45 yaş fark olan iki insan değilmiş gibi yaşarız yine. bunun için ikimizden ikisinin de yaşaması gerek. kimse kimsenin babaannesi, kimse kimsenin torunu gibi olmayarak yine çocuk olabiliriz aslında. bunun için buraya gelmen gerek.

    ikiniz birden gidince benim için biraz zor oldu tabii. yine de çocukluk, bir babaanne için feda edilebilecek en basit şeydi. keşke aramızda pazarlık yapsaydık.

    atla hadi gezelim.
hesabın var mı? giriş yap