• bazı romantikler ne zaman londra'ya veya berlin'e gidip hasbelkader bir müze görse memlekete döndüğü zaman daha bavulunu açmadan yurtdışında sergilenen makus talihli "yetim ve öksüz" eserlerimizden söz edip bık bık kafa ütülemeye başlar.

    peki o eserler yabancı müzelerde olmasaydı acaba nerede, hangi müzelerimizde olurdu? bir zahmet tarihe baksalar her şeyi görecekler ama londra/berlin görmüş bir gezgin olmanın verdiği üstünlük hakkına dayanarak atıp tutmanın şehveti her şeyin üstüne çıkıyor.

    oysa anadoluda "kafa kireci" diye bir uygulama var. eski heykellerin kafaları koparılıyor ve kireç yapılıyordu bir zamanlar. (aktaran bütün türkiye'yi gezip dolaşan bir tarihçidir.)

    dünyanın kanseri ingilizlerden, almanlardan ve fransızlardan nefret ederim ve onları haklı çıkarmak gibi bir niyetim yok ama kaya mezarlarını dinamitle yok eden insanlarla aynı ülkede yaşadığımız gerçeğini de unutmayalım.

    bir başka örnek: konstantinapolis'i 1204-1261 yılları arasında gemiye konabilecek büyüklükte ne var ne yok yağmalayan latinlerin bile çalmayıp geride bıraktığı üç yılanlı sütün vardır. kanuni sultan süleyman döneminde üç yılanlı sütunun sapasağlam olduğu minyatürlerde görülüyor.

    peki üç yılanlı sütün yerinde duruyor mu şimdi? zamanla ortadan kaybolan yılan başlarından birisinin üst çene ve başın üst yarısına ait parçası o tarihte ayasofya'yı onaran mimar fossati tarafından 1848'de bulunmuş ve yetkililere teslim edilmiş. şimdi istanbul arkeoloji müzesi'nde sergileniyor.

    oysa latinlerin çalıp götürdüğü eserler götürüldükleri yerlerde pamuklara sarılmıştır. alınıp götürülen ve hipodromu süsleyen anıtların en ünlüsü quadriga adı verilen zafer arabasını çeken dört bronz at heykeli de şimdi san marco kilisesindedir. (ekşi sözlük yeterli gelmiyorsa aynı konuda romantik bir yazı örneği daha: quadriga atlarının sürgün hayatı

    yılanlardan geriye bir şey kalmamış, merak ediyorum acaba ünlü quadriga heykelleri sağlam kalır mıydı? yaşananlara bakıldığında en iyi ihtimalle atlardan birinin kafasının geriye kalacağını tahmin ediyorum.

    bir başka örnek: alınıp götürülmeyen dünyanın başlangıç noktası veya sıfır noktası sayılan milion anıtından geriye sadece tek bir taş parçası kalmış!

    şurası bir gerçek; atalarımız tarihimizi yabancılar kadar korumadı ve gereken özeni göstermedi:

    "justinian sütunun yüksekliği 50 metre civarındaydı. sütun tuğladan yapılmış ve üstü bronz levhalar ile kaplanmıştı. sütunun üstünde imparator justinian at binmiş heykeli vardı. sol elinde dünyayı temsil eden bir küre tutuyor, sağ eliyle de doğuyu gösteriyordu. sütun ve heykel fetihe kadar ayakta kalmış ama fetihten sonra yok olmuştur." (alıntı)

    bir yanlışı da düzeltmek gerek, yurtdışında sergilenen eserlerin bir kısmı çalınmış olsa da bir kısmı bizzat padişahlar eliyle yabancılara hediye edilmiştir. zaten maalesef biz halka açık bir müze (1746) kurmayı yabancılardan yüz küsur yıl sonra (1869) akıl ettik.

    çok gerilere gitmeyelim , yakın bir tarihte ayasofya'nın kapılarından birinin (şifalı olduğu gerekçesiyle) parça parça koparıldığı haberleri her gün yayımlanıyordu.

    kişisel bir hatıra: süleymaniye camii haziresindeki mezar taşlarının matkapla delinip üzerine levhaların çakıldığı zamanı gözlerimle görmüş birisiyim. ne yazık ki yetkililer kimsenin gözyaşlarını dinlememişti. bir zaman sonra facianın farkına varıldı ve geçmiş tamir edilmeye çalışıldı.

    mimar sinan ve kanuni sultan süleyman gibi anıt şahsiyetlerin olduğu bir yere bile elinde matkapla destursuz giren zihniyet bizim esas sorunumuzdur. kendi ölülerimize saygımız da kendi tarihimize saygımız ölçüsünde maalesef. (kendi tarihimiz derken hititlerden başlayarak bu topraklarda hüküm sürmüş her uygarlığı kendi tarihimizden sayıyorum.

    lakin "kendi tarihimiz" kavramını son 700 yıla daraltanları bile çıldırtacak bazı hastalıklı uygulamalar yaşanmış.

    mesela şinasi acar'ın "gelimli gidimli dünya" kitabında yazanlara bir bakın:

    “19. yüzyıl ortalarına dek bugünkü tepebaşı ve kasımpaşa yamaçları ile taksim, harbiye ve gümüşsuyu sırtları büyük mezarlıklarla kaplıdır. bu mezarlıkların ve kent içindeki irili ufaklı hazîrelerin bir bölümü tümüyle iskâna açılarak yok edilmiş; pek çoğu da yeni açılan ya da genişletilen yollar nedeniyle büyük ölçüde daraltılmıştır. istanbul’daki mezarlıkların herhangi bir planı ve haritası yapılmadığı gibi envanterleri de çıkarılmış değildir.”

    kitapta osmanlı dönemi dahil resmi mezarlık kayıtlarının eksik de olsa ancak cumhuriyet döneminde (1939) tutulmaya başlanması ve bu konunun çağlar boyunca hiç ilgi görmediğini anlatıyor. (soyadını bırakın doğru düzgün sokak ismi bile yoktu bir zamanlar. ancak 1927'de genel nüfus sayımını kolaylaştırmak için sokaklara isim verme işi başlatılmış.)

    acaba kime "öfke" duymalıyız?

    romantikler ağızlarının suyu akarak çeşitli öyküler anlatır: mesela hattatlar, kamış kalemlerinin yongalarını bir yerde biriktirip, öldükleri vakit yıkanacakları suyu ısıtmada kullanılmasını vasiyet ederlermiş.

    doğru elbette, her hattat öldüğü vakit türk hat sanatının en büyük üstadı şeyh hamdullah efendi'nin mezarına yakın gömülmek istermiş. oysa günümüzde şeyhin mezarının çevresinde pek hattat mezarı yoktur. neden?

    işte cevabı: behçetî ismail hakkı efendi kendi başına karacaahmet kabristanı’nda gömülü en önemli 520 kişinin mezar taşı kitabelerini incelemiş ve 1929 tarihli 86 sayfalık bir defterde toplamış. ancak 46 yıl sonra ibrahim hakkı konyalı, “üsküdar tarihi” adlı eserinde bu mezar taşlarını karacaahmet’te tek tek aradığını fakat 520 mezarın yarıdan fazlasının ne yazık ki yok olduğunu tespit etmiş! (sahipsiz mezarlar vahşi yöntemlerle yok edilmiş ve yerlerine yeni mezarlar yapılmış.)

    demem o ki bence asıl mesele yurtdışında sergilenen eserler değil, onlar zaten oldukları gibi duruyorlar. asıl mesele ülkemizde halen sahibi olduğumuz tarihi ve özgün sanat eserleridir. biz bundan sonrasına bakmalıyız.

    romantik söylemlere rağbet etmeyelim, tarihi eserlerimizi korumak ve çalınmasını engellemek en temel hedefimiz olmalıdır. ötesi boş laftır.

    romantiklere acı bir gerçeği daha duyurayım: başta kadim şehir istanbul olmak üzere pek çok şehirde modern binalar ve oteller yapıldı/yapılıyor. birkaç dürüst insan/kurum inşaat sırasında haber veriyor da tarihimizin yüzde birini koruyabiliyoruz. buna da şükür diyorum. ancak çoğu zaman inşaatlar denetlenmediği, denetlenmesi de kesinlikle istenmediği (veya çeşitli illegal yöntemlerle engellendiği) için birçok tarihi eser yok edildi/ediliyor.

    benim asıl öfkem buna.
  • ortaokuldayken okulum adina yamuk bir ingilizceyle ve "dear sir or madam"la başlayan bir mektup yazıp türkiye ve anadolu'yla ilgili ellerinde bulunan hersey hakkında dökümantasyon istedigim ve cevap olarak bana 2 koli yazı,resim,broşür ve poster gönderen dünyaca ünlü müze..

    ve işte bu sayede ergenlik dönemimde iletişim kurma adına kendime olan güvenimin oturmasını sağlayan ve ardından evdeki hayat ansiklopedisi'nden adresini bulduğum bütün müze, uzay üssü, üniversitelere birer mektup yollamama vesile olan kurum
  • amanda soyle guzel bakıyorlar eserlere, boyle guzel koruyorlar demeden once buyuklerinden bir mermer sutunun dibine gidip dikkatlice bakmak lazımdır. zira sutun taaa memleketinden ingiltere'lere tasınması kolay olsun diye enine, boyuna 4 parcaya kesilip tekrar birlestirilmistir. yani oyle pek te ope koklaya getirip sergilememisler o kadar eseri. ayrica zaten tas yerinde agırdır
  • 1930'larda londra metrosuna bir istasyonla bağlı olan müzeydi, istasyon da central* hattı üzerindeydi. sonradan holborn istasyonunun açılmasıyla gereksiz görülerek kapatılmış ancak bu sefer müzede bulunan eski bir firavun mumyasının hayaletinin platformlarda dolaştığı halk arasında şehir efsanesi olarak yayılmaya başlamış. bunu fırsat bilen yerel bir gazete de bu istasyonda bir geceyi yalnız başına geçirebilecek babayiğide yüklü bir para ödülü vaat etmiş ancak üç buçuk atan londra halkı bunu ciddiye almamış. daha sonra da ikinci dünya savaşı'nda halkın bombardımandan korunması amacıyla londra metrosu'nun diğer istasyonları gibi sığınak olarak kullanılmış.
    söz konusu istasyon tottenham court road ve holborn durakları arasında hala yerinde durmakta ancak sadece makas değiştirme yeri ve depo olarak kullanılmaktadır... çok karanlık olmasına rağmen pencereden dikkatli bakıldığında, güvenlik aydınlatmalarının da yardımıyla 1940'lardan kalmış reklam afişleri ve savaş uyarıları halen istasyonun duvarlarında görülebilir... (di, yani en azından ben 2001'de hayal meyal görmüştüm.)

    edit: bir kaç sene önce çılgın bir ingiliz buraya izinsiz girerek mekanın fotoğraflarını çekmiş: https://tinyurl.com/72n3ppt
  • önce bodrum'daki mausoleum* ziyaret edilip üzerine kendisi gezildiğinde gözlerimi yaşartan ve aleyhindeki türkiye ile ilgili talepleri henüz destekleyemeyeceğim müze. desteklemek için yunanlıların yaptığı gibi talebin yanında çözümü de sunmak gerekir. ne yapmıştır bizim komşu? british museum'un en popüler bölümü olan parthenon friz, metop ve alınlık heykellerinin bulunduğu galerinin içeriğinin olduğu gibi anavatanlarına dönmesini isterken bu eserlerin sergileneceği müzenin projesini de tamamlamıştır, sunmuştur, üstüne bir de nerdeyse her gün british museum'un önünde propaganda yapmaktadır (broşür, vs.).

    mevcut saraylarına, müzelerine üvey evlat muamelesi yapan bir devlet neye dayanarak bu medeniyet mirasını geri isteyebilir?
  • ben de daha önce kendimi müze görmüş biri sanıyordum.

    lan adamlar emlak bankası kredi kartı sergiliyor para bölümünde. öyle geniş bir seçkisi var ki gezdiğinizde bu yaşınıza kadar dünya hakkında öğrendiğiniz her şeyin aslını görmüş oluyorsunuz.

    dünyanın gelmişinin geçmişinin özeti gibi müze.

    inanılmaz bir şey. üstelik bedava.
  • üç yüz yıldan daha yaşlı olan bu müze, içinde 8 milyondan fazla objeyi barındırmaktaymış. yaklaşık 10 sene önceki ilk ziyaretimde güneş batmayan imparatorluğun büyüklüğüne bir kez daha şahit olmuştum bu müze vasıtasıyla, keza içinde 2-3 katlı apartman büyüklüğündeki tapınakları görmem hayretimi daha da artırmıştı. özellikle mısır ve antik yunan bölümlerinde barındırdığı eserler, mısır'ın kendi müzesinde barındırdığından daha fazla olsa gerek. bu müze, içinde barındırdığı eserler nedeniyle oldukça sık aralıklarla orijin ülkeye geri dönüş talepleri de alıyormuş, nitekim bu taleplerin hepsini "biz onlara çok iyi bakıyoruz" gerekçesiyle geri çeviriyormuş. yıllık ortalama 6,5 milyon ziyaretçi ile ingiltere'nin en uğrak yeriymiş aynı zamanda.

    british museum'u kendi sınıfındaki diğer müzelerden ayıran en keskin faktörlerden birisi müzeye girişin ücretsiz olması. o kadar toplama eser sergileyen bir müzenin de ücretli ziyaretçi girişi kabul etmesi zaten kabul edilemezdi düşüncesi beliriyor insanın aklında; fakat muadiline (bkz: louvre) bakınca insan ister istemez hakkını veriyor bu müzenin.

    bu müze düyanın en eski milli müzesi. 1759'dan beri servis hayatını sürdürüyor. abd'den bile daha eski olan bu müzeye girişler müzenin ilk açıldığından beri ücretsiz. 1933 yılında kapanana dek kendine ait metro durağı bile varmış bu müzenin. bu müzenin kurulma fikri, sir hans sloane 1753 yılında sahip olduğu koleksiyonları ülkeye bağışlamak istediğinde ortaya çıkıyor. müzenin açılması için elbette bir mekana ihtiyaç var. müzeye ev sahipliği yapacak mekan olarak başlarda buckingham house(daha sonra buckhingam palace olacaktır) düşünüldeyse de sonradan montague house'da karar kılınmış, yani müzenin günümüzde konumlandığı mekanda.

    bu müze, elektrikle aydınlatılan ilk binalardan da biriymiş. 19. yy sonlarına kadar müze, doğal güneş ışığı ile aydınlatılmaktaymış. yangın korkusu nedeniyle gaz lambaları ve mumlar kullanılmıyormuş, bu nedenle kış aylarında erkenden kararan hava ve londra sislerindeki zayıf ışıktan dolayı müze erken saatlerde ziyaretçi girişine mecburi olarak kapatılıyormuş. bu nedenden ötürü müze, elektrikle aydınlatma sistemiyle donatılmış. 1879 yılında deneme olarak giriş salonu aydınlatılmış. ıllustrated london news'ın şubat 1890 baskısında bu olay şu şekilde resmedilmiş.

    bu kadar değerli bir müzeyi korumak da oldukça zahmetli bir iş. ikinci dünya savaşı sırasında müzedeki eserlerin çoğu tahliye edilmiş. tahliye işlemleri ilginç bir şekilde ilk olarak 1933 yılında, hitler'in, iktidara geldikten 6-7 yıl sonra başlatacağı savaşın etkilerini erkenden tahmin eden birkaç ileri görüşlü kişi tarafından başlatılmış. 1938 yılında müze, galler milli kütüphanesi ile birlikte bombadan etkilenmeyen tünel yapma çalışmalarına başlamış. tahliye yolculuğuna çıkamayan büyük ve ağır heykeller aldwych tube tünelinde saklanmış.

    fakat malesef ki bu çabalar, müzedeki bütün eserleri, london blitz -nazi uçaklarının günaşırı olarak londra'yı bombaladığı zamanlar- döneminde korumaya yetmemiş. nazi uçaklarının yaptığı atakların birinde 250 bin adet kitap kül olmuş, kurtarılanların çoğu da yangını söndürmek için sıkılan sular sonucunda işe yaramaz hale gelmiş.

    müze, kendi içinde "secretum" isimli, insan ahlaksızlığını ortaya koyan eserleri rafa koyan bir odayı barındırıyormuş. bu özel bölümde gezinmek isteyenlerin özel bir izin alması gerekliymiş. beklenilen şartlar arasında ziyaretçinin erkek olması, belirli olgunluğa erişmiş olması gerekliymiş. secretum odası günümüzde artık yok, fakat bu odanın içinde barındırdığı eserler günümüzde müzenin çeşitli bölümlerine dağıtılmış durumda. bahsedilen odadaki eserlerden birkaç örnek:

    cinsel münasebette bulunan pan ve keçi heykeli
    hindu tapınağının frizlerinde bulunan heykeller
    timsahın kuyruğuna doğru oturan kadın figürü

    müzenin internet sitesinde en çok aranılan şeyler ise "egypt" (yıllık 53 bin arama) ve "shunga" imiş (yıllık 40 bin arama). yani mısır ve japon erotik sanatı. (sanırım bu durum ayrı bir başlık olmayı hakediyor.) shunga'nın detayını merak edenler için de içeriği şuraya bırakayım.

    müzenin giriş kapısındaki tavan süslerine de değinmemek olmaz. sütunların tepesindeki 1850 yılının dizaynına ait bu heykeller insanoğlunun gelişmini sekiz ayrı bölümde göstermiş. soldan sağa doğru ilk bölümde insanoğlu bir kaya üzerinden, cahil bir yaratık olarak ortaya çıkıyor. ikinci bölümde, elinde bilgeliğin lambasını tutan aydınlanma meleği ile karşılaşıyor. lamba vasıtasıyla tarımı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğreniyor insanoğlu. bir sonraki bölümde elindeki bilgiyi uygulama ve genişletmek için gerekli olan uygarlık yolu betimleniyor. uygarlık yolu şu temalardaki 8 ayrı heykel ile betimlenmiş: mimari, heykel, bilim, geometri, drama, müzik ve şiir. en sağdaki insan figürü ise eğitilmiş insanı temsil ediyor; bilgisini iletletip dünyayı domine edebilecek hale gelmiş insanoğlunu bir başka deyimle.

    müzenin repertuarının genişliğinden daha önce de bahsetmiştik; fakat şu örnek bu müzenin içinde barındırdığı eserlerin çeşitliliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olacak: bu müzede kuzey kore'ye ait 80 adet eser mevcut. detaylar için şu link ziyaret edilebilir.

    mozart, londra'da kaldığı 1764 ve 1765 yılları arasında ailesiyle birlikte müzeyi ziyaret etmiş. "god is our refuge" isimle bestesini de bu müzeye adamış mozart. mozart'ın el yazısıyla yazılmış olan beste kağıdı british library koleksiyonlarında tutuluyormuş. merak edenler için ilgili eser burada.

    bu müzenin en ünlü sergisi 1972 yılında yapılmış. tutankhamun'un mezarının keşfedilişinin 50. yılına özel açılan bu sergiyi yaklaşık olarak 16 milyon kişi ziyaret etmiş. açılışta 50 adet eser (50. yıl olduğu için her yıla bir eser) gösterime koyulmuş.

    müzenin girişindeki saydam tavan 3312 adet cam panelin birleşmesinden oluşuyormuş. bu boyuttaki bir çatıyı temizlemek iki hafta sürüyormuş. bu müze 260 yıl boyunca 350 milyondan fazla kişi tarafından ziyaret edilmiş. içinde barındırdığı eserler 2 milyon yıllık tarih çizelgesini kapsamaktaymış.

    her bireyin ölmeden önce gidip görmesi gereken bir yerdir bu müze.
  • avrupada bize yüksek gelen müze fiyatlarından sonra girişinin ücretsiz olması nimet. içinde ücretli özel sergilerde olabiliyor.

    çalma çırpma olayına gelince daha geçen yıl allianoiyi devlet eliyle gömmüşken bizden iyi saklayacaklarsa mahsuru yok. sonuçta padişahların hazine çıkarsa benim, taş çıkarsa sizin dediği bir geçmişimiz var.
  • britanya'nın "tarihi eser"lere verdiği önemi tüm görkemiyle sergileyen muhteşem müze.
    dünyanın pek çok bölgesinden şu ya da bu şekilde getirtilen kültürel mirasları bilinmeyen bir süreye kadar koruyup kollayan ve başarıyla sergileyen dev kompleks.

    konum olarak new oxford street'in iki blok kuzeyindedir. yani oxford street'ten yürüryerek gidilebilir ama müze içinde bilmem kaç saat yürüyeceğinizi hesap ederseniz buraya bir taşıtla gelmekte fayda vardır derim. hatta benim fantezim, bir dahaki sefere sakat numarası yaparak müzeyi elektrikli tekerlekli sandalye ile gezmek şeklinde. ayaklarıma kara sular indi resmen.

    müzenin free olması ayrı bir hoşluk tabi, neyse ki açgözlülük yapıp o kadar eseri çaldıktan sonra bir de bunları para karşılığı gösterme olayına girmemişler. evet çalmışlar ama güzel korumuşlar, güzel sergilemişler. yani ne zaman ki bizde tarihi bilinç gelişir, kültürel gelişim evrilir, müzelerin sadece turist çekmek için içine antin kuntin eserler doldurulduğu soğuk binalar olmadığı gerçeği kavranır, o zaman milletcenek gider malımızı mülkümüzü almak için gerekli baskı grubunu oluşturabiliriz, sonra da eserlerimizi alıp adam gibi ülkemizde sergiler, korur kollarız ama o vakit gelene kadar bırakınız paşalar gibi dursun o muhteşem binanın içinde her şey.

    şu eser bu kalıntı öbür mumya filan hepsi şahaneydi ama müzede beni en çok etkileyen şey, 8-10 yaş aralığındaki bir grup öğrencinin yaptığı müze gezisine tanık olmaktı. 20-25 minnoş oturmuşlar tarihi eserlerin arasında, yerlere yayılmışlar, karşılarında tacını tahtını almış, takma sakalını takmış bir kral abi onlara hangi savaşları yaptığını, ne zaferler kazandığını, oradaki eserlerin hikayesini filan anlatıyor, çocuklar da masal dinler gibi tarih öğreniyorlar. bu sahne beni o kadar duygulandırdı ki o vakte kadar hiç resim çekme ihtiyacı duymayan ben, elime kamerayı aldığımda ağır ingiliz aksanlı bir teyzenin "you can't take their pictures, they are children" uyarısı ile utanıp başımı öne eğdim.

    aklıma kendi çocukluğumdaki müze gezilerim geldi; öğretmenlerimizin "ona dokunmayın, buna değmeyin, koşmayın, konuşmayın" vb mütemadiyen yaptıkları uyarılar ile müzeye niye geldiğimizi, orada oluş nedenimizi nasıl kavrayabileceğimizi umduklarını çok merak ettim.

    gidiniz ve mutlaka görünüz derim.
  • içinde bolca çanak çömlek sergilenen yer. millattan önce 3000 lerden günümüze kadar çeşit çeşit çanak da var çömlek de var. hem de muhtemelen bunlardan bazıları şu anda bulunduğunuz toprak parçasında yaşamış olan insanlar tarafından yapıldı. nerede olursanız olun bu böyle. bu müzenin içinde bulunan bir esere bakarak sizin nasıl bir kültüre sahip olduğunuzu söylemek mümkün. merakla bakan, soran, okuyan kişiler kendi kültürlerinin tarihi zincirleme reaksiyonlarına tanık olabilir ve sormaktan hiç vazgeçemeyeceğimiz "ben kimim?" sorusuna bir takım doyurucu cevaplar bulabilirler.
    zaten bütün bu çanak çömleğin bir arada tutulmasının, korunmasının, bakılmasının, görevli yüzlerce personelin ve harcanan onbinlerce poundun hizmet ettiği ilk şey bu; geleceğe aklı selim bir şekil vermek.

    batı medeniyetinin son bir kaç yüzyıldır öncü medeniyet olarak anılmasının tek sebebi,matbayı, buhar makinesini, telefonu, buzdolabını, arabayı, iphone u keşfetmek gibi teknolojik keşifler yapmaları değildir. geçmişe yönelik keşiflerini rönesanstan bu yana hız vererek devam ettirmeleridir.

    "3-5 çanak çömlek marmaray'ı 4 yıl geciktirdi. yazık değil mi günah değil mi?" diyen arkadaşınız, yakın ya da uzaktan tanıdığınız, akrabanız, muhtarınız, askerlik arkadaşınız, altın günü komşunuz ya da hiç tanımadığınız ama bildiğiniz birileri varsa ve es kaza bu kişi yöneticiniz falan da olmuşsa kendilerine mutlaka azcık birazcık rönesans anlatınız. nedir "yeniden doğan", nedir "çanak çömlek", nedir "ecdad" birazcık fikir verin.

    sonrasında bir ihtimal biraz anlayacaklardır, asıl nereye, nasıl ve neden geciktiklerini.

    hepimize marmaray daki 4 yıllık gecikmenin aslında, önümüzdeki asırlara şekil verebilecek olan ciddi bir fırsat olduğunu öngörebilen arkadaşlar, komşular, sevgililer ve hatta yöneticiler dilerim.
hesabın var mı? giriş yap