• amcamın oğlu bundan yaklaşık 8 sene evvel üniversiteye hazırlandı. kapasitesi yoktu allah var ama amcamların haklı olarak şöyle serzenişleri vardı; "oğlum başka şansın yok bak, eğer iyi bir hayatın olsun istiyorsan kazanacaksın bu sınavı, yoksa biz gibi kalırsın bu tarlanın içinde"

    evlerimiz aynı avluya bakıyor. bizim arka hayattan görünüyordu bunun odası, iki-üç yıl boyunca sabahlara kadar yandı o odanın ışığı. gerçekten çok çalıştı çocuk, gece gündüz çalıştı, okumak ve anne babası gibi çaresiz olmamak için çalıştı. sonunda kazandı ama bu arada geçen yıllar ona genetik miras olarak taşıdığı ama o zamana kadar ortaya çıkmamış bir hastalığı da sınav sonucunun yanında hediye ediverdi. bipolar bozukluk dediler, kaydını yaptırdığı üniversiteden ilk yılın ortasında da alıp geldiler eve. manik dönemiydi, deli gibi sigara içiyor, günlerce uyumuyor, sürekli konuşuyor, sürekli para harcıyordu. "ben kazandım ya, öğretmenlerim senin okumana gerek yok dedi, direk verecekler diplomayı" diye sayıklıyordu.

    sonra arkasından depresif dönem geldi, intihar teşebbüsleri, günlerce başını yastıktan kaldırmadan uyumalar. ilkokul mezunu annesi televizyonlardaki sağlık programlarına abone oldu, bir yığın profesörle görüşüldü, birbirine benzer/benzemez ilaçlar alındı. şimdi o iniş çıkışlar düz bir hatta, ama nasıl; kata tonik bir genç var karşımızda artık. aldığı lityumdan dolayı sürekli elleri titreyen, ergenliği geçeli yıllar olmasına rağmen sivilceden yüzü görünmeyen, gülmeyen, konuşmayan, robot gibi yürüyen bir çocuk. işe giremiyor, arkadaş edinemiyor, ilacı bırakamıyor, okuyamıyor. "iyiye gidebilir ama hastalığı tetikleyen şartlardan uzaklaşması lazım" demiş doktoru. babayı uzaklaşır şartlardan, nereye gidiyor? anne ve babasıyla tarlada. geçen yine sınava gireceğinden bahsediyordu, yakında bir yeri kazanırım belki dedi kıpır kıpır bakan, odaksız göz bebekleriyle.

    "bipolar bozukluk" başlığı, taner'den dolayı takip ettiğim bir başlık. faydalı şeyler de okudum burada. ama bu, çok havalı bulup da hastalığın adını kullananlar varmış, onu da yeni öğrendim, hiç tamah edecek şeyler kalmadı mı?

    ve en azından tetikleyici olarak rolü var sınavın ve ösym'nin, anmadan geçmeyeyim; gencecik çocukların gözündeki ışığı söndürdü, söndürüyor yıllardır ya allah belasını versin.
  • manik bozukluk, iki ayrı kelime ile tarif edilebilir : hızlanma ve yükselme.

    manik davranış bozukluğu olan insanlar normal insanların yaptıklarını onlardan daha hızlı yapmaya başlarlar. düşünme ve konuşmalarında hız artar ve bu kişilerin d,ş,nce ve hareketlerini takip etmek zorlaşır. bir konudan diğerine hızla geçerler, atlaya atlaya ilerlerler. buna "çağrışımlarda gevşeme" denir. manik düşünce biçiminde "büyüklük hezeyanı" bulunur. kişi kendini güçlü, kuvvetli, her şeyin üstesinden gelebilecek olarak benimser. sanki her konuda uzmandır, yükselmiş bir kendine güven, her şeyi çözeceğine inanma (omnipotans) vardır. manik bozukluk geçiren kişi devamlı bir hareket haline geçer, aşırı abartılı coşku, uzun süre oturamama, yerinde duramama ve uyku ihtiyacının azalması görülür.

    şizofren kişi ile manik bozukluk geçiren kişiyi ayırmak önemlidir. manideki insan bütündür. şizofren kişi gibi dağılmış değildir. manik insanlar bizi güldürürler, şizofrenler ise ürkütür ve korkuturlar. manik bozukluk genellikle tetikleyici bir durumla ortaya çıkar.

    bir diğer tanımla, manik bozukluk, depresyon yaratacak bir durumda, depresyona düşmemek için sıçramak, yükselmek ve hamle yapmaktır. yani manik bozukluk depresyona karşı ortaya çıkan bir savunma davranışıdır. kişinin manik savunması ilaçla tedavi edildiğinde depresyon ortaya çıkar. depresyon bir problemi çözememekten çok, bir durumda kendine saygı duymamaktan oluşur. kişi kendini çaresiz hissettiği bir durumda, gerçekliğe "ben şöyleyim ben böyleyim" savunması ile tutunur. çevresini gürültülü düşünme ve abartılı davranışlarla doldurarak etkilemeye çalışır. manik bozukluk geçiren kişiler genelde çekingen, bağımlı kişilik yapısına sahiptir. sevgi açlığı çekerler. kendileri ile ilişkileri kopuktur, ne yapmak istediklerine değil başkalarının onlardan ne istediğine önem verirler. sevgi toplamak ve beğenilmek adına "ben güçsüz değilim, zayıf değilim" (inkar) düşüncelerine odaklanırlar. buna bağlı olarak, kendilerinden yüksek beklentileri oluşur.

    bu kişiler kendilerini manik atağa götüren durum karşısında çaresizliklerini kabullenememişler, kendilerine nefes aldırmayarak yüklenmişler ve manik savunma mekanizmasına sarılmışlardır. manik atağa giden kişiler çözemedikleri sorunlarla karşılaştıklarında kendilerine tahammül edemez, kendilerine saygı duyamaz ve kendilerini bu durumda kabullenemezler.

    manik bozukluk tamamen iyleşebilen bir hastalıktır, arkadan gelen depresif bozukluk da ilaç tedavisi ve psikoterapi uygulanarak tedavi edilir.
  • çok zor bu hastalığa sahip birisi ile yaşamak. çevresinde ailesinden başkası kalmayabilir zamanla. bir de katlanabilirse ona aşık bir kişi. çevresindekilerin hepsini viraneye çevirir.

    dakikası dakikasına tutmaz, alışverişe doymaz, gülerken ağlayabilir, sevişirken orgazm olmayabilir, bir günde sekiz sevişmek isteyip, günlerce seks yapmak istemeyebilir. neşeli hali insanı dünyanın en mutlu insanı yapabilecekken, mutsuz hali insanı pesimistin kralı ilan eder.

    şüphecilikleri, yanlış anlamaları hiç bitmez. kendini bir an dünyanın en güzeli sanarken, iki saat sonra ondan çirkini yoktur. risperdal onlar için hem dost hem de düşmandır. risperdal cinsel hayatı bitirirken, kolunu kaldıracak derman bırakmaz.

    bu anlattıklarıma sahip kişiye aşıktım, ayrıldık, barıştık, ayrıldık, barıştık....

    şu an evliyiz, hayat her ikimize de çok zor. aşırı derece de sabır isteyen, fedakarlık isteyen bir ilişki. psikiyatri bölümünün önünden geçmemiş biri olarak, şu an çoğu psikolojik hastalık konusunda bilgi sahibiyim.

    bir süre sonra biliyorsun ki o şeyleri söyleyen o değil. içinde durduramadığı bir canavar var. bilinçlenmeden önce çok kızıp salak gibi ona cevap verip, bağırıp çağırmak istiyordum, hatta bağırıyordum. hastalığı öğrenip, nasıl davranmam gerektiği konusunda bilinçlenince işler biraz kolaylaştı ama sadece biraz.

    onun hasta olduğunu kabul ederek ona göre davranırken bu sefer kendini tüketiyorsun istemeden. ömründen ömür gidiyor. zaman zaman ayrılmak istiyorsun ama yapamıyorsun. hatta zaman zaman öyle bir izlenim bırakiyor ki sen ölsen umurunda olmayacakmış gibi fakat yanından ayrıldıktan bir saat sonra ise özledim çabuk gel diye arayabiliyor.

    herkes hayatında çok büyük zorluklar çekmiştir mutlaka, ben de çok çektiğimi sanıyordum ama bu ilişkideki yıpranmamı hayatımda yaşamadım. yine de çok seviyor insan, ayrılamıyor, her haline alışıyor, daha da seviyor bu arada sanki kendinden vazgeçiyor. ölene kadar yanında olup, ona destek olup, iyi günleri beklemek kalıyor geriye, düzelmezse mi, o zaman yapacak bir şey yok, yine yanında olup, yine destek, tam destek.

    insanın çevresindekiler bıkmadan söylüyor pişman mısın, biz sana demiştik diye. verdiğim vereceğim cevap tek;

    aşık olduğun kadın için çabalamayacaksan, ne için çabalayacaksın bu boktan hayatta.

    edit: vakitsizlikten giremiyorum pek, cevap veremediklerim için özür dilerim.

    lütfen kimse hastalığı her ne olursa olsun ilaçlarını doktor kontrolü olmadan bırakmasın.

    güncelleme: bitti, yollar ayrıldı, elimden geleni yaptım, olduramadık.
  • istenmemektir.

    normal nedir?

    şudur, budur, odur...bırakın bu tanımları hepsi boş laf...

    şizofren olabilirsiniz, asosyal olabilirsiniz, aseksüel olabilirsiniz, obsesif olabilirsiniz, seri katil bile

    olabilirsiniz eğer biri sizi "etiketlememişse" normalsinizdir.

    ama bizim gibiyseniz eğer, biri size etiket koymuşsa işte o zaman "anormal" olursunuz.

    doğuştan bipolar 2 yim. 33 yaşıma dek hiç ilaç kullanmadım, 33 yaşımda hayat kalitemi artıracağına

    inandığım için ilaca başladım. bu hastalığın kendimden başka kimseye zararı olmadı, zaten çoğunlukla

    hipomanik olduğum için herkesten biraz fazla, neşeli, eğlenceli, hiperaktif bir tip oldum. hipomani

    ataklarında ise birazdan fazla oldu... depresif dönemlerimde ise ki - yılda 15 günden çok sürmez- ,

    buluttan nem kapan bir tip oldum.

    ama ben "anormal"im. niye ? çünkü birileri bana bir etiket koydu: bipolar 2.

    1 gün bile böyle bir hastalığım var diye üzülmedim. üzülmek mizacıma ters. ta ki bu geceye kadar.

    tam " yok artık karşıma biri çıkmaz" derken, çıkıverdi işte birisi. bu gece ona "bipolarım" dedim ve

    külkedisinin gongu çaldı. süslü arabası, hizmetkarları fareye ve prenses elbisesi de hizmetçi

    kılığına dönüverdi.

    önce "ne olduğunu sordu", anlattım. kendimi anlattım, hastalığı anlattım, herşeyi anlattım. insanlar

    bilmedikleri şeylerden ürkerler, ürkmemesi için her detayı anlattım, cevap verdim.

    ama şunu dedi;

    "konu ilişki ise her zaman mantıklı davranırım ve bir ilişki, bir bağlılık, yapamam bunu seninle" . hayat ne

    tuhaf. hep ilişkilerimde aşırı mantıklı davrandığım için acımasızlıkla eleştirilirdim, kimin aklına gelirdi ki bir

    gün birinin de beni aynı silahla vuracağı?

    " 2 yıl önce tanışmış olsaydık ben yine hasta olacaktım, bunu ne sen ne de ben biliyor olacaktık ama beni

    normal kabul edecektin" diyebildim sadece.

    başıma gelmesinden korktuğum tek şeydi, geldi de.

    anladım ki "bipolar olmak, istenmemek de oluyormuş"....

    bu hastalıkla; churchill olup dünyayı yönetebilirsiniz, hemingway olup nobel alabilirsiniz, michelangelo

    olup efsanevi bir ressam ve heykeltraş olabilirsiniz.

    ama işte biri ile sevgili olamazsınız....
  • 17. yaşımın son gününde sahip olduğumu öğrendiğim lanet. aslında çocukluğumdan beri farklı olduğumu biliyordum. hep kendimi lanetli olarak düşünürdüm. ama bu lanetin bir adının olduğunu yeni öğrendim. bipolar bozukluk ile birlikte sosyal fobim de varmış.

    uzun zamandır ilaç kullanıyorum. ilaçlar kesinlikle birçok konuda yardımcı oldu bana. eskiden yeni bir insanla tanışmak, halk arasında dolaşmak, bazı günler yataktan kalkabilmek benim hayatımda karşılaştığım en büyük zorluklardan biriydi. şimdi bu konularda eskisi kadar soru yaşamadığımı söyleyebilirim. ama hala birisi bana birşeyler anlatırken arkaplanda duyduğum sesleri kısabilmek çok zor. konsantrasyonum bok gibi anlayacağınız. arkadaşlıklar daha doğrusu diğer insanlar bu işi en zor kılan olaylardan biri. insanların gözünde bir gün her dakika espri yapan biriyken diğer gün sezercik olmak eminim çoğu insanı rahatsız ediyordur. en kötüsü de "neyin var bugün?" soruları. neyim yok ki anasını satıyım. işin yoksa bir şey uydur. geçenlerde birinin "acaba onu kırdık da mı fazla konuşmuyor" dediğini duymuştum. bunu duymak açıkçası epey üzdü beni. bunu söyleyen kişi kesinlikle böyle hissetmeyi hak etmeyen biriydi. tabii ben yine bir şey diyemedim, duymamışım gibi yaptım.

    neyse artık olmuşu bitmişi geri bırakalım istiyorum. bahsetmek istediğim asıl sorunlar şuanda beni yavaş yavaş öldüren şeyler. birincisi bir ilişki. iki kişinin birbirine olan sevgisini paylaştığı sağlıklı, mutualist bir ilişki. sosyal fobi, bipolar ve çoğunlukla benim yüzümden şuana kadar hiç kız arkadaşım olmadı. belki onlarca hoşlandığım insan oldu ama hiçbirine hissettiklerimi söyleyemedim. bazen gözümü kapattığımda sadece onların(böyle diyince sanki bir grup insana aşıkmışım gibi oldu ama farklı zaman periyotların farklı farklı insanlarda bahsediyorum.) yüzü belirdi aklımda. ama hiç bir zaman söyleyemedim. kendime de belki onlara da büyük bir kötülük yapmış oldum. ilaçlar sağolsun bu problemin biraz daha hafiflediğine inanıyorum(en azından inanmak istiyorum). birkaç ay önce bir kızdan hoşlanmaya başladım. onun hakkında nerdeyse hiç bir şey bilmiyordum. belki de bir kız arkadaşımın olabilmesi fikrine aşık oldum bilmiyorum bu saatten sonra duygularımı normal komutlara transfer etmek çok zor benim için. herneyse tek bildiğim(hissettiğim) onun saf bir şekilde sevdiğimdi. çok saçma bir şekilde olsa da onunla kısmen iletişime geçme şansı buldum. onunla tanışmak için bir kaç saatliğine buluşmak istediğimi söyledim. (buarada şuana kadar olan olaylar ((18 yaşında hayvan gibi bir adamın ilk defa bir kıza duygularından bahsetmesi)) sizde fazla bir düşünce uyandırmayabilir. en fazla "yazık lan" demişsinizdir. ama benim için şuana kadar olan olaylar bir mucizeydi.) kendisi çok yoğun olduğunu söyledi ve kibarca reddetti. bu olay gerçekten kalbimde kocaman bir boşluk oluşmasına neden oldu. belki de hep vardı da orda olduğunu yeni anladım bilmiyorum. işin beni üzen tarafı da sanki ben hiç onunla konuşmamışım gibi son bulması olayın. belki onunla tanışsaydım ama o beni sonra reddetseydi belki de bu kadar kalbim kırılmazdı. inanın onunla iletişime geçmek için kendimi ruhsal ve zihinsel olarak o kadar zorlamam gerekti ki nasıl başardım ben bile bilmiyorum. ama o benim yüzümü bile görmeyi kabul etmedi. tabii ki ona sinirli değilim. kırgın ve öfkeli hissediyorum. ama bir şeye ya da bir kişiye değil. ya da herşeye ve herkese gerçi ikisi de aynı şey sayılır. sonuç olarak verecek çok sevgim olmasına rağmen bu sevgiyi paylaşacak kimseyi bulamıyorum. biryerde evcil hayvan almanın çok yararlı olduğunu okumuştum. şuan öyle bir şey zor görünüyor ama en yakın zamanda bir evcil hayvana edinmeye çalışacağım.

    sürdürmeye çalıştığım şu hayatta önüme çıkan en güçlü bölüm sonu canavarı da kesinlikle ve kesinlikle çalışmak. üniversiteye hazırlanıyorum. daha doğrusu yetenek sınavlarına. yaklaşık bir senedir bir çizim atölyesine gidiyorum. ve inanın insanların size verdikleri sorumlukları yerine getirmeyince yüzlerinde gördüğünüz hayal kırıklığı kadar kötü birşey yok bu dünyada. ailen, hocaların, arkadaşların kısacası sana güvenen herkes senin en azından elinden geleni yapmanı bekliyor. ama sen mal gibi yatıyorsun sadece. suçlayacak kimse yok. yok bana kimse destek olmuyor da bana daha duyarlı davranmanız lazım da gibi saçma şeyler söylemezsiniz. tek suçlu ne yazık ki sizsiniz. siz bir bireysiniz ve karakterinize verilen handikapları kabullenmeniz zayıflıklarınızı üstünlüğe çevirmeniz lazım. keşke söylendiği kadar da kolay olsa ama biliyorum değil.

    kendini zorluyorsun, acı çekiyorsun, kendini tokatlıyorsun, sadece masanın karşısına geçebilmek için. ben denemelerimin sadece yüzde beşinde başarılı oluyorum ne yazık ki. doktoruma bu sorunu ne kadar dile getirsem de ders çalışma(benim durumumda çizmek oluyor tabii) konusunda büyük bir ilerleme kaydettiğimi söyleyemem. ilaçlardan önce ders çalışmadığım için çok daha depresif oluyordum ama şuan daha sakinim. ilaçlar depresif olmamı engelliyor ama bu sefer yaptığım sorumsuzluklara karşı hiçbir şey hissetmiyormuşum gibi hissediyorum. bu olay da beni daha depresif yapıyor. dünyanın en boktan paradoksu kısacası. eğer bu konu da benim gibi sorun yaşamış ama bir ilerleme kaydetmenin bir yolunu bulabilmiş biri varsa ve bana mesaj atabilirse çok memnun olurum.

    sayın okuyucu aklını allak bullak ettiysem kusura bakma. sadece birinin benim ne hissetiğimi anlamasını istedim. çünkü şuana kadar öyle biri çıktığını düşünmüyorum.
  • bugünün "panik atak" ve "depresyondayım" tribi. 10 senelik periyotlarla değişiyor hava atılan hastalıklar, önceden depresyon vardı, sonra elit hastalığı olan panik atak.
    havalı isimli hastalıklara bayılıyosunuz marifet gibi "sevdiğim hastalık" falan.

    psikiyatri uzmanı sonrası ilaçla üstesinden gelmeye çalışanlara geçmiş olsun tekrardan.
  • bu hastalik beyinde neurokimyasal aktivitenin degisken olmasi sonucu ozellikle ani dopamin desarjlari sonucu baslar, %99 oraninda genetiktir, hastaligin manik doneminde kisi asiri cosku yasar kaldiramayacagi sorumluluklar ustlenir ( beyin kokunden asiri miktarda dopamin saliverilir) , depresif doneminde ise dibe vurur( dopamin salinimi tersine doner bu seferde cok az salinim olusur , fakat tipki madde bagimliligi gibi neuronlarda bu yuksek dopamin seviyesine kendilerini alistirtirdiklari icin yoksunluk krizi benzeri bir olusum gerceklesir) , birey sonucta en derin yogun depresyonu yasar, bunun kolay anlatimi, 1 hafta boyunca duzenli kokain yada amfetaminler gibi beyinde dopamin desarji yaratan ilaclar aldin, dogal olarak durmadan,yorulmadan , asiri efori ve cosku icinde olacaksiniz buyuk ihtimalle tipki virginia woolf gibi , sonra aniden ilac kullanmayi kestigimizde sikilmis hindiye doneceksiniz ( cold turkey) iste manik depresyona beyin kimyasi acisindan yaklasim, genetik acidan ise dopamin reseptorlerinde olusan bir mutasyonun, dopaminin bu reseptorlere afinitesini deistirdigini ve bu nedenle normal bireydeki neurotransmitter salinimindan farkli bir cycle ile bu kimyasallarin beyinde dolastigi gorulmustur.
  • hayatı ipin üzerinde yürümek, cambaz gibi. her şeyin "aşırı"sını yaşamak, mutluluğun da mutsuzluğun da bokunu çıkarmak. sizi bu kadar güçlü, bu kadar neşeli, bu kadar mutlu, bu kadar özgüvenli yapan bu bozukluğa sahip olduğunuz için ne kadar şanslı olduğuzu hissetmek; ve aynı zamanda sizi günlerce evden çıkarmayan, günlerce kendinizden nefret ettiren, günlerce uykusuz bırakan, bazen günlerce yataktan çıkmadan uyutan bozukluktan nefret etmek.

    içi kendisini yakar, dışı çevresindekileri. en orijinal bulup yanında kahkaha atmaktan gebereceğiniz, hiçbir şey yapmasa bile her girdiği ortamda bir şekilde dikkat çeken insandır o. ama o mutsuzken de onun mutsuzluğunu giderecek hiçbir şey yoktur dünya üzerinde. dünyanın en mutsuz insanıdır, mutsuzluğu yanındakileri de dipsiz kuyuya çeker.

    o kadar neşelidir ki, siz onu eğlendiremezsiniz, sizin gücünüz ona yetmez, olsa olsa o sizi eğlendirir. zira onun eğlencesi çok uçtadır, sizin eğlence dediğiniz şeyle eğlenmez.

    somut olarak bakınca herkesin özeneceği kadar mükemmel hissedip, herkesin özendiği kendine kendine yetebilme gücüne ve özgüvene sahip olup, herkesin aradığı kadar şahane eğlendirebilme becerisine sahip olmak; herkesin her konuda, sizin yerinizde olmak istemesi. aynı zamanda da herkesin oraya düşmekten ölesine kaçındığı dipsiz kuyu hissini yaşamak, o ruhsuzluğu gören herkesin, sizin yerinizde olmadıkları için şanslı hissetmesi.

    arkadaşlıkları da, aşkları da, aile ilişkileri de; korkunç derecede hastalıklı, tutkulu ve mükemmeldir, ama korkunç işte. delicesine, ölümüne güzel. ama bir andan da ızdıraptır birini, bir şeyi sevmek, iki taraf açısından da. çünkü cennet ve cehennem bir arada. hastalıklı derece tutkulu olmayanları mutlu etmiyor ki. düşüşün en dibi yaşatacağı kadar yukarı çıkarak risk almak gerek. normal seviyede mutluluk verecek olanı bir şey ifade etmiyor.

    aşk ve nefret arasındaki ince çizgi gibi her şey. zaten en nefret ettiklerim, aynı zamanda en sevdiklerim. bir arkadaş olsun, sevgili olsun, ya da cansız bir nesne olsun; sevdiğim şeyi o kadar o kadar çok seviyorum ki, hayatımda o olmasa naparım bilmiyorum. ona cenneti yaşatıyorum, sevgilim ise onu aşk mektuplarına boğuyorum, arkadaşım ise ona bile arkadaşlık içerikli öyle bir yazı yazıyorum ki duygulanıp ağlıyor. sonra ondan ölesiye sıkılıyorum. neden? nedeni yok, sadece sıkılıyorum. gelen mesaja cevap vermek istemiyorum, elimi kaldıracak enerji bulamıyorum. karşımdaki kişi her zaman kişisel olarak algılıyor. oysa ki bilmiyor ki ben onu çok çok seviyorum ama ondan çok sıkılıyorum. hoşuma gitmeyecek bir şey yapınca o göklere çıkardığım insan, ondan o saniye nefret ediyorum. hayatı ona dar ediyorum. sonra anlıyorum ki aslında nefret etmiyorum, tekrar delicesine seviyorum, sonra yine nefret ediyorum.

    en zarar verdiklerim, en çok sevdiklerim. benden en çok korkanlar, bana en çok yaklaşanlar.
    yaklaşmadıklarında üzülüyorum yanımda olmadıkları için, delicesine istiyorum yaklaşmayı; yaklaştıklarında ise onları itiyorum, kızıyorum rahat bırakmadıkları için. ama içten içe nasıl da istiyorum; bana yaklaş ama beni kızdırma, yalvarırım kızdırma ki sana kötü bir şey yapmadan seni sevmeye devam edebileyim, kızdırma ki elimde kocaman bir sopayla gelip arabanın camlarını kırmayım, kızdırma ki yaka paça seni evden atmayım, kızdırma ki sen arkamdan "seni seviyorum, gitme" diye ağlarken, ben seni yolun ortasında bırakıp siktirip gitmeyim. çünkü sana dünyaları verecek kadar çok seviyorum, kırıldığımda ve kızdığımda zihnim bana kötü şeyler yaptırıyor, lütfen sana kötü şeyler yapmama izin verme, çünkü zarar vermeden duramıyorum. benim hoşuma gitmeyecek bir şey yaptığında sana zarar vermek delicesine hoşuma gidiyor. buna ortam hazırlama nolur. sonra senden nefret ediyorum, senden sıkılıyorum. izin verme senden sıkılmama. çünkü nötr olduğumda da bu sefer eski duygularımı özlüyorum.

    sevdiğim insanlara bunları hissediyorum hep, bazen söylüyorum da. beni anlayanlarla nadir bir şekilde 10 yıldır görüşüyorum hala. ama uzun ilişkiler kurmuyorum çoğu insanla, sıkılıyorum hepsinden, sevmiyorum hiçbirini, bazen çoğundan nefret ediyorum, ya da bilemiyorum, nefret bile edemiyorum bazen. hayatıma almaya tenezzül etmiyorum, çünkü "ne münasebet beni anlayacakmış da yanımda olacakmış, ben onsuz da yaparım" diyorum, bir anda nedensiz şekilde ortadan kayboluyorum, 6 ay boyunca telefonumu kapatıyorum. mutluluktan ölüyorum tam ihtiyacım olanı başardım diye, özgüven patlaması yaşıyorum. sonra 2 hafta boyunca yataktan çıkmıyorum, vicdan azabı çekiyorum, 10 yıldır yanımda olanlara neden "siktir git hayatımdan" dedim diye. ama yine olsa yine derim, o anki hissim oydu çünkü. zaten öyle diyip 6 ay ortadan yokolmasam, bana sonrasında vicdan azabı çektiren hissi yaşamayacaktım ki, ondan nefret ettiğim şekilde kalacaktım sadece. o yüzden iniş çıkışlarımın varolmasını seviyorum; ama iniş halinde öyle sert indirdiği için nefret ediyorum.

    insanların ilgisine bayılıyorum. ama çok ilgilendiklerinde de sıkıntıdan patlıyorum, aşağılıyorum. herkes beni orijinal buluyor, kimi zaman bunu kötüye kullanıyorum. bazen sırf pislik yapmak için pislik yapıyorum, adam laf arasında kadın haklarına saygılı davranmadı diye ona hayatında bir daha sahip olamayacağı kadar güzel bir gün (gece bile değil) geçirtip bir daha aramıyorum, 4 gün boyunca evimin önünde ağlaması, işe gidememesi beni tatmin ediyor. sonra "neden bu salak yüzünden 4 gündür bu olayı çekiyorum" diyip sinirleniyorum. ama 4 gündür o adam öyle ağlamasa ben mutlu olmazdım ki. inişli çıkışlı olmayan bir ilişki biçiminde de sıkıntıdan patlıyorum, bazen 1,5 yıllık sevgilimden sadece ortadan kaybolarak ayrılıyorum, öyle yapmıştım yıllar önce. bir anda telefonlara cevap vermeyi bırakıp bir daha geri dönmüyorum. neden? sıktı beni, çok sıktı, bariz sinyal vermiştim ama anlamadı. anlasaydı salak. oysa ondan 3 ay önce nasıl da hala deliler gibi aşıktım, sıkıntı damarıma basmasın diye yalvardım, çünkü sonrasında kaybediyorum duygumu. kaybetmek istemiyorum ama kaybediyorum. kaybettim, ruh gibiyim.

    delicesine sevişmek istiyorum birileriyle, normal rutinle yetinemiyorum. haftada 3 olsun 5 olsun, daha çok olsun, daha çok kişi olsun daha farklı olsun. haftada bir ile niye yetinecekmişim. sürekli porno izliyorum, sürekli mastürbasyon yapıyorum. öyle yapıyorum, o an beni mutlu eden şey o oluyor. sonra 6 ay boyunca kimseyle sevişmiyorum, ne flört ne sevgili ne tek gecelik ilişki ne fakbadi, hiçbirini istemiyorum. hiçbiri beni tahrik etmiyor. çıplak bir şey görmek beni tiksindiriyor, kendime bile dokunamıyorum. daha önce seviştiğim kişilerden tiksiniyorum.

    sevgilim olduğunda da aynısı oluyor, "yatakta orospu" tabiri ile deliler gibi sevişip, sonra 2 hafta ruh gibi gezdiğinizde karşınızdaki kişi mal oluyor. ama istemiyorum, elimde değil, artık sevişmek istemiyorum, rahat bırak beni, belki 3 hafta sonra yine sevişesim gelir. 2 hafta boyunca her gün yatakta kahvaltıya tav olup, 15. gün o kahvaltıyı getirenin ağzına sıçıyorum, neden rutine soktun beni diye.

    eski sevgililerim hala onlara cenneti mi yaşattım, yoksa cehennemi mi karar veremiyorlar. çünkü onları severken o kadar yükseklere çıkarıyorum ki, kimsenin veremediklerini veriyorum onlara, neşeli enerjik halime tav olmamaları mümkün değil. benden sonra kimseyi bu kadar orijinal, bu kadar zeki, bu kadar samimi, bu kadar sıcak bulamadıklarını söylüyorlar. ama aynı zamanda onları benim kadar üzen, benim kadar pislik yapan birileri olmadığını söylüyorlar. bir daha bu kadar tutkulu, bu kadar inişli çıkışlı bir ilişki bulamadıklarını söylüyorlar. onlara benim yaptığım şeyler kadar kötü şeyler yapmayan birileriyle mutlu oluyorlar; ama o kişi, benim onları mutlu ettiğim kadar mutlu edemediği için, benim kadar neşeli benim kadar sıcak benim kadar deli benim kadar eğlenceli olmadığı için de yetinemiyorlar yeni sevgilileriyle. onların da devrelerini yakıyorum hayatlarından gelip geçip.

    arkadaşlarım da flörtlerim de bana çok güvendiklerinde onları ezik buluyorum, "bensiz yapamayacak kadar güçsüz müsün?" diye düşünüyorum. bana bağlanıyorlar diye ödüm kopuyor, bunalıyorum, kaçıyorum. güvenmediklerinde ise mahvoluyorum, güvenilmezim diye üzülüyorum, ama bir yandan da gururum okşanıyor, demek ki benden korkuyorlar diye acayip seviniyorum. ikisini de uçta yaşıyorum, optimal seviyeye çekemiyorum.

    eğlencede de aşırıya kaçıyorum, riskli hareketlerde bulunuyorum. tatile gidip bir hafta boyunca her gün bilmem kaç metre yüksekten atlayış vs vs hep hep böyle şeyler. normal şeylerden çok sıkılıyorum, bir cafede bir arkadaşımla oturmaktan hiçbir keyif alamıyorum. sonra o adrenalin dolu bir haftada aşırı yoruluyorum, "ne işim var benim burda?" diyip denize bile girmiyorum. sadece evde otururken bir şarkı dinlerken kendimi nasıl da iyi hissediyorum, birileriyle paylaşmak istiyorum bu güzel anı. sonra buluşana kadar o anki hevesim kaçıyor.

    hangi duygum gerçek bunu bilemiyorum. mutsuzken mutlu mu görünmeye çalışıyorum, yoksa mutluyken gereksiz yere kendimi mi harap ediyorum. ikisi de çok gerçek, ikisi de o anın gerçek duyguları. ama hep "an"lara ait, stabil degil.

    iş hayatı, okul hayatı hepsi bombok oluyor. aslında bombok değil, muhteşem oluyor. o kadar güzel işler çıkarıyorum ki, herkes bana hayran kalıyor. ama çıtayı o derece yükselttiğim için, bir sonrakinde sırf canım istemedi diye vasatın vasatı iş yaptığımda insanlar şoka giriyorlar, öncekini yapan kişi bunu yapmış olamaz diye. çünkü evet, modum yüksek ikem mükemmelim ben. hiçbiriniz benim kadar mükemmel olamazsınız, herkesi kendime hayran bıraktıracak kadar zekam ve becerim var, hem de her alanda. ama modum düşük iken hiçbiriniz siz benim boşluğuma çare olamazsınız. deliler gibi bekliyorum biriniz çare olun diye, sizi itiyorum ama yanımda olmanızı çok istiyorum; ama beceremiyorsunuz çare olmayı, olamazsınız ki, nefret ediyorum sizden, yüzünüzü görmek bile istemiyorum çare olmanızı ister iken.

    kendimi o kadar çok seviyorum ki, kimseyi kendimi sevdiğim kadar sevemiyorum. ama sevdiğimde de dünya üzerindeki hiçbir insanın size benim verdiğim sevgiyi veremeyeceği kadar çok seviyorum, o kadar net konuşuyorum. o kadar yüksekteyim ki, hiçbirinizi o kadar yükseğe alamıyorum. aynı zamanda dipsiz kuyuya indiğimde de sizin kuyularınızdan daha dipte oluyorum, o yüzden bana yardım edebileceğinize inanmıyorum.

    daha dün dünyanın en mutlu kişisi olup, ortamda herkesin maskotu olan kişi; ertesi gün bir anda tek cümle etmiyince şaşırıyorlar insanlar. soruyorlar sürekli, sıkılıyorum açıklamaktan. buyum ben elimde değil, mutsuzum işte ruhsuzum işte, sorma ne olur çünkü cevabım yok. her şey mükemmel gittiği halde mutsuzum, çünkü değişen somut bir durum yok iken, değişen tek şey benim bakış açım oluyor. bazen hayatımın muhteşem olduğunu düşünüyorum; sonra aynı hayata başka pencereden bakarak ne kadar boktan bir hayatım var diye düşünüyorum.

    griler yok hiç hayatımda, her şey siyah ya da beyaz. beyazın üzerindeki küçücük bir leke görür isem, direk siyaha boyuyuyorum. mükemmel bir şekilde bembeyaz olmadıktan sonra bir anlamı yok çünkü.

    hayatım aylardır mükemmel giderken, bir anda gözüme bir şey ilişiyor yoldayken. yoldan geçen birinin kıyafetindeki düğme. yıllaaar önceki eski sevgilimin kıyafetindeki düğmeyi hatırlatıyor bana, yolun ortasında ağlamaya başlıyorum. eski sevgilimi seviyor muyum hala? hayır. onu hayatımdan siktireden kişi ben değil miyim? evet ben bıraktım. niye ağlıyorum? sadece duygulanıyorum işte. o yüzden sürekli güneş gözlüğü bulundururum çantamda, ne zaman neyle karşılaşıp neyin beni tetikleyeceğini bilemiyorum. hafızam o kadar iyi ki, 10 yıl öncesinde bir arkadaşımla bir yere giderken ne giydiğimi, o sırada geçtiğimiz dükkanın önünden geçerken duyduğumuz şarkıyı, o sırada ne konuşuyor olduğumuzu hatırlıyorum. 10 yıl sonra o dükkanın önünden geçerken o anları hatırlayıp üzülüyorum. üzücü anılar mıydı? hayır. niye üzülüyorum, "ah ah o zamanlar ne güzeldi" diye duygulanıyorum. e ayşe miydi fatma mıydı her kim ise arkadaşın, git o zaman onla vakit geçir yine!? hayır, özmemedim ki sevmiyorum ben ayşe'yi de fatma'yı da. o zaman kötü hatırla, neden iyi hatırlayıp "o zamanlar çok mutluydum" diyip üzülüyorsun? üzülüyorum işte. çünkü ben eski ayşe'yi özlüyorum, eskiden o güzel zaman geçirdiğim ayşe'yi seviyorum. sonrasınra bana yamuk yapan ayşe'yi sevmiyorum ki, niye ayşeyle vakit geçireyim şimdi. ertesi gün de "ayşe bana yamuk yapmıştı, iyi ki çıkardım hayatımdan oh" diyorum. ne münasebet ayşe'yi hayatıma almak. bazen de tam tersi oluyor, dışarıdan bakan birinin bariz göreceği kötü şeyleri bana yapan insanları hayatımın merkezine koyuyorum, onları mükemmel olarak görüyor ve toz konduramıyorum. çünkü o, ya müthiş birisidir, ya da iğrenç. ortasını bulamıyorum. bazen hiç hesapta yokken bir şey görüp o an parlayıp rezillik çıkarmaya başlıyorum, sokağın ortasında çirkin sözcüklerle bağırıp çağırıyorum, daha da sonrasında sarılıp barışarak gidiyorum**. kızdığımda gerçekten kızgınım, sarıldığımda ise gerçekten samimiyim. değişiyor işte, oysa ki sevimli halim nasıl da hanfendi, sevimsiz halim ise tam bir bitch.

    bazen öyle ruhsuz oluyorum ki, insanlar onların duygularını anlayamacağımı düşünüyorlar. onlar duygusal, ben ruhsuz. bazen romantik değilim diye kızıyorlar, üzülüyorum. çünkü benim kimseyi sevemeyeceğimi düşünüyorlar. oysa anlamıyorlar ki, ben duygu hissettiğimde onların 100 katı kadar yoğun hissediyorum. sonrasında da 3 gün boyunca zerre duygu hissetmiyorum, önümde biri yaralansa etkilenmiyorum, yürüyüp gidiyorum, yerde kanlar varken elimdeki çikolatayı yemeye devam ediyorum, etkilenmiyorum işte napayım, üzülmedim, zorla mı üzüleyim. zorla nasıl üzülünür ki? bazen ise böyle bir olayda 1 hafta kendime gelemiyorum ağlamaktan. ama zaten hiçbiriniz beni üzemezsiniz, olsa olsa ben sizi fazla kafaya takıp kendim üzülürüm. siz benim özgüvenimi düşüremezsiniz, ben mutluyken o kadar mutluyumdur ki dünya yıkılsa üzülmem. dünyadaki hiçbir şey beni etkileyemez, olsa olsa ben sizleri etkilerim. ardıma bile bakmadan hepinizi, herşeyi terkedip yine mutlu olurum, gerçekten de olurum, o anki hislerim o an içinde gerçektir. ama modum düştüğünde sokakta yağmurda ıslanmış bir kediye üzülüp 20 sayfalık kısa hikaye yazarım, sayfalara gözyaşlarım damlayarak.

    uyuyamıyorum, 2 gün boyunca gözümü kırpmıyorum. gecenin 4ünde canım sıkılıyor yağlı boya yapıyorum. o tablo bitene kadar, ne yemek yiyorum ne uyuyorum ne tuvalete gidiyorum, 2 gün daha geçiriyorum öyle. sonra bazen günlerce uyuyorum, uyandığımda da yatağımın içinde bir metrekarede yaşıyorum sadece dizi/film izleyerek. kitap okuduğum zamanlarda, günde 4 kitap bitiriyorum. kitap bittiği an boş kalınca sıkılıyorum çünkü. günlerce öyle devam ediyorum. hem öyle tutkulu şekilde kitap okurken o kadar mutluyum ki, hiçbir güç beni dışarı çıkaramaz, bozamaz keyfimi. sonra 3 ay boyunca elime bir daha kitap almıyorum. canım istemiyor sadece. sonra 3 hafta boyunca günde 2'şer saatlik uykuyla enerji patlamaları yaşıyorum, her gün geziyorum her gün eğleniyorum, eve girer girmez sıkıntıdan patlıyorum, sosyallikte sınır tanımıyorum. ama sonra? yine insanlar beni darlıyorlar, 3 hafta kabuğumdan çıkmıyorum.

    en çok da insanların soru sormalarından bıkıyorum, "dün öyleydin bugün neden böylesin?". yeter, cevabım yok işte, bilmiyorum. 3 gün boyunca sizinle konuşmazsam ısrarla mantıklı bir cevap beklemeyin, canım istemiyor konuşmak, napıyım. size sinirlendiğimde, 3 gün sonra bir şey olmamış gibi konuştuğumda şaşırmayın bana artık. sinirlendiysem "o an" a aittir.

    sadece olduğum gibi kabul edilmek istiyorum. modum yüksekken hepinizin maskotuyken, hepinizize mutluluk saçarken beni o kadar çok seviyorsunuz ki, modum düştüğünde şaşırıyorsunuz ve yanımda olmuyorsunuz. modumun yüksek haline güveniyorsunuz, modumun yüksek halini istiyorsunuz sürekli. beni değiştirmeye çalışıyorsunuz. buyum ben, ne kadar yüksekteysem o kadar aşağıdayım. ne kadar neşeli isem o kadar da sinirliyim. ne kadar enerjiksem o kadar da ruhsuzum. lütfen kabul edecekseniz böyle kabul edin, etmeyecekseniz de hiç yaklaşmayın bana. çünkü beni üzdüğünüzde aşırı üzülüyorum, sonra size kötülük yapasım geldiğinde aşırı kötü şeyler yapıyorum. mutluluğumla mutsuzluğumu beraber kabul edin ki sizi deliler gibi sevdiğim şekliyle kalsın her şey. sevdiğim zaman size dünyaları verebilecek kadar çok seviyorum çünkü, hiçbir siyah leke olmadan.

    bunlar aşırıya kaçıp tüm hayatınızı ve çevrenizdekileri ciddi şekilde etkilediğinde, fiziksel zarara da başladığında bozukluk halini alıyor işte. dengesizlikten öte bir şey. sabah "sensiz yaşayamam" dediğiniz insanı akşam evinizden iğrenç bir şekilde kovmak ciddi ciddi, herkese zarar veriyor. etrafa mutluluk saçan sevimli bir tipin, bir anda yolun ortasında olay çıkarması hoş olmuyor. çünkü kestirilemiyor önceden.

    bu entryyi 6 aydır falan tamamlamaya çalışıyorum, sıkılıyorum yazarken çünkü. bazen buraya yazacaklarım kafamda bir anda parıldıyor, sonra eve gelene kadar "o an"ki duygularımı kaybediyorum. oysa "o an" içinde yazabilmiş olsam, eminim ki şu yazdığımdan bambaşka bir yazı çıkmış olacak. bazen ise bu kadarını yazacak enerjim hiç olmuyor. mesela yarın şu yazıyı okuyup "ne kadar ezik yazmışım, bunlar benim gerçek hislerim değil ki" derim. ama şu ana ait hislerim.

    duygularım değiştikçe editleye editleye ne hale gelicek yine entrym.

    bipolar bozukluğu olan bi psikiyatristin ağzından olanı da (bkz: #45673701)

    edit:
    şimdilerde çok daha iyiyim. buldum ihtiyacım olan şeyi ^_^
  • yaklaşık 4 yıl önce, 27 yaşımdayken tip 2 olarak teşhisi konmuş hastalığım. hayatta bir bok olamamamın nedeni midir? yoksa bunun arkasına mı sığınıyorum bilemiyorum. ama bipolar bozukluğu olan insanların yaşam kalitesinin çok düştüğü bilinen bir gerçek. o nedenle derhal tedaviye başlamak şart.

    bipolar bozuklukta tip 2'nin tip 1'den farkı maniden ziyade daha hafif bir hipomani yaşaması ve depresyonunun daha derin olmasıdır. bu nedenle benim pek öyle çıldırdım, böyle saçmalıklar yaptım, peygamber oldum gibi hikayelerim yoktur. genellikle depresyon... hipomani yaşadığım dönemlerde de yaptığım şeyler dövme, piercing ve rasta sanırım. bir de tek başına barlara gitmem, sabahlara kadar tek başıma takılmam, ufak tefek riskli hareketlerde bulunmam sanırım. ufak tefek diyorum çünkü bu olaylar başkasının olağanı olabilir ama benim gibi normali çekingen olan biri için aşırı. dediğim gibi, ufak tefek olaylar dışında bugün pişman olduğum çok acayip olaylar yaşamadım. bipoların beni yorduğu kısmı kış ayları ve depresyon. bipolar bozukluk yaşayanlar için mevsim de belirleyici olabiliyor. bende ilkbahar ve yaz aylarında hipomani artarken, sonbahar ve kış depresyon seyrediyordu. hipomanide hayat daha yaşanır, daha uğraşmaya değer oluyor. normalinizin o olduğunu, üzerinizdeki ölü toprağını attığınızı düşünüyorsunuz. pek çok şeyi yapmaya hem de hepsini birden yapmaya kadir hissediyorsunuz kendinizi. oysa geriye dönüp baktığınızda aslında mizacınıza hiç uymayacak şeyler yaptığınızı görüp şaşırıyorsunuz. dediğim gibi, normal halimde son derece çekingen bir insan olmama rağmen, bir anda ortamın maskotu, delisi, çılgını olup akla zarar hareketlerde bulunuyorsunuz, sadece 2 ay sonra kış geldiğinde ise telefonlarınızı kapamış, facebook hesabınızı dondurmuş, yorganın altında 3 gündür odadan çıkmamış halde buluyorsunuz kendinizi. insanı yıpratan da bu kutuptan kutuba koşmak zaten. yine de kendi adıma bu hastalığın bana en çok zarar veren kısmının depresyon dönemi olduğunu söyleyebilirim.

    psikiyatristle ilk tanışmam 14 yaşındaki intihar girişimim sonunda oldu. zannedersem ergenlik bunalımı olarak görüldü. ama ne yazık ki o ergenlik bunalımından neredeyse 30 yaşına kadar hiç çıkamadım. liseye geldiğimde işler biraz daha sarpa sardı. türkiye'nin en iyi liselerinden birini bırakmaya kalktım. yeniden intihar girişimleri ve gittikçe dozu artan kendini yaralama durumu başladı. çeşitli depresyon ilaçları ve sakinleştiricilerle hayatı idame etmeye çalıştık. lise sona geldiğimde durum gerçekten vahimdi. şimdiden 1 paketten fazla sigara içiyordum, fena halde alkole bulanmıştım, uyuşturucuyla da zaman zaman münasebet içindeydim. zamanında tubitak matematik olimpiyatından ödül almış olan ben sözel seçim yaptım ve derslerde sadece uyuyordum. uyandığım zamanlarsa sadece ağlıyordum, öğretmenlere bile "git biraz hava al jord" demekten fenalık gelmiştir eminim. zaten sonunda annemi çağırdılar ve beni hastaneye yolladılar. majör depresyon teşhisiyle 2 kere heyet raporu alarak uzun süre okula gitmedim. hepsine ne kadar teşekkür etsem az, öğretmenlerim ve müdür muavinim çok anlayışlıydı. döndüğümde beni oyalayacak ne kadar proje, kol, dal, organizasyon varsa dahil ettiler. bu sayede dersle falan uğraşmıyordum. bahar gelip de hipomanik ataklarım başladığında öss telaşındaydı herkes ve bana da bir şevk geldi. bir yandan gazeteden çıkan öss sorularını çözüyor, bir yandan okulun yıllık ve mezuniyet balosu işlerini yürütüyor, sonra okuldan çıkıp kadıköy'de içiyor, akşama kadar yeni yeni tiplerle tanışıyor, eve gidip sabaha kadar test çözüyor, uyumadan okula gidiyor böylece bir döngüye giriyordum. evdekiler de mutlu gözüktüğüm için gayet hoşnutlardı. yine desınava son bir kaç ay kala hazırlanmaya kalktığım için ne ailem ne de öğretmenlerim o sene sınava girmemi istemiyorlardı. kimsenin sözünü dinlemeyerek sınava girdim. 1,5 saat oturdum ve ne yazık ki buna rağmen bir yerlere yetecek puanı yaptım. seneye de denesem bu kadarını bile yapabilmemin garantisi yoktu benim için. ankara'yı çok istedim, ama ne ben ailemden ayrı yaşamaya ne de bizimkilerin beni gözlerinin önünden ayırmaya cesareti olmadığı için istanbul'da iki tercih yaptım. ve ilkini kazandım.

    dershaneye, okula gitmeden üniversite kazandım diye epey böbürlendim ama üniversite tam bir hayal kırıklığıydı. lisede aldığım eğitim bile buna 10 takardı. bu hayal kırıklığı ve sonbaharın etkisiyle ağır bir depresyon yaşadım. okula gitmedim. zaten devam zorunluluğu yoktu. sınav dönemlerinde ise yine burayı kazanan bir lise arkadaşımla takıldım. ve onun arkadaşları derken biraz hareketlendiğim bir dönem yeniden geldi. iyi, kötü okula gidiyor, bir yerlerde staj yapıyor, akşama taksim geceleri başlıyor. alkol su gibi gidiyor, yeniden saçma sapan yerlerde yeni insanlarla tanışılıyor, sevgililer bulunuyor, sonbahara doğru depresyona girildiğinden olmadık nedenlerden terk ediliyorlardı. 3. sınıfa geçtiğimde sadece harç yatırır olmuştum. sınavlara bile gitmiyordum. 4. senenin baharı bile kurtarıcı olmadı. 5. sene ise yeniden gelen bir şevkle okuldan mezun olarak kurtulmaya karar verdim. dünyanın en boktan okulu olduğu için bir sene de 30 küsür dersi ve evde kendi imkanlarımla hazırladığım tezi vererek kurtuldum. ardından madem mezunuz iş arayalım dönemi başladı. bir hevesle bir yerlere giriyor, çok kısa bir süre sonra çalıştığım yerlerde tam sosyal fobik bir hal içine giriyordum. benden 3 ay sonra çalışmaya başlayanlar bütün şirketle ahbap oluyor, ben üstüm dışında kimseyle iletişim kurmuyordum. her seferinde bir anda işten ayrılıyordum. 6 ay, 4 ay,1 ay derken çalışma sürem beni tuvalette izliyorlar paranoyası yüzünden 3 güne bile indi. sonunda çalışmamaya karar verdim.

    uzunca süren bir işsizlik dönemimin ardından daha da depresyona girmiştim. artık annem dışında kimseyle konuşmuyordum. nerdeyse 1 ay hiç evden çıkmadım. günlerce yıkanmadım. 9 aydan fazla bir süre cep telefonu kapadım. facebook hesabımı dondurdum. günde 12 saatten fazla uyur olmuştum. bir yandan da bana ne olduğunu anlamaya çalışıyor, internetten bana uyduğunu düşündüğüm psikolojik rahatsızlıkları inceliyordum. bu arada tüm bu süreçler boyunca bana verilen lamictal, seroquel, lustral, efexor, prozac, atarax gibi ilaçları hiç bırakmadığımı baştan belirtmeliydim sanırım. neyse, sonunda annemin iknaları sonucu yeniden başka bir psikiyatriste başvurmaya karar verdim.

    doktora "ben de sosyal fobi var" diyerek gittim. internetten ben de olduğuna inandığım yegane sonuç buydu. bipolar bozukluğu falan çoktan elemiştim çünkü benimle alakası yoktu. doktorum, önce öykünü inceleyelim bakalım dedi. terapiyle beraber bir kaç seans sonunda, ilk psikiyatrist kontrolümden tam 13 yıl sonra bipolar tip 2 teşhisi koydu. ve lithuril ve nörofrenle beraber tedavi de başladı. bana hiç mantıklı gelmemişti o zamanlar bipolar. ama ben tam olarak bipolarmışım, şimdi anlıyorum.

    yaklaşık 4 yıldır tedavi görüyorum ve ilk zamanlar haftada 2 kez olmak üzere 6 aydan fazla bir süre haftada bir terapiye gittim. tabi ben de travma sonrası stres bozukluğu da tespit edildiği için terapiler bu kadar sık olmuş olabilir. sonuçta ne terapilerimi ne de ilaçlarımı aksatmamaya çalıştım.

    şu anda bok gibi bir hayatım olmasına rağmen kendimi huzurlu hissediyorum. bok gibi bir hayat diyorum çünkü bu hastalık hayat kalitenizi düşürüyor. düzeldiğinizi hissettiğinizde de bazı şeyler için çok geç olabiliyor. iş, aşk, arkadaşlıklar vs. hepsinde geç kalmış hissediyorum kendimi. o kadar çok insan kırdım, uzaklaştırdım, o kadar çok köprü yıktım, o kadar hırpaladım ki, şimdi ortasından müdahil olmak da kolay olmuyor. sizlere eğitim hayatımı detaylı anlatmamın sebebi böbürlenmek değil, iyi kötü bir potansiyelim vardı, ama bu hastalık yüzünden kullanamadım, onu belirtmekti. bipolar bozukluk hayatta hak ettiğinizi alamamanıza neden olan bir rahatsızlık. bana doğru teşhis çok geç kondu, yıllarca depresyon dendi. depresyon ilaçları kullandım, ama hiçbir şey çözülmedi. tersine arap saçına döndü.

    sizlere bu entry'i yazmamın sebebi eğer kendinizde olduğuna inanıyorsanız, en azından bir şeylerin yanlış gittiğini düşünüyorsanız derhal bir doktora gitmeniz için. hem de doğru bir doktora... yıllarca yanlış teşhis konmuş olmasının acısını yaşayan biri olarak söylüyorum.
  • hayata ve insanlara karşı tüm iyi rollerin tükenmesiyle karşına dikiliveren dingildir bu.

    iki evresinin oldugunu sonra öğrenirsin. mani(taşkınlık), anormal derecede neşeli, abartılı yaşadıgın, fikirlerinin uçuşmasına neden olan, şarkılar şiirler söyleyerek geçirdigin bir dönemdir. uyku gibi bir derdin yoktur. uykusuzluk bir sorun teşkil etmez senin için, bir tercih oldugunu düşünürsün çünkü. birkaç saat uyku yeter de artar hatta. imkansız olan hiçbir şey yoktur bu dönemde. her şeyi oldurabilme gücüne sahipsindir. akım derken, bokum diyebildigin zamanlar da bu zamana tekamül eder ki, zihninin hiperaktifliğinin bir oyunudur bu sana.
    hayat, sonuça yönelik degil, sürece yönelik bir eglence yeridir senin için. boşalan kadehlerin, harcanan paraların, bitmeyen cinsel açlıgının ve süpriz kararlarının haddi hesabı yoktur.
    belki hiç giymeyecegin ama sırf rengi güzel diye aldıgın kıyafetler, dolap beklerler.
    ekmek istemez, su istemezler beklesinler. yanlarına yenilerini eklersin. paylaşımın artar bu dönemde. çocuklugunun, sobanın ateşinin geçme ve geçmeme kararsızlıgının yaşandıgı o kış gecelerinde babanın dımdızlak eve gelişlerini daha iyi anlarsın.
    ağlanacak halllere güldügün zamanlardır işte.

    sonra..

    düşersin.. tutunamadan düşersin hem de. tutunacak bir dal göremeden. dipsiz, kapkara kuyuların en dibine düşersin.. düşersin.. içinin yanmasını, çektigin vicdan azaplarını cehennemin sayarsın. bundan onküsür yıl önce, şimdi adını bile hatırlamadıgın birine selam vermedin diye kahrolursun. düşersin.. elinden tutup çıkaran yoktur. olsa bile, o kadar kirlisindir ki, kimsenin sana dokunup kirlenmesini istemezsin. kapını açtıgın anahtarlık bile kirlenmiştir senin yüzünden. çevrendekilerin hayatını mahvetmiştindir varlıgınla..
    hani o gazetelerde okudugun, önce aile bireylerini sonra kendini öldürdüğünün yazılı oldugu cinnet haberleri var ya, hah, o bu dönemleri tanımlar aslında.
    intiharın genetik oldugu savı da bu hastalıgın genetik oldugunun kanıtıdır işte.
    uykulara sarılırsın, hani bir zamanlar hiç ihtiyacın olmayan uykulara..uyanırsın; uayndıgına aglarsın önce, sonra gözüne takılan her şeye.. kornişlere, kapı kollarına, nevresim takımına, uçan sinege, ters dönmüş terlige, kıvrılan paspasa, esmer bi çocuk sesine, ellerine ve hatta küçük parmagına aglar durursun.. yoruldun mu? yeniden uykuların kucagına bırakırsın kendini. yapacak bir şeyin yoktur çünkü. sevdigin şeyler sana zevk vermez. yemek yemek gibi bir dert mi? kokusuna ömrünü adayacagını düşündüğün kahve ve yanında tellendirilen sigara mı? ne manasız kavramlardır bunlar. aynalardan nefret ettigin dönemlerindir ayrıca, giyinmek, saç taramak, yıkanmak.. gereginden fazla lüzumsuz şeylerdir. sen bu acılardanve vicdan azaplarından kurtulmayı, bir şekilde buralardan gitmeyi düşünürken "umut" denen şey hiç ugramaz muhitine.

    sonra yaralar... içinde yanan ateşlerin yüzüne yansıyan kırmızılıkları.. cildiye poliklinikleri, ordan pskiyatriye sevkler..

    dogru yerdesindir artık. korkma! düştügün kuyulardan çıkman için elinden tutacak insanlar.
    haftaya gidilecek piknik için, pasta tarifi bile araştıracaksın internetten. siyah rengini de seveceksin fosforlu pembe kadar.
    yagmurlu, gri renkli havalarda bunalmacak ruhun. o anın da tadını çıkaracaksın elinde bir fincan kahveyle pencereden bakarken.
    yüzündeki yaraların, günahlarının oldugunu düşünmeyeceksin artık.
    çevrende uçuşan sinegin sesine de aglamayacaksın.

    aslında karakterin sandıgın bir çok şeyin hastalıgın oldugunu anlayacaksın
    dahası,
    ernest hemingway ı, vincent van gogh u, kurt cobain i ve babanı daha iyi anlayacaksın.
hesabın var mı? giriş yap