• sözlükte gördüğüm bir entry sonucu merak edip izlediğim film.

    az önce bitti. hala yutkunamıyorum, boğazım acıyor. ilk bir buçuk saatinin her saniyesini yüzümde ebleh bir tebessümle izledim ama son yarım saat.. kaç yaşında adamım ağlaya ağlaya bi hal oldum anasını satıyım. "hayat aslında işte böyle sıkıcı ve sıradandır fakat asıl önemli olan bizim olayları nasıl gördüğümüz, nasıl hayal ettiğimizdir." bu konu heralde bundan daha muhteşem bir şekilde anlatılamazdı.

    fazla spoiler vermek istemiyorum, sadece şunu söyleyebilirim: şimdiye kadar tesadüfen karşıma çıkmış en güzel şey. cidden hiç bitmesin istedim.
  • steven spielberg'ün yönetmenliğini yapmaya çok ama çok yaklaştığı filmdi.hatta öyle ki duyurulduğunda 'adına bakıp bunun jaws gibi bir korku filmi olduğunu sanmayın' deniliyordu.filmin başyapımcısı da, jaws'da olduğu gibi richard d. zanuck malum.

    spielberg, ed bloom karakterinin yaşlılığı için jack nicholson'ı düşünüyordu.

    frank abagnale jr.'ın inanılmaz hayat hikayesinin anlatıldığı catch me if you can senaryosundan haberdar olan spielberg, ondan daha çok etkilendi ve çok daha kişisel bularak daniel wallace uyarlaması bu big fish projesinden çekildiğini duyurdu.

    spielberg'ün ardından boş kalan yönetmenlik koltuğuna da böylece tim burton oturmuş oldu.

    ne zaman izlesem finalde göz yaşım pıt :(
  • filmi izleyen herkesin içinde ortak imgeleri ve sözcükleri yaratan harika bir film. masal, ılıklık, çocukluk, büyü, naiflik, yumuşaklık...
    ama tek bir kelime ile anlatılsa masalsı olurdu sözcüğümüz...
    hayatı güzelleştirmenin öykülerle, gerçekliğe kattıklarımızla mümkün olduğunu öyle güzel anlatmış ki..

    --- spoiler ---
    jessica lange kadar aşık bakan bir kadın ve hayatının aşkı için mücadele edip de onu kazanan ve hep layık kalan bir adam.. filmdeki aşk öyküsü fazlasıyla etkileyiciydi.. masalsı bir aşktı evet salya sümük izlettiren şeydi filmi. hele küvet sahnesi...
    ebeveynlerimizi yargılarken ne kadar sert olabildiğimizi de yüzüme çarptı. "bırak anlatsın hikayeleri işte neden gerçeği arıyorsun" diye öfkelenir bulunca kendimi oğula, herkesin kendinde olmayana nasıl da özendiğini ve değer bilmediğini fark ettirdi. çocukların ne kadar nankör olabildiğini gösteriyor çünkü...ve sonunda gözyaşlarıyla vardığımız nokta onlara benzeyen öykülerimiz oluyor...
    ya erken ya geç gelinen kentleri, ne zaman ve nasıl öleceğimi bilmek isteyip istemediğimi düşündürdü...
    küçük jenny karakterine, balığı yakalamak için yüzükle gitmek gerektiği sözüne, çıplak ayakla da olsa, canınız çok acıyarak da olsa gitmeniz gereken zamanda bir kentten ne olursa olsun ne kadar güzel olursa olsun gitmeniz gerektiği fikrini ifade ediş biçimine hayran bıraktı.
    aşık olunan anda zamanın duruşu ve hızlanışı ise bir mucizeydi.. masalın en güzel yeriydi... aşık olunan an için bir sirkten daha büyülü bir mekan da düşünülemezdi. metafor olarak bakıldığında sirke daha da büyüyor fikri...
    uzun zamandır izlediğim en ama en güzel filmdi... insanın hayatında izlememiş olmaması gereken filmlerden biri... mutlaka ne yapılıp edilip izlenmeli.. hayatta bir pencere açıyor.. masalları öylesine özlemişken hala gözyaşları dökmenizi sağlayabileceği gibi, hikayelerinizle, öykülerinizle yaşayacağınızın umudunu da yaşatıyor...
    dolu bir hayatı yaşayıp aşka o hayatta sağlam ve temel değeri verip o hayatı güzel öykülerle anlatmayı başarabilirseniz cenazenizde gülümseyen yüzler görürsünüz...
    --- spoiler ---
    mutlu bir filmdi bu... ağlamamız kendi hayatımızın eksikliğinden....
  • babamla aramızdaki iletişim, 3,5 yaşında olduğum zamandakinden çok ileri değil hala.

    zaten ilk önce 'anne' demiştim, çok iyi hatırlarım. bu konuda bile ikinci plana itmiştim onu. bunun sebebi ikimizin de sahip olduğu ketumluk ya da babamın otoriter tavrı olabilir, bilemiyorum. ama bildiğim, okuyup adam olana kadarki dönemde: "oğlum dersler nasıl gidiyo?", "iyi baba işte, idare eder.", ve sonrasında: "oğlum işler nasıl?", "iyi baba işte, idare eder" diyaloğundan çok öteye gidemeyen bir iletişim bu. yani türkçe bilmemiş olsam, turistlerin yanında taşıdığı 'pratik türkçe' kitapçığında yazan basit cümlelerle bile rahat rahat geçinebilirdim babamla, o derece. ama ihtiyacım olmadı tabi o kitapçığa.

    bir kaç arkadaşımla bunu paylaşınca gördüm ki aslında bu tip baba-oğul ya da baba-kız iletişimsizliği çok yaygınmış. tanımıyoruz abicim babamızı. çok iyi bilmiyoruz annemizle nasıl tanışmış, onu tavlamak için ne dümenler kurmuş, nasıl sevmiş, ne derece sevmiş. başından ne enteresan olaylar geçmiş. doğumumuzda ne yapmış, nasıl heyecanlanmış.. askerlik, iş, güç konularında belki ne badireler atlatmış.

    masal anlatmak için aslında öyle ahım-şahım bi hayal gücüne ihtiyaç yok ve herkeste az-çok bi hayal gücü var. ve bakıyorum 'konuşmak' için doğan insan çok hayatımızda, otobüste, markette, kafede vs. ama varsa yoksa siyaset, varsa yoksa futbol gibi samimiyetten uzak yüzeysellikler..

    belki de fırsat vermiyoruz babamıza.. bıraksak belki ne masallar anlatacak bize. belki nasıl abartacak sevdasını, belki annemiz için 'mecnun' olmuş da haberimiz yok.. belki askerde öldü sanılacak, birden çıkıverecek ortaya. belki iş hayatında iflastan son anda yırtacak sivri zekasıyla, ne bileyim.

    diyeceğim o ki, izleyin bu muhteşem filmi, keyfini çıkarın bi güzel. ama hemen sonra gidin babanızın yanına ve bu fırsatı verin ona. dinleyin onu, hayal gücüne sınır koymayın, sözünü kesmeyin bence.

    ben filmi izledikten sonra bunu yapmayı çok istedim ama yine yapamadım. aradım babamı, sadece hal hatır sordum.. "nasıl işler oğlum" dedi, "iyi işte baba, idare eder" dedim her zamanki gibi. ama eminim ki benim babam da çok büyük bir balıktı, herkesin babası gibi, yürekten inanıyorum buna.
  • yarısına gelmeden uyumak için seçtiğim film.

    fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve saat 4:30'a geliyorken salya sümük entry giriyorum...

    (bkz: ibne tim burton)
  • oyle bir film ki bu, eger yaralarinizla cakisirsa konusu, cok yuceltebilirsiniz, eger alakasi yoksa kisilik unsurlarinizla, o zaman da buyuk ihtimalle ciciii ciciii diye seversiniz ama iste sonra ortalama filmler klasmanina atabilirsiniz. film beni benden aldi itiraf etmek lazim; belki tavsiye uzerine gittigim icin, belki etkilenmeyi amacladigim icin; belki de korkunc hava kosullarini yenerek ulastigim icin ona. bircok olaganustu guzel ayrinti yaninda unutulmaz sozlerden biri olarak su (hatirladigim versiyonuyla) gecebilir film tarihine eger daha once raslanmamis ise: most of the time, what we think of as evil is just lonely (kotu olarak adlandirdiklarimiz cogu zaman sadece yalnizdir- kotuyle oyun oyna ve artik seni isirmiycak). pearl jam'den the man of the hour parcasi ise filmi golgede birakacak bir etki yapmakta insana.
  • küçük prens tadında bir tim burton filmi.
  • yetişkinlere yer yer neşeli, yer yer hüzünlü bir tim burton masalı daha. ama bu sefer biraz farklı. biraz farklı dedik ama tim burton tarzı sıradışı varlıkların ve tasarımların olmadığını düşünmediniz herhalde? hayatı boyunca başından geçen fantastik olayları anlatmaktan zevk alan bir baba ve anlatılanların sadece babasının hayal gücü ve yalanları olduğunu düşünen kızgın bir oğul. filmin çoğunluğunda baba edward'ın hayat hikayesini seyrederiz. izleyici olarak biz bile edward'ın anlattığı öykülerin doğruluğundan zaman zaman şüphe ediyoruz ta ki filmin sonundaki mezarlık sahnesine kadar.

    ufak ufak notlar :

    şair norther'ın yaratıcılığı spectre kasabasında yaşamanın verdiği rahatlıkla körelmiş ve 12 senede ancak 3-5 anlamsız satır karalayabilmiştir. aşırı rahatlığın insan beynine yaramadığını çıkartabilir miyiz?

    sirk patronunun karl'ı işe alırken "istem dışı kölelik" ve "insafsız sözleşme" kavramlarını kullanarak gösterdiği dürüstlük takdire değerdir.

    ayrı bir makale konusu olabilecek "erkeğin tüm uğraşına karşılık kız tarafının tek yaptığının seçim yapmak olması" olayına değinilen bölüme geldik. erkek olmanın zorlukları gözler önüne serilir. edward'ın azmine hayran kalmamak mümkün değil. ilk görüşte aşık olduğu kıza erişebilmek için sirkte işe girer. aslanın ağzına kafasını sokar. yemek yemeden ve uyumadan günlerce çalışır. kurtadama dönüşen patronu tarafından parçalanma tehlikesi atlatır. bıçaklanır. vurulur. sirkte 3 yıl gece gündüz bedavaya çalıştıktan sonra kızın adını ve okuduğu yeri patrondan öğrenebilmiştir. gidip kızı bulan edward görür ki kız nişanlanmış bile. uğraşıp çabalayan, zeki, yakışıklı adamın yerine bir gerzeğin gelip hatunu götürmesi olayı burada da yaşanmıştır. ama allah'tan kızcağız edward'ın çabalarına değer vermiş ve nişanlısının moron olmasının da sebebiyle "sadece arkadaş kalalım" moduna girmemiştir. kız böylece dilimizden kurtulur.

    diğer yazarların da farkettiği gibi film gerçekten de forrest gump ile benzerlikler gösterir. edward da forrest gibi hayat öyküsünü anlatır. ortak noktalar; alabama'lı olmaları. hayata karşı çok iyi niyetli ve aşırı iyimser oluşları. amerikan futbolu ve diğer alanlardaki başarıları. gün gelip de vietnam'a gönderilmeleri şeklinde sayılabilir. ayrıca duygusal senfonik müzikleri unutmayalım.

    filmdeki son öykü bu sefer ölüm döşeğindeki babaya oğlundan geliyor. oğul o güne kadar kullanmadığı hayal gücünü harekete geçirmek zorunda kalır. bu babanın huzur içinde ölebilmesi için oğlundan son isteği.

    hayal gücünüzü zincirlemeyin, sınırlamayın ve asla hafife almayın.
  • -bir buz dağına benziyorsun baba, sadece %10 luk kısmın gözüküyor, gerisini görmeme izin vermiyorsun.
    -nasıl yani, çeneme kadar mı görüyorsun?

    filmi özetleyen bir diyalog bence...
  • tim burton'ın şu ana kadar çekip çekeceği en az masalsı ve en gerçekçi filmi. filmin ana fikri ise kanımca 'hayatın kendisi sıkıcıdır, onu süsleyin, bezeyin, masallaştırın ki (hem anlatırken hem kendi kafanızda) hayatınıza renk gelsin'dir. aynı tim burton'ın filmlerindeki gibi....
hesabın var mı? giriş yap