hesabın var mı? giriş yap

  • okunan her entry, birer puzzle parçası aslında. parçalar birleştikçe, vakit geçtikçe söz konusu yazara dair bir profil beliriyor aklımızda. politik görüşünden tut da dinlediği müziğe kadar, aile mefhumuna ilişkin görüşlerinden tut da yaşamı nasıl özetlediğine değin birçok farklı bahiste neler düşündüğünü okuyor öğreniyoruz. fakat life is drunk heybesinde olanı anlatmak, kendisini yazmak yerine, düzmece hikayelerle şükela avına çıkıyor.

    kendisinin ve yakın çevresinin, evvel entry'lerde anlatılanlardan çok çok uzaklaştığını, bambaşka kişilere evrildiğini görüyorsunuz mesela zamanla. yazılanların külliyen uydurma olduğunu anlamanız öyle çok bir vaktinizi de almıyor. okurun, şüpheci ve mantık arar olması, meselenin baştan aşağıya tiyatro olduğunu kavraması için yeterli.

    life is drunk, sözlüğün şifresini çözmüş yemiş bitirmiş bir beşer. burada bir "hak teslimi" yapmamız da şart. hangi başlıkta, hangi yazının, hangi detaylarla yazıldığında debe'ye gireceğini çok çok iyi biliyor. gerçi bazen tek bir entry'de 25 olağanüstü gelişmeyi art arda dizerek mübalağa'nın dibine vursa da, yurdum insanı "eheheheheh çok güzel" deyip şükela'yı yapıştırıyor.

    olaya müteallik karakterler yaratması, konuşturması, mizah katması ve tüm bunları bir çırpıda okutturan akıcılıkta yazması, yazabilmesi, onun becerisi hiç kuşkusuz... ama artık sıktı. vallahi de sıktı billahi de sıktı. badim değil ama neredeyse badim gibi. asıl can sıkıcı şey de bu işte. her sabah debe'de life is drunk'ın fantastik kurgularını okumak canımı sıkıyor. kurtulamıyorum düzmece metinlerinden... yaptığı girizgahtan anlıyorum o olduğunu; scroll'luyorum aşağıya bir bakıyorum ki o, basıyorum eksiyi...

  • güç kazanma ve onu korumanın 20. yüzyıldaki en keskin yolunun devletle iyi geçinme, bürokrasiyi elde etme ve onu besleme ama devlete bağlılık göstermeme; bağlılığı bilinen aile kavramından biraz daha büyük olan, kan bağı da taşıyan genişletilebilir bir organizasyonda bireyler arasında örmeye kendini vakfetmekte bulan stratejist.

    vito, hakimlerin, polislerin, senatörlerin ve diğer pezzonovantelerin sürekli olarak satın alınması, onlara iyi bakılması ve devlet kurumlarıyla savaşa girilmemesi gerektiğini ama örneğin ikinci dünya savaşı'na katılma konusu gelip çattığında "aile"nin bireylerinin savaştan uzak tutulmasının şart olduğunu düşünür. böylece devletle bağı bir nevi iş anlaşması gibi kalır ama devlete bağlılık zayıflıktır. en küçük oğlu sözünü dinlemeyip savaşa gittiğinde bunu "yabancılara bağlılık" olarak görür. hatta onun bir savaş kahramanı olup madalyalarla eve dönmesini dahi önemsemeyip küçümser.

    aileye uzak duran ama çaresiz kaldığında aileye başvuran bonasera gibilere devletle kendi organizasyonu arasındaki keskin ayrımı hatırlatırcasına ilk sorusu "neden önce polise gittin?" olur. vito corleone saga'sı hem film hem de kitapta bu keskin ayrımdan bahsedilerek açılır. mario puzo onu lineer ve kronolojik bir bakış açısıyla anlatmaz. bunun yerine çöküşten hemen öncesini, organizasyonun en tepede olduğu dönemdeki halini ortaya koyar. okur/izleyici, vito'nun bu gücü bir şekilde elde edip devletten öte bir devletçiğin patronu olduğunu kavrar, ancak bundan sonra organizasyonun kuruluşunda vito'nun stratejilerini öğrenmeye başlar.

    devlet vatandaşlarının bağlılığını iki ölçütle ifade eder: vergi vermek, gerektiğinde ülke için ölmek/öldürmek. vatandaşın devletini sevip sevmemesi ve soyut bir bağlılık hissedip hissetmemesi devlet için önemli değildir. vergisini veren ve savaşa giden vatandaş olmak devlet için yeterlidir. vito'nun "aile" organizasyonunda da bu iki kıstas kesin bir şekilde yürürlüktedir lakin vito bunlarla yetinmez. sarsılmaz bir bağlılık ve organizasyonu sevmek de en az "kazançtan pay" ve aile için diğer ailelerle "savaşmak" kadar önemlidir.

    kuralları kendi çağından çok önce yazılmış olan omerta'nın devleti dışlayıcı tutumu vito için de uygundur. devlet tarafından suç işlerken enselenen aile üyesi iki şeyi iyi bilir: ailesi, onun davasına bakacak hakimi veya ona lafını geçirebilecek senatörü çoktan satın almıştır. bu satın almada kullanılan parada kendi "kazançtan pay"ı da kullanılmıştır. yani bir nevi sigorta poliçesinin işe yarama günü gelmiştir. ikincisi ise satın alma gerçekleşmemiş olsa dahi aile, üyenin arkada bıraktığı çekirdek ailesine en iyi şekilde bakacaktır. bunu da kazançtan pay sistemiyle baştan garantilemiştir zaten. tam burada bağlılık kuralı da devreye girer. üye kendi kazançtan pay'ını geride kalan ailesinin bakımı için garanti görüp de suskunluk yasasını bozamaz. eğer bağlılığını kaybedip de suskunluk yasasını bozarsa sigorta poliçesi yandığı gibi çekirdek ailesi de organizasyon ailesi tarafından dışlanır. çekirdek ailedeki yetişkin erkekler de öldürülür.

    vito, insan psikolojisini çok iyi bildiği için bağlılığın sınırsız olmadığını, üyelerin de ihanet edebileceğini her zaman hesaba katar. bu yüzden hiyerarşi sistemini de önemser. bu, devletin yasa sınırları yüzünden göze alamayacağı bir şeydir. devlet, ihanet eden bir çavuş için onun komutanını da suçlayamaz. ama vito'nun ailesinde ihanet eden bir soldatto'yu işe alan capo da sorumlu tutulur. capo, o soldatto'yu ortadan kaldırmakla yükümlüdür yoksa capo yok edilir. vito'nun organizasyonunda yasa hem sarsılmaz hem de esnektir. ihanet cezalandırılmaz ve affedilirse bu başka ihanetleri kolaylaştıracağından dolayı tazmin edilemez.

    aileye bağlılık, devlete sadakat kavramına oranla daha katıdır. lakin bağlılığını kaybetmeyen her üye her istediğini elde ettiği, güçlü ve zengin bir yaşam sürer. oysa devlete sadakatini yitirmemiş, kanunlara uyan, uysal bir vatandaş çoğu zaman sefalet içinde yaşayıp ölür. vito'nun en iyi kullandığı acı gerçek budur.

  • muhabbetşinas biri değildir. açıkçası ben de böyleyim. bu durum bazen beni düşündürmüyor da değil. sonuçta insanlar tarafından yanlış anlaşılıyorum, kötü bir izlenim bırakıyorum diye düşünürüm.

    mesela adam soruyor sana bir şeyler sen de güzel güzel anlatıyorsun; yeri geldiğinde neşeli ve nüktedan aktarıyorsun yaşadıklarını ama iş soru sormaya, muhabbeti tersine çevirmeye gelince hiçbir şey sormuyorsun. o adam senin nereli olduğunu sormuş; nelerle iştigal ettiğini merak etmiş; bunlara yorum getirmiş vs. ama sen her şeyi anlattıktan sonra susup oturmaya devam ediyorsun.

    bazen de ulan ben de sorayım şunun nereli olduğunu diyorum ama harbiden hiç merak etmiyorum lan. sıfır merak yani. adam senin kütük'le ilgili şakalar espriler bile geliştirmiş; sen hiçbir şey sormuyorsun. o yüzden soru sorulmadığı sürece konuşmayan insanı sadece ketumlukla açıklamak mümkün değildir. bazı zaman çoğu şeyi ilginç bulmayan biri de olabilir.

  • bir çevirmen olarak şunu söyleyebilirim, ingilizceye çevrilen metinde bir yanlışlık olduğunu düşünmüyorum çünkü bu tarz bir metnin önceden belli olduğu konuşmalarda, metin böylesi yerlere mevcut çevrili vaziyette gider ki zaten okuyan kişinin takilmadigindan da bunu anlayabilirsiniz, simultane çeviri böylesi akıcı olmaz.

    en akla yatkın açıklama, türkçe açıklama türk insanının algısını değiştirmek maksatlı hazırlandı, ingilizce metin ise abd'ye aslında söylemek istedikleri/söyleyebilecekleriydi.

    edit: genel çeşitli yanlış algılardan dolayı ekleme yapma ihtiyacı hissettim. bu çeviri, efektif olarak bir yazılı çeviridir ama görünüşte uygulanış itibarıyla insanlarda ardıl çeviri intibası bırakmaktadır. yani bu konuşma türkçe olarak hazırlandıktan sonra bir de çeviri sürecine giriyor ki devlet kademesinde bu önemde yapılan çeviriler genellikle çeviri yapıldıktan sonra başka biri tarafından tekrar kontrol edilir ki hata olmasın. bir de çeviri türleri hakkında sizleri aydınlatmak istiyorum. iki türü vardır, sözlü ve yazılı. sözlü çeviride de iki tür vardır ve bunun ilki ardıl çeviridir, konuşucu duraksadıktan sonra sözlü olarak yapılır ve hiçbir zaman rte trump görüşmesi esnasındaki gibi akıcı değildir. örnek olarak yabancı futbolcuların, basketçilerin yaptıkları basın toplantılarından görebilirsiniz. bir diğeri ise simultane çeviridir. bu türün ardıldan farkı, bekleme olmamasıdır. tümce geldikçe çevrilir ve gene bu derece akıcı değildir, zaman zaman doğal olarak teklenir çünkü tümceler farklı bir insana aittir ve arada çeviriyle ilgili düşünme süreci vardır. bu tarz aniden yapılan çevirilerde de kaynak metni bilerek ve isteyerek farklı aktarma durumu çok güçtür çünkü zamanınız kısıtlı. son bir bilgi daha vereyim, tercüman sözlü çeviri yapana, mütercim ise yazılı çeviri yapana denir. çevirmen ise her ikisini kapsamaktadır ve görece daha modern bir terimdir.

    velhasıl, ortada kesinlikle bir hata yoktur, bilerek ve istenerek yapılmıştır. ingilizce metin ya rte'den habersiz bir şekilde çeşitli kaygılar göz önünde bulundurularak yapıldı ya da rte'nin de bilgisi dâhilinde biz türk halkının algısını yönetmek için yapıldı. ancak şu noktadan sonra her iki şekilde de bok, çevirmene atılacaktır ve olayın üzeri kapatılacaktır.

  • hakkında mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi devlet konservatuvarı, istanbul üniversitesi devlet konservatuvarı, haliç üniversitesi konservatuvarı opera bölümü öğrencileri ve mezunları tarafından şöyle bir mektup yazılmış olan rezillik.

    genç seslerden açık mektup;

    uzun ve zorlu bir opera eğitim sürecini alabilmek için birden fazla eleme sınavından geçip bu alanda öğrenim görmeye hak kazanan bizler; konservatuvar çatısı altında şan, müzik teorisi, mimik rol, opera oyunculuğu, koro gibi temel dersleri alarak ve üzerine ağır psikolojik süreçler geçirerek eğitimimizi tamamlıyoruz.

    üniversiteye girdiğimiz ilk günden itibaren gelecek ve meslek kaygısına düşen bizler, hükümetin sanat politikaları nedeniyle iyice daralmış olan iş sahamızda varlığımızı korumak ve meslek etiklerini oluşturmak üzere mücadele veriyoruz. sahnede var olma isteğimizden dolayı kurum yönetimlerinin insan sesini ve eğitimini küçümseyen hatta maddi açıdan hiçe sayan tutumlarını çoğunlukla görmezden geldik.

    artık emek sömürüsüne dur demenin vakti geldi.!!!!

    ülkemizin her alanında olduğu gibi özelleştirme politikalarıyla beraber sanatta da ucuz, sosyal güvencesiz, niteliksiz istihdam yapılmakta ve son aşamada "taşeron sistemi ile" sanat adı altında eserler sergilenmek istenmektedir.

    "zorlu performans sanatları merkezi'nde" yapılacak olan "royal opera house" prodüksiyonu "la bohéme" operası bunu bizlere bir kez daha göstermiştir. anlaşılan o ki yapımcılar, bütçe kalemleri içerisinde "la bohéme" operasında önemli bir yer teşkil eden koroya bütçe ayırmamış ve bu işi ücretsiz yapma ya da kabul edilemeyecek az bir ücret karşılığında yaptırılma yoluna gidilmiştir.

    bu "taşeron koro" teklifini profesyonel seslerden oluşan korolar emeğinin karşılığını almadan iş yapmayacaklarını belirtip reddetmiş ve bazı amatör korolar da opera uzmanlık alanı olmadığı için kabul etmemiştir.
    ancak, bu prodüksiyon için sayın masis aram gözbek aracılığı ve yönetimiyle oluşturulan amatör bir koro ile anlaşılmıştır.

    amatör korolar genellikle farklı meslek gruplarından bir araya gelmiş ve bu işi hobi olarak yapan kişilerden oluşur. amatör koroların varlığı ülkemizde müzik ve çok seslilik kavramının gelişimi açısından önemlidir ve desteklenmelidir. amatör korolar, farklı müzik türleri ve farklı söyleme biçimleriyle bir birlerinden ayrılır ve kendi koro tınılarını yaratırlar. opera koroları ise operadan bağımsız olarak düşünülemez. çünkü opera koroları, solistlerle oyunculuk ve sahne eğitimleri konusunda ayrışmaz ve aldıkları eğitimi sahnede uygularlar.
    amatör korolarda söyleyen farklı meslek gruplarından kişilerin sadece müzik yapma iyi niyetlerini kullanarak profesyonel oldukları şeklinde lanse etmek ve yüksek bilet fiyatları ile satışa sunulan bir opera eserinde söylemeleri sağlamak ne kadar etiktir? bu aynı zamanda izleyiciyi yanıltmak değil midir?

    bu durum bu işi meslek olarak seçen ve geleceklerini bu alana adayan bizlerin zaten kısıtlı olan iş alanlarının varlığını yok etmekte ve prodüksiyon firmalarının emek sömürüsü yapmasına zemin hazırlamaktadır.
    gelişmiş ülkelerin hiçbirinde (sosyal sorumluluk projeleri dışında) bilet satışı yapılan, işletme karı güdülen bir prodüksiyonda para almadan ve sosyal güvenceye bağlanmadan insan emeği kullanılamaz.
    ne acı ki durum, tüsak yasa tasarısıyla örtüşmektedir. özel sektörde sanatın taşeronlaşmasıyla beraber sanatçıların haklarını alamamalarına neden olacaktır.

    bizler insan sesine ve emeğine değer verilmesi için genç sesler olarak ses çıkartıyoruz.
    ülkemizde;

    tübitak kurumunun başında hayvanat bahçesi müdürünün olmasına,

    şehir tiyatroları başında eski güreş hakeminin görev almasına,

    opera, tiyatro, bale , resim,heykel gibi tüm sanat dallarında; sanatın profesyonellik gerektirmediği algısını oluşturmaya yönelik yapılan atamaları, yasal düzenlemelerini kabul etmiyoruz.

    ses çıkartıyoruz !!!!

    ekleme: metinde geçen topluluklardan birisine dahil olup, olmadığım sorulmuş. hayır, değilim. hiçbiriyle bağlantım yoktur. ben eğitimi sanat, işi sosyal medya olan bir insan olarak bu metnin zorlu center psm sayfasında opera sanatçıları ve öğrencileri tarafından yorumlara yazıldığını ve her yorumun kısa sürede silindiğini gördüğüm için, hem kalıcı olması hem de ekşisözlük'ün gücünden destek alması adına metni buraya taşıdım. bu kadar ses getirmesinden de gurur duydum. umarım dostlarımızın bu haykırışı hak ettikleri sonuçları doğurur.