hesabın var mı? giriş yap

  • videodaki iki genç sahilde takılırken aniden dev bir parmak izi beliriyor üstünde de yeni çağın başlangıcı yazıyor, ne anlama geliyor olabilir altından ne çıkacak merak ederseniz takipte kalın
    bkz: esrarengiz parmak izi

  • fotoşok falan değilse belliki bi veledin bi yarışma vs. çizdiği seçildiği ordan özdileğe kadar gelen resim ile yapıldığı iddia edilen aşağılamadır. kişisel fikrim, velet bulunup elinden ayağından yüzünden her yerinden öpülmelidir. ne de güzel anlatmıştır. ha bugün bu ablaların ardında durduğu demir parmaklık değil range rover audi fln ama ossun. kanımca parmaklık orda metafor. bugünün parmaklığı da pahalı arabaları. fikir güzel.

  • küçülmüş porsiyonlar, kalitesi düşmüş ürünler ve fahiş fiyatlı yemeklere boykot !!

    20-21 nisan'da cafe ve restoranlara gitmiyoruz !!

    #fahişyemeğeboykot

  • otobüste sadece şoförün gördüğü o boşluk var ya; öyle bir boşluk var içimde, benden başkasının göremediği..

  • evvelce yazıldı mı bilemiyorum fakat benim en cok dikkatimi ceken nitelikleri; her turlu patavatsızlıgı ve densizligi yapıp agzına geleni soyledikten sonra dobrayım ben demeleri...

  • bir foton parçacık kaynağı olarak güneş:

    diğer bütün temel parçacıklar gibi foton da kuantum mekaniği ile yönetilir ve dalga parçacık ikiliği gösterir. modern foton kuramı, einstein tarafından ortaya konulmuştur. bunun anlamı elektromanyetik dalgaların aynı zamanda parçacık özelliğine sahip oldukları ve parçacıkların da aynı zamanda dalga özelliklerine sahip oldukları anlamına gelir. başka bir deyişle, ışık ve madde aynı anda hem parçacık hem dalga özelliklerine sahiptirler; ne başlı başına bir dalga ne de başlı başına bir parçacıktırlar.

    kuantum kuramının gelişmesinden hemen önce j. c. maxwell 'in elektromanyetik kuramı, ışık için çok sağlam bir dalga modeli sunuyordu. aynı zamanda atomların keşfi ile maddenin küçük taneciklerden oluştuğu fikri de netlik kazanmıştı. böylece ışık için dalga modelinin, madde için ise tanecik modelinin geçerli olduğu düşünülüyordu.

    kuantum kuramının gelişmesiyle, hem ışığın foton denilen taneciklerden oluştuğu hem de atomu oluşturan parçaçıkların aynı zamanda dalga özelliklerinin olduğu keşfedildi

    (tabi bunların hiçbiri aslında "gerçek" olarak yokturlar, ama buna daha sonra değineceğim.)

    dalga mekaniğinin temelleri de broglie ve schrödingertarafından, einstein'ın ünlü formülü ve planck'ın foton enerjisi hesaplamalarını birleştirerek, ortaya konulmuştur. de broglie, bu kuram ile parçacıkların da dalga gibi davranabileceğini göstermiştir.

    ancak bu hal ancak dalga boylarının atom ya da çekirdek boyutlarına yakın olması durumunda önem kazanır. örneğin 1*(10^6) m/s lik bir hızla hareket eden elektronun dalga boyu 0,7274 nm dir. bu dalga boyu x-ışınlarının bulunduğu bölgeye denk gelir.*
    bunun sebebi ise, bu kabullerin altında e=p*c yani m*v = p ve m*c^2 = e iken v'nin c'ye eşit olması durumu vardır.
    de broglie'nin önerdiği madde dalgalarının ilk deneysel doğrulaması c. davisson, l. h. germer ve george paget thomson'dan gelmiştir.

    şimdi, gel gelelim, bu foton denen parçacık nerden çıkar* ve mesele güneş, yıldızlar neden bu kadar çok aydınlatır.
    fotonun ortaya çıkması için, uyarılmış atomun, kararsızlıktan kararlı hale geçişi gereklidir. üst orbit'lerden birine çıkmış elektron, geri olması gerektiği yere dönerken, atomun, dışarıya enerji vermesi gerekir. bu enerji parçacığı da fotondur.
    malumunuzki güneş, füzyon tepkimeleri ile muazzam bir ısı/enerji açığa çıkması ile, radikal ahlakçıların ıslak rüyalarından daha sıcaktır. bu füzyon tepkimesini kısaca açıklayacak olursak, şu şekilde gerçekleşir;
    iki hidrojen atomunun, çekirdekten gelen ısıl enerji ile çekirdek kaynaşması tepkimesine hazır hale gelmesi ile başlar, bunların çekirdeği birleşirken, bir deuterium izotopu ortaya çıkar ve aynı zamanda bir pozitron ışıması ile nötron emisyonu gerçekleşir. önümüzdeki karşılaşmada meydana gelecek bir pozitronun ters beta çözünmesinden iki gama ışıması ve bir miktar enerji açığa çıkacaktır. bu tepkime de, bir deuterium'un bir hidrojen atomu ile kaynaşarak bir gama ışıması ve heyum üç izotopu ile bir miktar enerji açığa çıkarması ile gerçekleşir. bir sonraki aşamada ise iki helyum üç izotopu füzyon tepkimesine girerek, bir helyum atomu, iki hidrojen atomu ve çok daha büyük bir enerji açığa çıkarması ile son bulur.
    öyleki füzyonu başlatmak için fisyon tepkimesinden açığa çıkan ısıl enerji kullanılabilir. (bkz: atom bombası) bunun, kontrollü olarak gerçekleştirilmesi, tepkimeyi başlatacak bir kaç milyon kelvinlik sıcaklığı gerektirdiğinden ve dünyadaki hiçbir madde bunu kaldıramayacağından, mümkün değildir. ne ki tabiki güneşte bu tepkime, çekirdekten gelen muazzam ısıl enerji ile tetiklenir.
    esas mevzu tepkimeyi başlatan bu enerjinin, aslında çekirdekleri kararsız hale getirmesini teşkil eder. öyleki, her bir ışıma ve her bir reaksiyonun sonucunda açığa çıkan enerji, maddeyi daha kararlı hale getirmektedir. bu konuyla ilişkisi olan entropi ve durağanlaşma da başka bir yazının konusu olabilir.

    işte bu kararsız durumdan, kararlı duruma geçiş esnasında foton parçacıkları ortaya çıkar.

    edit+edit:imla

  • oturduğum evin arazisi vaktiyle gecekonduymuş. işte devlet tapu vermiş, sonra müteahhitler girmiş, binalar dikilmiş vs. araziyi veren gecekondu sahibi şu an birkaç daire sahibi.

    düşünüyorum, adam babamla aşağı yukarı aynı yaştadır. babam ömrünü bir memur maaşıyla kirada geçirdi. kimsenin arazisine konmadı, hele kamu malına çökmedi. zor günler geçirdiği de oldu, kirayı ödeyemediği de. eninde sonunda bir şekilde denkleştirdi ödedi. sonunda elinde hiçbir şey yok.

    fakat öteki adam vaktiyle dikti çadırını, yaptı kerpiç evini. tapu sahibi oldu, sonra birkaç ev sahibi oldu. ben o araziye dikilen evlerden birini almak için ömrümün beş yılını ipotek ettim. her ay taksidini ödüyorum; virüsmüş, salgınmış, işler kötü gidiyormuş bakmadan.

    babam ve onun soyu cezalandırıldı, bu adam ve onun soyu ödüllendirildi. gecekondu budur.

  • bizzat fiziki zarar görmek gerekmiyor. kültürümüz, tarihimiz, etnik yapımız zarar görüyor. milli sermayemiz zarar görüyor. hadi şimdiki zamanı geçtim, çocuklarımızın geleceği zarar görüyor. bunu görmeyen, birkaç on yıl sonra türklerin azınlık duruma düşmesini ön göremeyip çocuklarını ateşe atanlar en çok zarar görenler ama farkında değiller.

  • demem o ki, 107 yıllık şanlı kung fu hocalığımda rastladığım en kızgın vites değişikliği üniversite yıllarıma dayanır. bilenler bilir, bilmeyenler bilmezler; yurtlar bölgesinden binilen dolmuşun, çıkış kapısına varmasına kadar kampus içerisinde bir miktar yol alınır. işbu güzergahın süresi, dolmuş şoförünün o anki halet-i ruhiyesine göre değişir. hiç unutmam, aydınlık bir cumartesi akşamüzeriydi, henüz kahverengi kuşaktım ve ağır bir kung fu çalışmasını yeni bitirmiştim. maksadım kuğuları beslemek üzere tunalı'ya gitmekti. tabi serde gençlik ve kung fu'ya açlık da var olduğundan, biraz da 'yüzen kuğu tekniği' çalışırım diye dolmuşa bindim. hatıralarım beni yanıltmıyorsa, en arka koltuk sağdan ikinci sırada oturan civan mert bendim. araç hareket ettiğinde hepimiz neşe içerisinde dolmuş ücretlerimizi bizatihi takdim ettik. ağır ağır ilerliyorduk çamlar ve bölümler arasından. kısacası mes'uttuk. şoför, o yüzyıldaki her dolmuş şoförünün yaptığı gibi alışılagelmiş sorusunu sordu: "parasını veremeyen, parasının üzerini alamayan var mı?" bizler helal süt emmiş insanoğulları ve kızları olduğumuz için "aa bidakka hocam, ben paramın üzerini almadım" demedik. sergüzeşt yolculuğumuza devam ettik. derken, alışılagelmemiş bir şey oldu ve kaptanımız para alışverişini ilgilendiren sorusunu tekrar etti. garip bir titreşim yayıldı dolmuşun içinde. ense kökümüz ilk kez karıncalandı. galiba bunun nedeni biraz da şoförün sorusuna kattığı belli belirsiz sertlikti. bizler, yani kemal yekun 13 kişi kendi hallerimize rücu etmek üzereydik ki, aynı soru bu kez daha şiddetli bir tazyikle dayandı kulak kepçelerimize. susuştuk. “parasını veremeyen 2 kişi” lafzı şoförün ağzından patlak verince ise, ense kökümüzdeki tuhaf karıncalanma kuyruk sokumumuza doğru ilerlemeye başlamıştı bile. ince bir telaş kapladı hepimizi. dolmuşun kubbesini bu telaşla yapılan mırıldanmalar dolduruyordu artık. birbirimize bakıyorduk. bila ücret hareket eden o iki kişiyi tespit ve tenkide çalışıyorduk. ama nafile. galiba hepimizde güzel poker yüzleri vardı. “parasını iki kişi vermedi, versin” gürlemesi üzerine, orta sıralarda oturan volkmen kulaklığı takmış saf bir arkadaşımız “ha?.. ne… ne oluyor?” diyerek ayağa sıçradı. yediği naneyi anlamışçasına özür dileyerek parayı uzattı. ona kızsa mıydık, teşekkür mü etseydik bilemedik. çok karmaşık duygular besliyorduk hançeremizde. ama yarı yarıya da rahatlamıştık. geriye kalmıştı bir. artık onun peşindeydik. herkes birbirinin kulaklarına bakıyordu. başka volkmenli yoktu. takriben birkaç dakikalık kampus içi seferi adeta birkaç asırlık kabusa dönüşüyordu. öyle ki, ücreti peşinen takdim ettiğim halde o bir kişi yerine tekrar dolmuş parası vermeyi bile düşünmeye başlamıştım. lakin kefenin cebi olmadığı gibi kung fu elbisesinin de cebi yoktu. kuşağı vardı. üstelik iki tam dolmuş parası almıştım yanıma ve o dönüş parası da çorabımda mukimdi. vazgeçtim. ancak bu arada, ben böyle düşünürken de, şoförle dikiz aynasında göz göze geldiğimizi fark ettim. aslında herkes o aynaya bakıyormuştu. sadece gözler vardı kadrajda. adeta carl leone-sam peckinpah karışımı bir vahşi batı düello sahnesinin tam ortasında idik. sahneler, bir çift gözden başka bir çift göze kayıyordu sürekli. “parasını vermeyen o bir kişiiiiiii, parahısını versiiinnnnhhh” infilakıyla birlikte bel hizasındaki vitese hamle yapan şoför vitesi öyle bir kızgınlıkla değiştirdi ki, o koca demir yığını, adeta asfaltla hemhal olup meşke gelmişçesine sarsıldı. tanrım o ne sarsılıştı. tabi bilemiyorum, taklit yapmış da olabilir ama, tüm organlarımız ayrı sarsıldı. kampus çıkışa iyice yaklaşmıştık ve bazılarımız camlarda mevzi alıp çıkış kapısındaki görevlilere “kurtarın bizi bu manyaktan” diye bağırmak üzere kendilerini hazırlıyorlardı. ben kung fu’nun bana verdiği yetkiye dayanarak serin kanlıydım. (nefesimizi tutabildiğimiz, çivilere yatabildiğimiz gibi, kalp kapakçıklarımızı 3’e, 2’ye hatta 1’e indirebiliyorduk.) derken çok sert şekilde vites küçültüldü. durma noktasına geldik ve durduk. şoför el frenini çekti. şahadet getirenler vardı aramızda. önce, şoförün kendi kapısından çıkıp bizim dolmuşa giriş yaptığımız fıslayan kapıdan gireceğini ve allah ne verdiyse sunacağını düşündüm. ama sonra bu düşüncenin çok safdillilik içerdiğine kanaat getirerek, şoförün kısa yoldan, vites üzerinden atlayıp torpido gözündeki levye ile harikalar yaratacağı sonucuna vardım. mamafih ikisi de olmadı. o, baş seviyesindeki dev aynasından bizlere bakarak “parasını vermeyen o bir kişi var ya…” girizgahını beyan etti. arkasından gelecek sinkaflı kelimeler hepimizi ürpertiyordu. her ne kadar kısa bir es verilmiş olsa da cümle başlangıcına, zaman çok ağır ilerledi. sert bir esinti dolmuşun topraklı zemininde bir iki çalıyı önümüzden sürükledi. dolmuşun kepenkleri çarptı. bir anne çocuğunu eve soktu. kimileri gözlerini kapadı, kulaklarını yumdu. ben, elim abanoz saplı mınçıkamda, hasmımı bekliyordum. derken, cümlenin sonu geldi: “parasını vermeyen o bir kişi var ya…. işşallah sınıfta kalır!”
    kim sınıfta kaldı bilemedik hiç. ben kuğuları besledim. ve o sene çok ‘kızgın vites’ yaptı.

  • su dolu bir şişem var soğusun diye buzluğa koyuyorum unutuyorum donuyor, içemiyorum. erisin diye dışarı çıkarıyorum unutuyorum ısınıyor, içemiyorum. bir haftadır şişeyi yanımda gezdiriyorum ama katiyen su içemiyorum.