hesabın var mı? giriş yap

  • hayatta kalan 16 kisinin, ancak kazanin uzerinden 72 gun gectikten sonra kurtarilmasi sebebiyle havacilik tarihinde ozel bir yeri olan ucak kazasi.

    kazadan sonra 27 kisi sag kalmis, arama calismalari umut kalmamasi sebebiyle durdurulmus, bahtsiz bedevi kazazadelerin 8 tanesi de uzerlerine cig dusmesi sonucu olmuslerdir. sag kalanlar hayatta kalmak icin olen arkadaslarini yiyerek beslenmislerdir.

    60. gunde, bekleyerek olmekdense, pilot kabinindeki gunes siperliklerinden kar korlugunu engellemek için yaptiklari gozluklerle, ucagin govdesindeki yalitim aparatlarindan yaptiklari uyku tulumlariyla daglari tirmanip yardim ararken olmeyi goze alan 2 kazazedenin 12 gunluk yuruyusden sonra insanlar tarafindan bulunmasi ile toplam 16 kazazede kurtulmustur.

    (bkz: en iyi arkadasini yemek)

  • sabah 7-9 ve akşam 17-20 saatleri arasında katıldığım öneri. tabi ki yaşlılarımıza saygı falan önemli ama sabahın kör karanlığında kalkıp işe gitmeye çalışan, akşama kadar çalışıp iş çıkışı da sürünen adamın halini de anlamak gerek.

  • kurufasülye-pilava dayalı beslenmemizin doğal sonucu. halbuki elin kriminali kaslı, dövmeli. hapiste benç presini aksatmıyor.

  • hayatımın en marjinal hareketi gece balkona çıkmak oluyor. soğuk vuruyor önce yüzüme, sonra bedenimi sarıyor. soğuğu hissediyorum böylece bir anlık olsa da bir his duyumsayabiliyorum. çarpık kentleşme sayesinde etraftaki apartmanları izleyebiliyorum sadece balkonda. zaten nereye baktığımın bir önemi yok bir şey görmüyorum. bakar gibi yapıyorum sadece. bir çeşit rol gibi. yoksa ne görüyorum, ne duyuyorum, ne hissediyorum. hepsi birer rol. gerçi rol birileri için yapılır ben rol yapmıyorum sadece eylemsizlik bile aslında bir eylemken yaşayamamak da yaşamanın bir çeşidi oluyor galiba. sanırım şimdi anladınız balkondayken nereye baktığının bir anlamı olmadığını.

    bir filmde rol kaparsam bir gün 'bu noktaya nasıl geldik biz' deyip uzaklara bakan adamı oynamak isterim. ne kadar ''cool'' ve anlamsız bir soru. nasıl geldiysek geldik sonuç olarak buraya çıktık işte. sebepler umurumda değil. 1-0 olsun bizim olsuncular iyi bilir bunu. 3 puanı aldın mı nasıl oynadığının anlamı kalmaz. ''tarih iyi oynayanları değil kazananları yazar'' diye de ekleme yapabilir miyim filmdeki rolüme? filmlerin ''canı cehenneme adamım''. bizleri kandırmaktan başka bir işe yaradıklarına şahit olan var mı?

    kafam o denli karışık ki içerisinde anlamsızca tonlarca kelime dolaşıyor. hiçbiri bir cümleye dönüşmüyor. sıralı bir düzene girmeyi reddediyorlar. içinde hiçbir düşünce bulunmayan ama tarifsiz bir karışıklığa sahip bir beynimle iyi geçiniyoruz bu aralar. ben onu uyutuyorum o da karşılığında bana hissizlik veriyor. herkes memnun.

    kafa karışıklığım entry'e de bir hayli yansıdı biliyorum. siz okuyun diye yazmıyorum bunları zaten. şikayet etmeye hakkınız yok. bir nevi tarihe not düşüyorum kendimce. bir nevi ruhumu deşiyorum. anlık bir yaşam belirtisi göstersin diye kendime bakıyorum. sizin olmadığı gibi benim de şikayet etmeye hakkım yok. dünyanın geldiği noktada hepimiz bedeller ödüyoruz. o yüzden şikayet etmek şımarıklıktan fazlası değil. hele ki her şeye rağmen bu şartlarda.

    hayatı kaçırmak diyorduk değil mi? daha doğrusu hiç dememiştik ama bu başlığa gelmiştik öyleyse demeliydik.

    zaman akarken bizim de onla birlikte akamamız belki de tüm sorun. ardına bakmadan, dinlenme hayalleri kurmadan, of be neler yaşadık deyip bir soluklanmadan, anı tüm gerçekliğiyle elinde tutarak.. anlıyor musunuz? anı fotoğraf çekerek saklamaktan bahsetmiyorum. sonra o ''an''ı sosyal medya hesabınıza atarak bilgisayar başında beklemekten hiç bahsetmiyorum. koşarken kafanızda bir an önce eve varıp uzanma hayallerinizin olmamasından bahsediyorum.

    beni anladığınızı biliyorum -tabii eğer buraya kadar okuyan varsa- çünkü hepimiz ne kadar farklı olsak da aslında temel konularda aynıyız işte. biliriz neden bahsediyoruz. farklı tecrübelerden geçeriz ama benzer duyguları yaşarız.

    hayatı dibine kadar kaçırdığımı hissediyorum. hiçbir zaman ''hayata bir daha gelmeyeceğiz'' gibi sözler bana çok bir anlam ifade etmemişti. şimdi ise telaştayım sanırım. korkak bir adam olarak hayatı yakalamak için bedel ödemeye cesaretim yok sanırım. insanın ''kendi olması'' için bile bedel ödemesi gerekir. beleşe hiçbir şey yok bu dünyada. o bedeli ödediğimde mutlu olacağımı bildiğim halde bedeli ödeyemiyorum. neden? bilmiyorum.

    şimdi sıkıştım kaldım adeta. hoş eskiden de çok mu farklıydı? hep elimizdeki imkanları küçümsedik veya onları farketmedik. bugün ise mazeretten çok gerçekten elim kolum bağlı olduğunu biliyorum ama geleceğe dair umudum yok değil ama ''kontrolün bende olmadığını'' biliyorum. dibine kadar yalnızlık, bir kuytu köşede büyük zaman dilimleri geçirmek ve daha niceleri... kendimden ve kişisel tecrübelerimi anlatmaktan çok soyutsal bir biçimde durumumu anlatmayı seviyorum. o yüzden şu sözlükte kişisel paylaşımlarım olabildiğince azdır.

    geçen sonbaharda... bir akşamüstü öyle bir yağmur bastırmıştı ki bardaktan boşanırcasına deyimi az kalır. arabalar bile hızlarını kesmek zorundaydı. o yağmura seyyar arabasıyla tavuk pilav satan biri de yakalanmıştı. yazdan yeni çıktığımız o günlerde o ani yağmura üstündeki tişörtle yakalanmıştı ve itmesi gereken tekerlekli bir arabası vardı. o yağmurun altında o arabayı iterken ben onu yine camdan dışarıya bakarken gördüm. şimdi o adam mı daha şanslıydı ben mi? cevabı söylemeyeceğim ama bazı kriterlerinizi gözden geçirin derim ben. sahi beni buraya kadar okuyan oldu mu?

  • “ey millet! iyi biliniz ki, türkiye cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. en doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır. uygarlığın emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.” (atatürk, 30 ağustos 1925)

    “tekkeler kesinlikle kapatılmalıdır. türkiye cumhuriyeti, her alanda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç değiliz. biz, uygarlıktan, bilimden, fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. başka bir şey tanımayız…”

  • tanıyorum ben bunu. adı erdal. kireçburnunda bakkal işletiyor. paraya karşı inanılmaz bir sempatisi var.

  • öncelikle

    (bkz: yeni başlayanlar için aşk)

    - karşınızdaki kişiyi iyice tanımadan ilişkiye başlamayın. tanımak için kendinize süre verin.

    - baştan uzun bir ilişkinin hesabını yapmayın. boş hayaldir. canınız yanar daha sonraları. bu hayal, kendinizi ona daha çok bağlamanıza ve de ayrılıkta daha çok azap çekmenize neden olur. yapmayın.

    - değer olgusunu iyi ayarlayın. yapamayacağınız şeylerin sözünü vermeyin.

    - fazla muhabetten kaçının, tecrübeyle sabittir *. uzun bir ilişki istiyorsanız, yaşanacak şeyleri tüketir bol muhabbet. bundan kaçının derken b.kunu da çıkarmayın.

    - problemin boyutu ne olursa olsun, saklamayın. içinizdekileri dökün, paylaşın. ufak problemler ileride, büyük sorunlara neden olabiliyor.

    - detaylara önem verin. ama kasmayın. bu bazen incelik gibi görünse de bazen çok fazla can sıkabiliyor karşı taraf için.

    - çok masraf yapacaksınız. bi sponsor bulun en iyisi.

    - gözlem yeteneğinizi geliştirin, farkında olabilmek, çok önemlidir bi ilişki için. nasıl gelişir bu yetenek derseniz, bilmiyorum. kelin ilacı olsa hesabı. anladınız.

    - sözlükte yazdığınızı öğrenmesin. kurcalıyor. çok can sıkıyor. tahmin edemezsiniz. sorgu sual falan.

    - dış görünüşe önem vermeyin, sırf çok güzel ya da çok yakışıklı diye bir ilişkiye başlamayın. yüzeysellik pek faydalı değildir.

    - biteceğini bilin. bitmeyen bir ilişki yoktur. evlilik dahi olsa birliktelikte, ölüm ayıracaktır sizi. ayrılığa hep hazırlıklı olun. benden tavsiyedir.*

  • garip bir gerçek. adam dünyaya adam olarak gelmiş mübarek.

    ne kadar eski klipleri karıştırsam da bu sanatçımızın gençlik hali yok. clint eastwood'un var, jack nickolson'un var, ibrahim tatlıses'in var bu abimizin yok.

  • çok kötü bir şeydir, yapmamak lazım. ama neden yapıldığını öğrenmek gerekiyor.

    dünya adil değildir. şimdi örnek olarak u2 isimli güzide grubun no line on the horizon albüm örneğini vermek istiyorum. bu albümün amazon'daki satış fiyatı 9,99 $, yani bugünün kuruyla 15 tl iken d&r'daki satış fiyatı ise 24,49 tl.

    ve fakat türkiye'nin 2008 yılı kişi başı milli geliri bugünün kuruyla 8400 küsur dolarken, abd'ninki 46,000 dolardır. şimdi, bu işteki yanlışlığı anlamak için ekonomist olmaya gerek yok, bu bildiğimiz gerizekalılıktır. sadece bir gerizekalı, potansiyel müşterinin satın alma gücü diğerinin yaklaşık altıda biri olan bir başka dükkanda aynı malı daha pahalıya satar. şimdi diyeceksiniz ki ''kardeşim o zaman ferrari de altıda bir fiyatına satılsın''. öyle değil. bu bildiğiniz cd. araba değil. demagoji yapmayın. maliyetin yaratıcılık olduğu ürünlerde sistem farklı çalışabilir.

    bu gerizekalılığın çözümü çok ama çok basit; bir ülke vatandaşının satın alma gücüne göre satış fiyatı belirlemek (tabi ki buna izin verebilecek kar marjı olan mallarda) bu yapılmadığı sürece insanlar, kendi satın alma gücüne göre yaşamaya ve alternatif yollar bulmaya devam edecektir.

    buradaki tek argüman şu olabilir; ''iyi güzel söylüyorsun da padawannabe, no line on the horizon'ı al diye kafana silah mı dayıyorlar? paran yoksa alma, ölür müsün?''

    maalesef bu mümkün değil. internet dediğimiz olguyu sonuna kadar sömürüp, ''u2 yeni albüm çıkardı haberin olsun'' diye 80 yerden haber verip, mail atıp, ''biz magnificient'a klip yaptık, seyretmezsen topsun'' diye bana bono'nun videolu mesajını iletip, facebook'tan, mail'den oradan buradan bana ulaşıp, albümü gözüme sokup, ''aha bak 3 dakkalık şarkının 1 dakkasını bedava dinle, dinle lan çekinme'' dedikten sonra ''amma paran yoksa alma'' diyemezsin. insan böyle çalışan bir varlık değildir. dünyada şu anda tüketici ve tüketilen ürün arasındaki mesafe sıfıra inmiştir. iletişim araçlarının bütün avantajlarını kullanıp, sonra en ufak sorunda ''iletişim araçları suistimal ediliyor bik bik'' diyemezsiniz.

    gelelim ''film indiriyorsunuz, dizi indiriyorsunuz, sinema sektörünü bayılttınız'' teorisine. bakalım öyle mi?

    imdb'deki dünyada en fazla hasılat yapan 10 filme bakalım:

    1. titanic (1997) $1,835,300,000
    2. the lord of the rings: the return of the king (2003) $1,129,219,252
    3. pirates of the caribbean: dead man's chest (2006) $1,060,332,628
    4. the dark knight (2008) $1,001,921,825
    5. harry potter and the sorcerer's stone (2001) $968,657,891
    6. pirates of the caribbean: at world's end (2007) $958,404,152
    7. harry potter and the order of the phoenix (2007) $937,000,866
    8. star wars: episode i - the phantom menace (1999) $922,379,000
    9. the lord of the rings: the two towers (2002) $921,600,000
    10. jurassic park (1993) $919,700,000

    e bu filmlerin 7 tanesi 2000 sonrası, 4 tanesi 2006 sonrası. bu iddiaya göre bu rakamların azalıyor olması gerekmez mi? özellikle bu işin bokunun çıktığı 2005 sonrası? hatta ve hatta neredeyse yeni sayılan the dark knight'ın listede 4. olması nedendir niçindir? bu arada bir parantez de titanik filminin açık ara birinci olmasına açmak istiyorum. nasıl olur lan?

    dünyanın en gereksiz tartışmaları, ölçülemeyen değerler içeren tartışmalardır. tıpkı bunun gibi. bana ''kardeşim internetten film indirenler sinemaya gitmiyor, sinema zarar ediyor'' dersiniz, ben de size derim ki ''arkadaş onlar zaten gitmeyecekti o filme, üstelik x kişisi filmi netten indirip seyredip, y kişisine bu filmi seyret diyor ve y kişisi de bu filmi sinemada seyrediyor, normalde gitmeyecekti bu insan o filme'' derim.

    şunu yapabilirsiniz: ''internet reklamcılığı yazılı basın reklamcılığını öldürüyor'' çünkü rakamlar var. ama bu sinema, dizi, internet bik bik diyemezsiniz, çünkü rakamlar öyle demiyor.

    bütün bunların sonunda şunu diyebilirsiniz: ''yani sen diyorsun ki yakalanma ihtimali çok düşük olursa, insanoğlu dediğimiz kişi, suçu kendi kafasında rasyonalize edebilirse, yapar, çok hayvansın'' tabi ki böyle, böyle olmasa, mahkemeler, avukatlar, hapishaneler, polisler olmazdı?

    peki çözüm ne? çözüm radiohead'den geldi bile, ve aslında bu konuda bütün atıp tutanlara kapak olarak geldi.

    radiohead'ın son albümü internetten bedavaya indirildi. isteyen para ödedi, isteyen ödemedi. ortalamada kişi başına ödenen para 6$ oldu. şimdi yukarıdaki mantığa göre herkesin bedavaya indirmiş olması gerekmiyor muydu? niye bu gerizekalılar bedavaya sahip olabilecekleri bir şey için para ödediler? ortalama bir amerikalı'nın ödediği para da 8,05$. bu da şu demek, bir amerikalı belki de 4$ ödeyen bir türk'ün 2$'ını da ödedi. yani benim yukarıda anlatmak istediğim kişi başı milli gelire göre düzenlenmiş ürün fiyatının bir nevi uygulanması durumu. şu anda u2'nun albümü 9,99$. radiohead'in satılan albüm başına eline geçen para eminim u2'nunkinden fazladır.

    ha ben bu yapılanı savunuyor muyum? hayır. bu yapılanın arkasındaki motivasyonu açıklamaya çalışıyorum. bir de bu yüzden sinema sektörü battı yandı kül oldu, müzik sektörü can çekişiyor bidi bidi denmesini çok komik buluyorum.

    müzikler internetten indirilemiyor olsaydı bile müzik sektörü küçülecekti, çünkü eskisi gibi 3 tane grup yok. artık iletişimin gücü yüzünden müşterinin beklentileri, ilgi odağı vs. çok değişti. stadyum konserlerine bakın, hep eski gruplar, çünkü yeni gruplar stadyum dolduramazlar. eskiden 3 tip müzik vardı, şimdi 300 tip var. eskiden bir grubun diğerlerinin arasından sıyrılması için çok kasması gerekiyordu, şimdi bir klip, youtube, bloglar, parlama ve sönüş devri başladı.

    dünyanın -iyi ya da kötü- değiştiğini kabul etmek gerekiyor. bütün bu tartışmalar recorder'lı teypler çıktığında da yaşanmıştı.

    15 yıl sonra dünya bambaşka olacak. bugün tonla para kazanan binlerce aracı iş kolu ortadan kalkacak. yüzbinlerce ürün direk olarak internet üzerinden tüketiciye sunulacak. aracılar yok olacak.