hesabın var mı? giriş yap

  • ünlü bir futbolcu olmasa eğer, haftasonları ottoman nargile cafe'de takılacak, ''sıkıntı yok karşim, adamsın, hallederiz o işi. olmadı ya merveyle, bana ne abi yoluma bakarım'' diye gezecek, muhtemelen facebook profiline takım elbiseyle çekilmiş, çatık kaşlı halinin fotografını koyup, '' acılardan öğrendik senden öğrenecek değiliz'' diye açıklama yazacak, ''osmanlı torunuyum,ecdad, 1453, '' diye gönderiler atacak, ''dririliş ertugrul'' hayranı olacak, 27 'sinde evlenip, haftasonu karısıyla yaptığı selfie'leri yine sosyal medyada paylaşıp '' allah bozmasın, çok güzelsiniz'' yorumlarına ''sağol karşim, darısı senin basına '' yazacaktı.

    ünlü futbolcu oldu. forması istenen adam oldu. ünlü kadınlarla yatıp kalktı. çevresi değişti, zengin kankaları oldu. iyi arabalara biniyor, pahalı saatler takıyor. sonunda da ''değişmedim'' diye prim yapıyor ama, o aslında dünyayı feth etti. aynada kendine bakıp ''sensin oğlum'' diyor. ''başarı diye bişey varsa o sensin. bayrampaşa'dan çıktın ama bak şimdi nerdesin, helal lan sana, helal oğlum. '' diye gazlıyor kendini.

    barış manço'dan gelsin:

    ''sapa kulba kapağa itibar etme dostum
    içi boş tencerenin bu sofrada yeri yok
    para pula ihtişama aldanıp kanma dostum
    içi boş insanların bu dünyada yeri yok''

    edit: ne zaman arda yazsam debe'ye giriyorum. hesap soracak kesin.

  • liseye başlayana kadar bütün notlarım 5ti. türkiyenin *en iyi fen liselerinden birinde okudum. türkiyenin en iyi üniversitelerinden birinde kimya, işletme, sanat tarihi okudum. yaptığım projeler hep en iyi oldu, en güzel planlama ve yönetimleri ben yaptım. modern hayatın insana sunduğu, bir ailenin çocuğuyla övünebileceği pek çok şeyi başardım.

    ama cahilim.

    okumadım, örneğin. ne rus edebiyatını, ne italyan klasiklerini okudum. yonetmen bilmem. foucault'yu yeni öğrendim, aya sofya'ya yeni gittim. balık tutmayı bilmem, balık temizlemeyi bilmem. yemek yapmayı bilirim ama bir sebze fidesi dikmişliğim yok. baraka yapmayı bilmem, tuğla örmeyi bilmem, taş dizmeyi bilmem, kerpiç karıştırmayı bilmem. yılın hangi vakti buğday ekilir, hangi vakti vakti hasat edilir bilmem. dağlık yerde yere tuz döksen akrep gelirmiş, bunu da bilmezdim. ateş nasıl yakılır bilmem. gözlerimiz kaç yaşında kırışır, saçlarımız kaç yaşında beyazlar bilmem. hamile insan kaç aylıkken midesi bulanır, ya da ayakkabılarını nasıl bağlarlar bilmem. bir bebek ne yer bilmem. sakız likörü nasıl yapılır, rakı nasıl yapılır, gar sabunu nasıl yapılır bilmem. turşu nasıl kurulur, onu da bilmem. reçel sevmem ama reçel nasıl kaynatılır bilmem. yoğurt, peynir nasıl yapılır, ekmek fırınları sabah kaçta açar, o denizdeki algler nasıl diş macunu kutucuklarına sığar bilmem. testi nasıl yapılır, kaç gün kurutulur bilmem. domates, patlıcan kurutmayı da bilmem. ormana dalsam, hangi mantar zehirlidir, hangisi yenir anlamam. yıldızlara bakarak da, yosunlara bakarak da yönümü bulmayı bilmem. güneş kreminin derideki radikalleri tutarak uv sonucu çıkan zararlı radikallerle eşleşmeyi önlediği için kanserden koruduğunu bilirim de, hangi çiçeklerin güneş sevdiğini bilmem.

    çok zaman harcamışız çünkü. değerli olduğunu düşündüğümüz şeylerle çok zaman harcamışız. öğrenmemişiz, öğrenmemiz engellenmiş. bir bilginin değeri, sınav sorusu olma ihtimaline göre belirlemiş. biz de cahil kalmışız.

    ekleme: eğer hala bu entrynin teorik bilgi eksikliğinden yazıldığını düşünüyorsanız, lütfen eleştirilerinizi kendinize saklayın. zira dünyada yoğurtdun sütten yapıldığını bilmeyen yoktur. fakat önemli olan o nokta değil, önemli olan modern zamanın pratiklerimizi ve önceliklerimizi değiştirmesi. ha bir de, bu entryi sevenlere naçizane tavsiyem, halikarnas balıkçısı-mavi sürgün'ü okuyun. mutlaka okuyun. işte o zaman beni, hayatı, denizleri daha iyi anlayacaksınız.

    adettendir, debe editi: (bkz: bostanıma dokunma)

  • 13 yaşındaki ege liseye hazırlık kursuna gitmektense evde oturup gta oynamayı tercih etmektedir ama bu düşüncesini doğrudan paylaşmak da işine gelmez...

    ege: selamün aleyküm mübarek!
    romica: aleyküm selam oğlum, "kursta bizi sınavlara hazırlamak yerine dinle beynimizi yıkıyorlar" algısı yaratma planını anlıyor ve yaratıcılığına şapka çıkarıyorum ama işe yaramıyor...
    ege: sümme haşa!

  • işin esprisi sözündeki espri.

    fransızca esprit kelimesinden geliyor. ruh/öz anlamında. "işin özü, işin aslı" anlamında kullanılıyor türkçede cümle içinde.

    espri türkçede daha çok ince söz, nükteli söz anlamında. zekice düşünülmüş komik sözler için kullanılıyor günümüzde. gülelim eğlenelim gibi. ama işin esprisi'nde gülünecek bir şey yok. işin aslı kastediliyor.

    bir de espri'nin türkçe sözlüklerdeki anlamında yer alan ince ile ingilizce thin arasında bağ var. ti'ye almak'daki ti, thin'den geliyor. inceden alaya almak gibi.

    ek: çok güzel bir mesaj geldi

    ingilizlerin "spirit"i ile bizdeki "ispirto" da bu bağlamda ilişkili... ruh, bazen varlığın özü olarak addolunmuşken, bazen ondan geçen, onu (varlığı) terk eden, uçucu bir şey olarak betimlenmiştir. ispirto gibi ya da bildiğimiz "ruh"gibi. arapçadaki anlamıyla ruh, gidendir. anlam (espri) da sözün ruhudur.

  • oysa türkiye'de eğitimsiz bir çomar olup, "mülakatla girdiği" işlerden -üç-dört yerden- maaş alıp halkın parasına, ihaleleri usülsüz alıp halkın malına çökmek daha evladır.

  • ben öğretmenim.
    iki tane 7.sınıfım var.
    7.a şubesinin dersleri genel olarak hep sabah saatlerine denk geliyor. 7.b hep öğleden sonra...
    birinde hepimiz taptazeyken ders işliyoruz, diğerinde hepimiz yorgunuz...
    hak geçmesin diye 7-b ye tenefüs zili çalmadan, pür neşe, motivasyon giriyorum.
    ekstra testler hazırlıyorum. fotokopiler havada uçuşuyor!
    sonra diyorum 7.a kendimi istedi sabah derslerini, onların suçu ne! dururmuyum, orda da havada uçuşmalar!!!

    birine bir kelime eksik anlatsam, huzursuz oluyorum. dengeyi kurmak için çırpınıyorum.
    allahtan korkuyorum. gerçi insan olanın hakkaniyetli davranması için kimseden korkmaya ihtiyacı da yok...

    şimdi sana soruyorum:
    ben bir kelimenin hesabını bile yaparken, sen geceleri nasıl rahat uyuyorsun?

    cidden hayret ediyorum...

  • louisa may alcott’un klasik romanının yeni greta gerwig uyarlaması, kitapların filmler ile nasıl daha iyiye değiştirilebileceğinin harika bir örneği. alcott’un romanı ilk olarak 1868 ve 1869'da iki cilt halinde yayınlandı, ilk cilt march kız kardeşlerini (jo, mary, beth ve amy) çocuklukları boyunca takip eder, ikinci cilt ise aynı karakterleri yetişkinliklerinde yakalar.

    greta gerwig, hikayeyi iki parçada sunmak yerine film boyunca geçmişi ve bugünü iç içe geçirir, karakterleri hayatlarının iki farklı döneminde karşılaştırır. bunun sonucunda ise muazzam gerçeklikte ve duygusallıkta bir hikaye anlatımıyla karşılaşırız. çocukluğun naifliği ve sonsuz olanakları ile yetişkinliğin sert gerçeklerinin ne kadar farklı olduğunu izleriz.

    filmin kitaptan farklılaştığı noktalar sadece yapısal değişikliklerle sınırlı kalmamış; yönetmenin filmin sonuyla ilgili de radikal bir değişiklik yapıp ana karakter jo march için alternatif bir yol sunduğunu görürüz.

    alcott’un kitabının sayfalarının çoğunda ana karakter jo march sürekli olarak nasıl asla evlenmek ve çocuk sahibi olmak istemediğinden bahseder ancak hikayenin sonunda profesör bhaer ile evlenir ve çocukları olur.

    gerwig'in filminde, jo tıpkı kitapta olduğu gibi profesör bhaer'a aşık olacak gibi görünür, ancak film tam o anda jo'yu bu sonu kitabı basacak yayıncıya önerirken gösterir – yayıncı bu yeni son ile birlikte artık kitabı basmayı kabul eder. yayıncı, ana kahramanının evli ve çocuklu olmadan hikayenin sona ermesi fikrine karşı çıkar ve jo'dan bunu değiştirmesini ister. jo da kitabın kârının daha büyük bir yüzdesi karşılığında bu sonu kabul eder.

    böylece gerwig’in filminde her şeye sahip olunur: jo march karakteri filmi evlenmemiş ve çocuksuz bitirir, ancak romanını mutlu bir şekilde yayınlar ve kitabında kendine dayandırdığı karakteri evli ve çocuklu bir sona sahip olur ve böylece kitabı çok satar.

    filmin sonu da kitabın sinematik uyarlanmasının mükemmel bir örneğidir: final sahnesinde jo’nun yeni okulunda ailenin toplandığını görürüz, ancak dikkatli bakıldığında bu sahnenin filmde geçmiş sahnelerinde kullanılan sıcak renklerde olduğunu fark ederiz. bu, bize filmin gerçek son sahnesinin aslında jo march’in romanını basılırken izlemesi olduğunu gösterir; yönetmenin kitabı uyarlamadaki başarısının başka bir örneğine tanıklık ederiz.

    ve gerwig’in yarattığı bu son, kitabın yazarı alcott'un en başından beri istediği son olabilir. gerwig bir röportajında louisa may alcott'u araştırırken kitabın sonunda evlenen ve çocuk sahibi olan jo march'ın aksine, louisa may alcott’un hiç evlenmediğini ve çocuğunun olmadığını, yazarın kitabının basılması için jo'nun evlenmesine ve çocuk sahibi olması gerektiğine ikna olduğunu ancak temelde kitabının kahramanı için bu sonu asla istemediğini öğrenmiş ve alcott'a istediği little women sonunu 150 sene sonra vermek istemiş.

    bunun dışında greta gerwig’in vizyonu ve yönlendirmesini senaryo detaylarında yakalamaya devam ederiz. kadınların temsil ettiği tüm mücadelelerin yansıtılışını jo march’ın gözünden ama march kardeşlerin dördüne de odaklanarak, dört farklı kadına kendi bakış açılarını vererek herkesin kendinden bir şey bulabileceği bir hikaye sunulur. bir 19. yüzyıl hikayesinde modern, akıcı ve doğal diyaloglar ile kadınların günümüzde de sürekli hissettiği çelişkileri izleriz.

    filmdeki sahnelerden birinde jo'nun konusu yeterince önemli olmadığı için little women’ı yazmakla ilgili şüpheye düştüğünü görürüz. kardeşi amy ile kısa bir tartışmaya girerler, amy bir şeyin başkaları tarafından nasıl karşılandığının değil içeriğinin ve ne anlattığının önemli olduğunu söyler. günümüzdeki 'kadın' filmlerinin nasıl sırf kadınlarla ilgili olduğu için küçültülüp erkekler tarafınadan önemsenmediğine dair net bir alt metindir bu, greta gerwig'in bu sahnede kendi hayatında düştüğü şüphe ve hayal kırıklıklarını verdiğini derinden hissederiz.

    film, alışık olduğumuzun dışında çok yönlü feminist mesajlar vererek bu anlamda daha önce karşılaştığımız tek düzeliğin dışına çıkar. jo karakteri kadının evliliksiz de var olabileceğini vurgularken, amy karakteri kadının bu konuya ekonomik açıdan yaklaşıp evlenme kararı alabileceğini, meg karakteri ise evlilik ve aile istemenin kötü bir şey olmadığını bizlere anlatır, her kadının gitmek isteyeceği yolun farklı olabileceğini ve günün sonunda hepsinin doğru yollar olabileceğini görürüz. feminizmin bütün yönleriyle ortaya konulması gibi örneğine az rastlanan ve herkesin kendinden bir parça bulmasını sağlayan önemli bir sinematik detaydır bu.

    yönetmenin vizyonunu ortaya koymada oyuncuların olağanüstü performanslarının etkisi yadsınamaz. saoirse ronan, neden jenerasyonumuzun en iyi oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtlar nitelikte bir performans sergilemiş. jo march'in tutkusu, toplum beklentilerine karşı öfkesi, kendi yolunu çizmek istemedeki arzusunu izlemeyi günümüzde bile ilham verici hale getirmiş.

    florence pugh ise amy march gibi çok kolay bir şekilde klişe, tek boyutlu, sinir bozucu birine dönüşebilecek karakterini kompleks, gelişen ve olgun olarak çok başarılı bir şekilde canlandırmış. iki oyuncunun da hak ettikleri gibi oscar'a aday edilmeleri beni mutlu etti.

  • "hindistan m.ö. 3000'li yıllarda hijyene tepki olarak ortaya çıkmış kadim bir medeniyettir."