hesabın var mı? giriş yap

  • verilecek her türlü cevabı kapsayan üstbaşlık. maksat kapitalizmi iyice vahşileştirmekse, bu sorunun gerçekten de hiçbir cevabı yoktur.

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - verilen ücret çok azdı.

    ... hmm para insanı demek...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - iş yoğunluğu çok fazlaydı.

    ... tembel bu...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim.

    ... bi bok bilmiyo bu. tecrübesiz...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim. (v2)

    ... sebatsız bu. sıkılır 3-5 gün sonra...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - yönetimle ilgili problemler vardı.

    ... geçimsiz demek ki, ya da asi personel. bela olur...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - çok uzakta olduğu için gidiş geliş sorun oluyordu.

    ... zora gelemez bu. istediğim gibi sömüremem...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - ailevi bir meseleden dolayı istanbul'dan bir süre ayrılmam gerekliydi.

    ... bu üç gün sonra "ailem" der, "hastalık" der, o der bu der memleketine döner. bayramlarda da çalışmaz. olmaz...

    - işyerinizden neden ayrıldınız?
    - çünkü eşşeğin zkinden dolayı.
    - ha bu olur bak.

  • pilav arabası satın alarak kandil gecesi gezi parkında eylemcilere bedava pilav dağıtılmasını sağlayıp gönüllerdeki yerini perçinlemiş adam gibi adamdır.sadece bu adamla tanışmak için bile orda yarışmacı olurum o derece.seviyoruz seni ali ihsan varol

  • zafer partisi uyelerinin ve ümit özdağ'in sehre girisi hatay valisi tarafindan cikatilan şaka gibi bir talimatla hatay sinirinda jandarma tarafindan engelleniyor su anda. ümit özdag jandarma kontrol bölgesinden ayrilmayacagini, girmelerine izin verilene kadar bekleyeceklerini acikladi biraz önce. bu olay muz cumhuriyeti'nde bile olmayacak türden bir olay.

    (bkz: tek parti rejimi)

  • insan zaman zaman varoluşsal bunaltılar yaşayabilen bi' varlık. varoluşsal bunaltılar yaşıyor, o hâlde var.

    entelektüel insan darlandığı zaman kaygısal devinimlerin izdüşümsel yansıması başlığına 85 paragraf entry girer, "rastlantısal varoluşu bilincim kabul etmiyor" deyip konu üzerine makale falan okur, gider kendine yeni fularlar alır. peki ben ne yaparım? buzdolabını açıp aval aval bakarım, yarım limona üzülürüm, böyle varoluşsal bunaltılar yaşamama şaşırır, nihilisttim* lan ben niye varolmanın bunalımını yaşıyorum ki, yoksa kendimi tanımıyor muyum diye daha da bunalıma girerim, halıda yatarım, tavanı izlerim. izlerdim daha doğrusu.

    bekârlık sultanlıktır, yalnız yaşamak imparatorluktur temalı yaşamıma annem bayram ziyaretine geldi. içim daraldıkça evin içinde dolaşıyorum. "evin içinde niye manyak gibi dolaşıyorsun?" diyor. halıda falan oturuyorum, "yavrum mis gibi koltuk var kalksana yerden." diyor. en sonunda dışarı çıkıp hava almaya karar verdim. hava dışarıdan bedavaya alınabilen katma değerli bi'şey. ezkaza dışarıdan bi'şey lazım mı diyecek oldum ve evden elime tutuşturulan ince bi' dostoyevski romanı uzunluğundaki alışveriş listesiyle çıktım. yazarı annem. yakında tüm kitapçılarda rafları süsleyecek. neyse. benim varoluşsal bunaltılarım sonucu eve yeşil sebze girdi yıllar sonra. benim varoluşsal bunaltım en azından bi' işe yarıyor.

    şu sahte paraları anlamak için kullanılan mor ışığı üzerime tutsalar üzerimde 55 puntoyla "benim ne işim var bu hayatta" yazar vaziyette sokaklarda boş boş dolaşmak istiyordum. evin bayram kalabalığından uzaklaşır biraz da sokakların kalabalığına üzülürüm diye umuyordum. sonra da kendimi "aman en azından sokaktaki insanlar çevirip kaç para kazanıyorsun, ne zaman evleneceksin, ev almıyor musun ev al kendine bi' tane" diye insanı darlamıyorlar diye avutmayı düşünüyordum. ama cebimde sokaktaki varlığımın izin kâğıdı olan alışveriş listesi vardı, direkt markete gittim.

    markette ürünü tüketip ambalajı kasadan geçirmek isteyen bi' adamın sebep olduğu ufak çaplı krizin ortasına düştüm. adam hansel ve gretel'deki gibi yürüdüğü yollara kırıntılar bıraka bıraka gezmiş tüm marketi. yolunu kaybetmekten korktuysa demek. bi' de alamancı bi' aile vardı. türkçe bildiği hâlde konuşmayan bi' kadın yüzünden kasada sıra oldu. kasiyerin gözlerinde magmayı gördüm. bayram günü bu beyinsizlerle uğraşan market personeline bakınca hayattaki varlığımı sorgulayışım biraz olsun azaldı. sonrasında kasiyerin 25,90 lütfen lafına kafasını gömdüğü telefondan kaldırıp cevap vermesi 15 dakika süren bi' ergen yüzünden insanlığa olan inancım tazelendi. gelecek kuşaklar da en az bizim kadar mal oluyor, çok fazla kuşak çatışması yaşamayacağız diye sevindim.

    eve dönerken aldığım orduluk erzaklarla dolu poşetler parmaklarımdaki kan dolaşımını kesti, kangren olma tehlikesiyle hızlı hızlı yürürken varoluşumun sancısı tamamen geçti. teşekkürler anne. iyi ki varsın.

  • japon falan olmadığım halde paris ziyaretimde kapıldığım sendrom. kafayı yiyecektim lan.

    bu mu ulan, dedim. bu mu bize midnight in paris'lerde, amelie'lerde, before sunrise'larda, paris je'taime'lerde gösterilen paris, dedim. bu memleket öyle garip bir yer ki dostlarım, eğer şehre iner inmez le marriott gibi bi otelde kalamayacaksanız, parasızlıktan o leş metronun leş duraklarında burnunuza sidik kokusu çekeceksiniz demektir. eğer şehre gare du nord* gibi bir yerden girme ihtimaliniz varsa ve paris metrosu'nu kullanamayacak kadar yeniyseniz o şehre, şunu aklınıza sokun: her köşe başında üç zencinin beklediği o leş rue du faubourg saint dennis'i yürüyeceksiniz demektir şehre kadar. işte, lille'den büyük umutlarla bindiğim tgv'den gare du nord'da indiğimde, bütün bu başıma geleceklerden habersiz, sarı-sıcak bir paris beklentisiyle o gardan dışarı adımımı atmış idim fakat paris'in benim yoluma çıkardıkları, bir türlü bulunamayan bir hostel, ayrıca dolu bir hostelde tek başına kalan, yüzü gözü şişmiş bir koreli ve sidik kokulu metro istasyonları oldu. sonrasında o kadar louvre görmüşüz, eyfel görmüşüz, hepsi boş beleş dostlarım. tek gerçek var, o da leş paris.

    peki soruyorum şimdi, ben ne yapaydım da yaşamayaydım bu sendromu, ha?

    hâlâ diyorum ki, keşke süskind'in das parfum'ünü paris'e gitmeden önce okusaymışım.

  • içki içmeyenlerin ya da arada bir öylesine accık içenlerin anlayamadığı his.

    bir süre sonra her şeyin daha güzel olacağını bilirsin. hafif karıncalanmaya başlar beynin. muhabbet keyifli bi hal alır. şarkıların hiç duyulmayan melodileri kulağına gelmeye başlar. ömer hayyam'ın bahşettiği rubailer kutsal cümlelerin olur. ayıkken sevmediğin insanlar bile aslında iyi insanlara evrilir. sabah pişman olacağını bile bile yazarsın geçmişe doğru mesajları. hatta boşver muhabbeti kal tek başına. sadece yazı, müzik ve sigara. gökyüzüne doğru yapılan bodoslama yolculuk. okyanusu yarıp en derinlere doğru yıldırım gibi inmek. şu anda ayık olduğuna hayıflanmak.

    oysa diğer güzel insanların kafelerde sıkıcı muhabbetler yapıp ellerindeki telefonlara gömülmelerine biz hiç ses çıkarmamıştık. çünkü onlar gezmeyi seviyordu biz durmayı, durup arkalarından bakmayı. yaprak seviyorduk biz yaprak kuru yaş ayırmadan, onlar ezmeyi seviyordu neye bastıklarına bakmadan. evet, boş içki şişeleri var yanımızda ve her birinde ayrı hüzün.

  • bana kalırsa nba geleneklerine aykırı bir şekilde normal sezon mvp'si olmuş basketbolcu.

    mvp ödülü yüksek istatistiğe değil takımının normal sezonda en yukarılarda olmasına en çok katkıda bulunan oyuncuya verilir. çünkü takım başarısı yoksa yüksek istatistiğin de bir manası yoktur. westbrook durant'ın da gitmesiyle takımda kalan tek yıldız olmanın avantajını çok yüksek istatistiklere çevirdi. aynı şekilde curry'nin de durant'ın gelişiyle istatistikleri düştü. yani durant oklahoma'da kalmış olsaydı takım çok daha yükseklerde olacak ama westbrook'un istatiklerinin bu sezonkinin çok daha altında kalacaktı.

    dolayısıyla nba tarihinin en kötü normal sezon mvp'si kararıydı bence bu. yoksa tüm kariyeri boyunca sadece bir kez mvp ödülü almış kobe'nin ne suçu vardı?