ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap
ankara'nın dünyanın en güzel yeri olması
-
(bkz: melih sen misin la)
sufle
-
ilgilileri mutfağa alalım.
sufle kabarmış anlamına geliyor. biz de bunun anlamına uygun olarak mantığımızı yürütüyoruz. işin aslı yumurta beyazında gizli. yumurtanın beyazı suflenin en temel malzemesi. yumurta beyazını tutturuyorsak bitti bu iş.
şimdi efendim çok kaba bir şekilde anlatacak olursam sufle olayının özeti şudur: içine hava kabarcıkları hapsedilip sertleştirilmiş yumurta beyazı içerisine damak tadımıza uygun bir şekilde hazırlanan karışımın özel bazı kapların içinde fırında pişiriyoruz. bu kadar. özel kap dediğimize bakmayın. ben nescafe fincanı kullanıyorum. buna ek olarak çırpılarak havalandırılmış ve sertleştirilmiş yumurta beyazı sufleyi kabartırken içine katılan sos veya malzemeler de suflemizi tatlandırıyor. bu kadar. abartmaya gerek yok.
aslına bakarsan herkesin mutfağa girdiğinde yapmayı deli gibi sevdiği şeyi yapıyoruz. yumurta beyazını çırpıyoruz.
bu kadar anlatmışken gıda mühendislerinin de gönüllerini hoş edelim bari. efendim zaten yumurtanın beyazı yumurtanın ağırlığının üçte ikisini teşkil ediyor. yumurta akı dediğimiz şey zaten %90 sudur. geriye kalan %10 ise proteindir. biz yumurta akını çırparak bu proteinleri kabarcıklar oluşturan su kürelerinin içerisine hapsediyoruz. hani diyorlar ya yumurta akı çırparken sulanmamasına dikkat edin diye, o kabarcıkları suya dönüştürme adam gibi çırp ve tadında bırak demek o. yumurtanın akındaki kabarcıklara proteinin hapsettiğimizde ne mi oluyor? elinin körü oluyor. kabarıyor işte.
mikserimiz tencere içinde 8 çizerken yumurta beyazının içindeki sıvıları da kendisi ile beraber sürüklüyor ve bu sayede o protein yumakları açılıyor. dahası çırpma sırasında yumurta beyazı içine giren hava da proteinlerin açılmasına yardımcı oluyor. biliyorsunuz proteinler cins cins. bir tane proteinimiz yok ki. her biri ayrı alem.. efendime söyliyeyim bazı protein suyu sevdikleri için hava kürelerine hemen hemen yapışıyor, ismini verip rencide etmek istemediklerim de sudan kaçıyor. biz bu sudan kaçanları mikserle 8 çizerekten olaya dahil etmeye çalışıyoruz. çok çırptığımızda bu arkadaşlar yine başına buyruk hareket ederken bizim sadık proteinlerimizin de aklını çeliyor ve hepsi tencerenin dibine su kaçırıyor.
konumuza dönelim. ne yapıyorduk? sufle.
reçetemize bakalım.
öncelikle mantığımız neydi? yumurta akını çırpıp içerisine gönlümüzü hoş edecek karışımlar eklemekti değil mi? o zaman bu karışımı hazırlayalım.
600 ml süt (bunu ayrı tencerede kaynatıyoruz)
6 yumurta sarısı (aklarını çöpe atma lazım olacak)
1 yemek kaşığı nişasta
90 gr un
50 ml süt.
yukarıdaki 600 ml sütü ocakta kaynatıyoruz. bu kaynarken aşağıdaki malzemeleri de mikser ile karıştırıyoruz. daha sonra kaynamış olan sütü bu karışıma ilave ederken cırpıyoruz. şimdi sen diyorsun ki kardeşim iki tane süt var. işte burada cinlerimiz tepemize çıkıyor!. orada karışıma baştan eklediğin 50 ml süt var ya hani. heh işte o 50 ml süt olmazsa kaynattığın 600 ml sütü direkt tencereye döktüğünde yumurtan pişer ve karışımın kesilir. size bunu senelerdir anlatamadığımız için artık reçetelere koyuyoruz. sinirlendim yine.
neyse yukarıda yazanları uygulayarak karışımı elde ettiysen soğumaya bırak. bu kremalı karışım 16 kahve fincanı karşımın ana maddesi. aşağıdaki reçetede bu karışımın 200 gramını kullanacağız. geri kalanını da istediğiniz sufle karışımında kullanabilirsiniz. (şimdi yine ileri geri konuşma, aşağıdaki yumurta akından yağtığın karışımı iki katına çıkar olay huzur içinde çözülsün.)
neli yapacaksınız?
60 gr tahin (60 gr bitter çikolata+15 gr kakao ya da 60 gr çilek püresi vb vb )
200 gr krema karışım
yukarıdaki karışımın 200 gramına 60 gr tahin ekliyoruz ve kenara alıyoruz.
bil bakalım suflemiz neli oldu? afferin sana.. tahinli oldu değil mi?
tarife devam edelim.
4 yumurta akı (yukarıda bahsettik, anladın sen onu)
80 gr toz şeker
yumurta aklarına şekeri yavaş yavaş ekleyerek çırpıyoruz. yumurta akının elimizi batırıp çekince jöle sürülmüş ergen saçı gibi havada kalması lazım. bu işlem tamamsa yumurta akımız yeterince sertleşmiş demektir.
şimdi yumurta akımız ile tahinli kremali karışımımızı birleştiriyoruz.
kahve fincanları ya da sufle kaplarımızın içerisini tereyağı sürüp rende beyaz çikolata ile kaplıyoruz. ( beyaz çikolatayı nereden çıkardın da ne demek? bilerek tarifin sonunda söyledim. marketten al rendele işte. çok güzel oluyor. ) fincanımıza yukarıda birleştirdiğimiz karışımı silme doldurup kenarlarını siliyoruz.
185 derecede 8 dakika iyi.
eğer volkan gibi kabararak taşıyorsa "benim kekim kabarmıyor" diyenlerin gözlerinin içine bakarak, "benim ki de çok kabarıyor napıcaz bilemiyorum" dersiniz.
afiyet olsun.
volkan demirel'in madencilerin borcunu ödemesi
-
volkan demirel ve eşinin, soma'daki maden kazasında hayatını kaybedenlerin kredi borcunun büyük kısmını ödemesi olayı. geri kalanını fenerbahçeli futbolcular ödemiş.
http://www.cnnturk.com/…orcunu-volkan-demirel-odedi
nba'den gelip okeyde yancılık yapmak
çanakkale zaferi'nin 100. yılına özel reklam filmi
-
riyakarlık yine diz boyu. yine aynı sevimsiz ses, yine bayrak yine şehit. atatürk'ü koymuşlar bir de sonuna. sanki çok umurlarında allahın belaları.
unutmamak
-
zonguldak şantiyesinde tanıdığım bi kalfa vardı, ismi mustafa. güleryüzlü, basit bir adamdı. her sabah herkesten yarım saat önce şantiyeye gelip çayı demler, sahada bi tur atar, üzerine revizyon gelen hükümsüz projeleri veya gazete kağıtlarını masaya serip kahvaltı sofrasını hazırlar, sonra beni beklerdi. ben bazı sabah sekizde, bazı sabah sekiz buçukta gelirdim işe. ben gelmeden kahvaltıya başlamazdı. oturup kahvaltılığı yerken üç beş laflar, o günkü işleri programlardık. hiç itiraz ettiğini, hiçbir işi yokuşa sürdüğünü, yalan konuştuğunu duymadım. ne işçileri bana karşı korurdu ne de beni işçilere karşı. çok düz, çok basit bir adamdı.
bir akşam paydostan sonra ofise geldi, hakediş hazırlıyordum. "şef, hadi gel bi bardak çay içelim" dedi. normalde böyle şeyler olmadığından refleksle "hayırdır ya kötü bi şey mi oldu canın mı sıkkın senin?" diye sordum. "yoo, öyle sıkıldım biraz" dedi.
zonguldak' ta bilen bilir, çok güzel çay bahçeleri vardır. alabildiğine deniz manzaralı, ferah, yüksek yerler. insanın gerçekten hem içi açılır hem de o devasa karadeniz görüntüsü karşısında biraz garip hissedersin. bu çay bahçelerinden birine oturduk, o çay söyledi ben kahve. "yauv sen de hep kayfe içiyosun, çarpıntı yapmayor mu?" dedi, kafasını diğer tarafa dönerek güldü. huyu böyleydi, şaka yollu takıldığında gülerken başka tarafa dönerdi. "çay sevmiyorum ya, alışınca zaten çarpıntı falan da yapmıyor" dedim ben de güldüm.
biraz böyle uzağa baktı, insanın canı öyle bi manzara karşısında ya hiç konuşmak istemez ya da konuşmaya başladığında artık hiç lafını kontrol etmeyeceğini bilirsin. biraz öyle sanırım konuşacaklarını kafasında toparladıktan sonra başladı anlatmaya.
on beş yaşındaymış, sevdiği kızı ne kadar istediyse de vermemişler. araya aracılar göndermiş, babasının karşısına bizzat kendisi gitmiş dikilmiş, abileriyle konuşmuş. olmamış. ne yaptıysa para etmemiş. askere gitmeden önce kızı başkasına vermişler, mustafa' dan daha zengin birine. mustafa askere gitmiş, tezkereyi aldığı gibi nizamiye kapısından çıkar çıkmaz inşaat işlerinde çalışan bi köylüsünü aramış. mersin' de bir şantiyedeymiş o sıralar köylüsü, mersin otobüsüne bilet almış mustafa. dönmemiş bir daha köye. ne bir ev ne bir yurt, şantiyelerden başka mekanı yok.
"kaç yaşındasın?" diye sordum, "kırk iki yaşındayım şefim" dedi. düşünmesi bile ürkütüyor beni, yirmi yedi yıl. koskoca yirmi yedi yıl. dipsiz bir boşlukta geçmiş, karanlıkta yaşanmış bir insan ömrü. "o kızı bir allahın günü olsun unutamadım yau şef, nerden bulduysa adresimi bulmuş bir tane fotoğrafını göndermiş her akşam bakar dururum" dedi. "ne zaman bu kadar yıl geçti ben hiç anlamadım, işten başka şu hayatımda hiçbi şey bilmedim, öyle yaşadık gitti işte boşu boşuna biz de"
akşam saat altıydı çay bahçesine oturduğumuzda, saat dokuz buçuğa kadar anlattı mustafa. "eh, hadi yeter bu kadar kafanı şişirdim senin de" dedi, güldü, kafasını diğer tarafa çevirdi.
ertesi sabah uyanmış, herkesten yarım saat önce şantiyeye gelip çayı demlemiş, sahada bi tur atmış, üzerine revizyon gelen hükümsüz projeleri masaya serip kahvaltı sofrasını hazırlamış, sonra beni beklemiş. yüzüne baktım, o dün akşam bana hikayesini anlatan adamdan en ufak bir eser yok. mustafa değil, mustafa usta duruyor karşımda.
size hikayeyi onun kelimeleriyle anlatmadım, bunu özellikle yapmadım. mustafa' ya haksızlık olur gibi geldi.
unutmamak deyince hep mustafa' nın o fotoğraftan gülümseyerek bahsedişi geliyor aklıma.
karizmatik cevaplar
-
- baba, mükemmel bir evlada sahip olmak nasıl bir duygu?
- babaannene sor.
nostaljik uzay fotoğrafları
-
güneş'in ilk fotoğrafı, 2 nisan 1845
orion nebula'nın ilk fotoğrafı, 1880, henry draper
orion'un yıldızlarının görülebildiği ilk fotoğraf, 1883, andrew ainslie common
andromeda'nın ilk fotoğrafı, 29 aralık 1888, isaac roberts
dünya'nın uzaydan çekilen ilk fotoğrafı, 24 ekim 1946, v-2
dünya'nın ay'dan çekilen ilk fotoğrafı, 23 ağustos 1966, orbiter 1
dünya'nın ilk renkli fotoğrafı, 24 aralık 1968, apollo 8
ay'daki ilk ayak izi, buzz aldrin'e ait, 20 temmuz 1969, apollo 11
dünya'nın ilk tam fotoğrafı, 7 aralık 1972'de, apollo 17
başka bir gezegen yüzeyinin ilk fotoğrafı, venüs, ocak 1975, üstteki venera 9'un, alttaki venera 10'un fotoğrafı
mars'ın ilk panoramik fotoğrafı, 20 temmuz 1976, viking 1
mars'ın ilk yüzey fotoğrafı, 20 temmuz 1976, viking 1
mars'ın ilk renkli fotoğrafı, viking 1
ay ve dünya'nın birlikte ilk fotoğrafı, 18 eylül 1977, voyager 1
venüs yüzeyinin ilk renkli fotoğrafı, 1 mart 1982, venera 13, 482 santigrat derecede çekilmiş
dünya'nın mars'tan çekilen ilk fotoğrafı, 8 mayıs 2003, mars orbiter camera
titan'ın ilk yüzey fotoğrafı, 14 ocak 2005, cassini
güneş sistemi dışındaki ilk gezegen fotoğrafı, 30 nisan 2005, kahverengi cüce 2m1207b ve gezegeni, vlt yepun
***
debe edit'i: ay'ın ilk detaylı fotoğrafı, 1840, aynı zamanda kayda geçmiş ilk astrofotoğraf, john william draper
bu john william draper denilen adam, orion nebula'yı ilk kez fotoğraflayan henry draper'ın babasıymış. bunlar babadan oğula nesil herhalde.*
zavodovski adası
-
dünyadaki en büyük* penguen kolonisine* ev sahipliği yapan aktif volkanik bir ada. uruguay'dan antartika'ya bir çizgi çeksek tam ortada kalır. ha ben neye mi takıldım? burada yaşayan penguenlere. kayalıkların üzerinden 20 metreye kadar yükselen dalgalara karşı öncelikle okyanusa atlamaları gerekiyor. kayalara çarpmadan sağ kalabilirlerse tabi. sonrasında 50 mil boyunca yüzüp bebelerine yemek bulup midelerinde saklamaları lazım. bu arada bebeleri ya açlıktan ya da anneleri onları bir yırtıcı kuşa karşı savunurken ölmezse tabi. sonra dönüş yolu yine aynı kayalıklar bu sefer çok daha tehlikeli, dalgalar onları alıp kayalara acımadan vuruyorlar, midelerinde taşıdıkları yemeklerinden dolayı daha da ağırlar. karaya çıkabilenler için o kalabalığın içinde anne ve çocuklarına ulaşmak için 2 mil daha yol yürümek zorundalar. bu entryi yazma nedenim ise o ebeveynlerden birinin karaya çıkabilmek için ayağının yaralanması tüm vücudunun kan içinde kalması ama ona rağmen yürümeye devam etmesi ve benim bugün de gözümü dolduracak bir canlı bulmam. neyseki pandalar var. hadi gittim ben.
(bkz: planet earth ii)
tüm gelinlerin normal hallerinden çirkin olması
-
etrafımda gördüğüm sayısız güzel kadının evleneceği gün palyaçoya dönüşmesinden çıkardığım sonuç. çevremde birçok kişi aynı fikirdeyken, muhteşem yüze sahip kadınların o gün yüzlerini boya badanaya boğarak neden çirkinleştirdiklerine anlam veremiyorum.