hesabın var mı? giriş yap

  • nazım hikmet 1940'ların sonlarında, bursa cezaevinde kaldığı zamanlarda hapishane içine küçük atölyeler kurulur ve mahkumların bu atölyelerde imal ettiklerini dışarıya satmalarına izin verilirmiş. nazım da perde yapar, satması için ailesine gönderirmiş. o dönem nazım hikmet'in annesi celile hanım'a yazdığı mektupta bu perde işinden de bahsedilir:

    "perdeler için de alparslan'a yazacağım ama, sen de nimet teyzeme bildir, bir kere de o yazsın: perdeleri metresi 300 kuruş ile 335 kuruş arasında verebilir, saçaklar da 100 kuruş ile 90 kuruş arasına"

    bu mektupta ismi geçen alparslan'dan konu nerelere taşınacak şimdi bakalım:

    (alparslan, nazım hikmet'in yeğeni. aynı zamanda izmir valiliği de yapan rahmi bey'in oğlu)

    1919 yılında çerkes edhem izmir'de çok zengin bir hollandalının çiftliğine dadanır. amacı haraç almak. durumu öğrenen vali rahmi bey jandarmayı toplayıp edhem'e engel olur. edhem bu durumu gururuna yediremez, rahmi bey'in o dönem 8 yaşında olan oğlu alpaslan'ı fidye için kaçırır. rahmi bey fidyeyi ödemek için malvarlığını satışa çıkarır, yetmez izmirliler kampanya başlatır ve izmir'in zenginlerinden kampanya için para isterler. kampanyada paranın üçte biri karşılanır, gerisini bornova'da fabrikatör olan fransız henri giraud temin eder. o zamanın çok büyük parası 53.000 lira ödenerek alparslan'ı kurtarırlar.

    henri giraud ülkede kalmaya devam eder, kendisi mustafa koç'un eşi caroline koç'un dedesidir.

    hollandalı çiflik sahibi, cumhuriyet ilanından sonra ülkeden ayrılır. kızı bir kaç sene sonra bir ingiliz bankerle evlenir. 1929'da onların da bir kızı olur ve adını "edda" koyarlar. tam adı "edda kathleen van heemstra hepburn ruston" nam-ı diğer audrey hepburn

    nazım hikmet'in sağlığı da çok iyi değildir hapishanede, biraz resim yaparak kendini dinlendirmek istediğini yazar o mektuplarda. ve perdelerin satışlarının nasıl olduğunu da sorar. ailesi her seferinde çok iyi der. ama hep aile kendi satın almıştır perdeleri.

  • 17 ağustos’ta gözümle gördüm, ağzımla durdurmaya çalıştım insanlıktan nasibini almayan bu mahlukları. biz harabeye dönmüş evimizin yanında eşyalarımızı korumaya çalışırken, balkon demirlerinden atlayarak oturma odamıza girmeye çalışan yağmacıya “burası bizim evimiz” demeye çalışıyorduk. komşu apartmanlara gözü dönmüşcesine saldıran hırsızların bazıları “ölen benim halam” dedi, bazıları uzak akraba kılıfına sığındı, bazıları da sözde çok yakın arkadaşının kollarını ve boynunu korumaya (!) kalkıştı.

    depremin ikinci gününde star tv’den gelip soru soran muhabire “bu ülke insanları koruyamadı, şimdi ölenlerin eşyalarını da koruyamıyoruz” diye dert yanıp hüngür hüngür ağladığım o günü de dün gibi hatırlıyorum.

    vicdan, merhamet, iyi niyet bu ülkenin topraklarına hiç uğramadı biliyor musunuz. hep avutulduk biz. hep aslında iyi olduğumuza, iyi olduklarına inandırıldık.

    insan; düşmeyegörsün. içindeki zerre iyi niyet kötülüğe zuhur eder o an. gözlerimle görmeseydim, yine inanmazdım.

    (bkz: 17 ağustos 1999/@ayrikotu)

  • bir fenerbahçeli olarak açılışına gittim, yerinde inceledim. gözlemlerimi sıralıyorum efendim ;

    - öncelikle stat cillop gibi. bok atan, kusur bulan komplekslidir.

    - ilk maç olmasından dolayı heralde, hiç bir güvenlik görevlisi ya da sorumlu giriş çıkışlar ve park yerleri hakkında bilgi sahibi değil.

    - stadın akustiği harika. 20 kişi bağırsa bile bütün stat inliyormuş gibi oluyor ancak kullanılan ses sistemi çok kötü.

    - playback yapan kenan doğulu çok itici.

    - başbakan'ı yuhalayan o galatasaraylı kardeşlerim ne güzel insanlardır, ne can insanlardır. maç içinde ilk defa taraftarla bir olabildim bu sayede.

    - yiyecek içecek çok büyük sıkıntı. içinde sadece kaşar olan sandviçe 10 lira ödedim ağlaya ağlaya. küçük sayılabilecek bir döner dürüm ise 16 lira. astronomik derece pahalı fiyatlar.

    - toki'nin başkanı sanırım, hayatımda gördüğüm en troll insan açık ara. yahu kitle başbakan diyince yuhalıyor. en az 11 kere başbakan dedi. onu geçtim, fenerbahçe'nin yapılan yeni salonundan bahsediyor. beni her ne kadar güldürdüyse de oradaki 30-40 bin kişi fena kıl oldu adama.

    - trafik sorunuyla karşılaşmadım. maçın bitiminden 5-6 dakika önce çıkıp, arabayla bostancıya tam 15-20 dakika civarında ulaştım.

    - böyle karlı havalarda falan korkunç üşür orada insanlar. bugün bile buz kestik.

    - cem yılmaz'ın reklamı kusturdu resmen. en son saydığımda 18. kez izliyordum.

    - galatasaray'ın şarkıları çok kötü. marşlardan bahsetmiyorum, stat hoparlöründen çalan şarkılar var ya. hah işte onlar. bir de türk telekom'un şarkısı var ki çok daha fena.

    benim yorumlamam bu kadar. hadi hayırlı işler.

  • market ya da ormanda yürüyüş dışında dışarı çıkmadığım, eşim dışında hiç kimseyle fiziki olarak görüşmediğim karantina sürem 1 ayı geçti.

    neredeyse her gün ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum bu aralar. evlenirken “hayatı beraber geçirmek istediğin insan”ı seçtiğini düşünüyorsun ama birebir yaşayıp görmek çok değişik bir duygu.

    mutlu olunca “kesin bir bokluk olacak” diye düşünen bir insan olduğum için, şimdiye kadar hep içimde evlendik ama belki birkaç yıl sonra aslında doğru insan olmadığızı anlarız belki gibi bir korku vardı. “ya hata yaptıysam” korkusu. şu bir ayı geçirdikten sonra, anladım ki çok doğru bir karar vermişim.

    başka hiç kimse olmadan, 1+1 ufacık evde mutlu mutlu yaşayabildiğim bir insanı bulmuş olmak inanılmaz.

    o kadar insan içinden nasıl oldu da böyle harika bir insanla ikimiz de bekarken tanıştık, ikimiz de birbirimizi çekici bulduk, zaman geçti iyice bağlandım, o da bana bağlandı ve mutlu olduk. nasıl bu ufak ihtimal gerçekleşti? aklım almıyor.

    ilerde daha ufak bir yere taşınsak şehir hayatını özler miyiz, beraber sıkılır mıyız tantana olmadan diye düşünüyordum arada. çok daha mutluymuşuz meğer.

    mutlu evde büyümediğimden herhalde bana öyle olağanüstü ve inanılmaz geliyor ki... neyse hayat bu ama şimdilik pek güzel.

  • ilk zamanlarda yaşanan bir telefon konuşması;
    beholder: alo
    ast: astsubay cafer ( agzinin içinde geveleyerek)
    beholder: kim?
    ast: astsubay cafer ( istifini bozmadan)
    beholder: tane tane söyle anlamıyorum
    ast: as subay ca fer
    beholder: tamam, ne oldu?
    ast: sen kısa dönemsin di mi?
    beholder: evet!?
    ast: uzun dönemlerden birini çaar bakıim.
    beholder: olur (yüzzüsce)

  • ayarlardan hızı 2 katına çıkarıp 12 falan dakikada izleyebilirsiniz. ekşi sözlük boş geçen zamanı kurtarma ekibi iyi hafta sonları diler.

  • akp izmir mitingine katilacaklar icin :
    -saat kulesini görün
    -kemeralti'ni mutlaka ziyaret edin
    -kumru yemeden dönmeyin
    -pasaport'ta cay icin

  • insan bunları görünce keşke hiç uğraşmasaymış gazi diyor.

    şu tipler için miydi çekilen onca acı, geceler boyunca süren akıl oyunları, uykusuz geceler, dağda taşta uyuma, cehennem gibi cepheler?

    sen bir hayatı adıyorsun, 57 yaşında bitiyor ömrün. 85 sene sonra bile hakaret yiyorsun.

    ulan bu kadar nankör, bu kadar haysiyetsiz, bu kadar kalleş, bu kadar kahpe olunmaz be...