hesabın var mı? giriş yap

  • oha pentagram denmiş. lan pentagram harbiye'de konser verebilecek kadar bilinen bir grup amk!
    bu yeni nesil çok değişik azizim.

  • kimsenin bir başkasından öğrenmediği, genetik kodumuzda bulunan içgüdüsel bir davranış..

  • golden sonra parmağındaki yüzüğü öpeceğine chedjou'nun taşaklarını öpmesi gereken topçu.

  • valla haşmetli reis-ül cumhurumuz kendi konvoyundaki s600'leri değiştirsin önce; biz de vatandaş olarak üzerimize düşen görevi yaparız.

    ey mercedes; sen kimsin yaa?

  • var olan ve native speaker olmayanlar arasında en çok hataya sebep olan farktır.

    home: genel olarak yaşam alanı. bu bi tren vagonu falan da olabilir.
    house: müstakil ev.
    apartment: apartman dairesi

    mesela apartman dairesine house diyemezsiniz. ama home diyebilirsiniz.
    aynışekilde house da home 'dur.

    ama home dendiği zaman neyin kastedildiğini anlamak için house mu apartment mı diye sormanız gerekebilir.

    edit:
    yoğunlukla " flat nerde hacı" diye mesaj aldım.
    flat'i de ekleyelim madem.

    flat: yoğunlukla her odası aynı seviyede bulunan mimariye sahip mekanlar için kullanılır.
    house kavramı hem ingiltere'de hem amerika'da genelde dubleks olur ya da bi bodrumu falan bulunur. o yüzden çok fazla flat denmez.
    eğer house 'un bodrumu yoksa ve sadece zemin katı varsa ona flat denilebilir. fakat bu özelliğe sahip bi mekan çoğunlukla apartman dairesi olduğu için apartment 'a da sıklılkla flatdenir.
    adı üstünde; flat. düz. plaka.

  • 1939'da himeji'de doğdu. ailesi onun uluslararası ilişkiler tahsil etmesini istemişti ama gönlü başka yerdeydi. o yıllarda kapılarını henüz erkek öğrencilere açan tokyo'daki bunka moda okuluna yazıldı. ödüller aldı, mağazalara koleksiyon çizmetye başladı. ne var ki 60'lı yıllarda henüz dünya çapında tanınan bir japon modacı yoktu, daha doğrusu "japon" ve "moda" kelimeleri bir arada düşünülmüyordu bile. o dünyanın kalbi o dönem hala paris'te atıyordu ve bizim muhteremin de idolü gene paris'te tezgah açmış olan yves saint laurent'di.

    tokyo'da oturduğu daire 1964 yaz olimpiyatları için istimlak edilince, moda okulundaki hocası chie koike'nin tavsiyesiyle aldığı istimlak parasını bilete yatırdı ve bir gemiye atlayıp önce marsilya’ya, oradan da trenle paris’e geçti. gare de lyon'da trenden indiğinde yıl 1965'ti.

    paris pahalıydı, onu da kimse tanımıyordu. haliyle başlarda çok zorlandı. giysi tasarımlarının çizimlerini 25 frank gibi düşük paralara satarak karnını doyurmaya çalıştı.

    1970 yılında bit pazarında ürünlerini satarken rastladığı bir hanımefendiden kiraladığı ve galerie vivienne içinde yer alan dükkanda, daha sonra bir parfümüne de ismini vereceği “jungle” adlı ilk butiğini açtı. butiğin ismi içerisinin duvarlarının orman motifleriyle bezenmesinden ilham alınarak verilmişti.

    sonrasında yavaş yavaş ünlendi, şık bir pasaj olan galerie vivienne içinde ilk defilesini yaptı. defile ama ne defile; parası olmadığından sivilcelerinden dolayı katalogdaki en düşük fiyatlı modeli seçti, bütün sivilcelerini yeşile boyayarak "konsept makyaj" havası verdi.

    tasarımları beğenildikçe bilinirliği de arttı, elle’e kapak oldu , allah ona "yürü ya kulum! ne duruyorsun olm, illa japonca mı söyleyelim?" dedi. markası şöhrete kavuşunca kaçınılmaz olarak o da her mpodacının yaptığını yaptı ve parfümlerde kullanılmak üzere isminin lisansı verdi. çok sevildi, çok sattı onun adını taşıyan parfümler. hatta çoğu kişi onu sadece parfümleriyle tanıyıp modacı olduğunu dahi bilmediler.

    en ünlü parfümü ise 2000 yılında çıkan ve alberto morillas tarafından tasarlanan flower by kenzo’ydu.

    neyse, daha uzatmayalım ve dün covid-19’dan vefat ettiğini öğrendiğimiz kenzo takada'yı aynı parfümün 2005’te satışa çıkan “l’elixir” versiyonunun reklâmını izleyerek uğurlayalım, merhuma "r.i.p." diyelim.

    not: bu reklamın müziğini tanıyanlarınız olacaktır ve hemen "deep purple'ın şarkısı ya bu, child ın time işte bildiğin" diyeceklerdir. hiçbir şeyden bu kadar emin olmayın arkadaşlar, belki gerçekler sizin bildiğinizi sandığınızdan farklıdır. bakın şurada bu parçanın olayı uzuun uzuun flood halinde anlatılmış. ilgilenenler, hele ki sabırları da varsa, okuyabilirler.

  • bos istir.

    sma ilacina kafa yormaktansa sma'nin erken teshisle onlenmesine kafa yorarak her yil yaklasik 200 bebek ve milyonlarca dolar kurtulabilir.

    ama psikolojisi sallantida halkimizin vicdani bu sekilde rahatlar mi bilemem.

  • ebru gündeş'in ekşi suratıyla show yaptığı yarışmadır.
    canı istemiyorsa katılmasın. bir sürü triplerle milletin de canını sıkmasın.
    bizim derdimiz bize yetiyor. bir de reza için üzülemeyeceğiz.

  • iki gösteride de konu aynı gibi dursa da, cem yılmaz, olayı anlattıktan sonra "aslanın var olması zaten mucizenin kendisi değil midir? mucizeyi varlığında aramak varken neden çıkardığı seste arayalım?" şeklinde bir tespit yapmıştır ki ancak felsefe kitaplarında falan bulabilirsiniz, doğu da bu seviyeye anca aşağıdan bakar elini gözüne ışık gelmesin diye siper ederek.

  • birinin hayatının değişmesine vesile olduğunuzu görmek bu detaylardan biridir;

    bundan yıllar önce, ben henüz 18 yaşında bir üniversite öğrencisiyken, her zaman gittiğim kuaföre saçlarımı boyatmaya gittim. kuaförüm dünya tatlısı bir insandı, saçımı boyadı ve "sen dur burda ben bir markete gidip geleceğim" dedi ve gitti. birkaç dakika sonra içeri orta yaşlı bir kadın ve genç bir kız girdi, maddi durumlarının çok kötü olduğu her hallerinden belliydi. genç kızın annesi bozuk türkçesi ile bana; "bütün çevre kuaförleri gezdik, çırak lazım mı diye soruyoruz tek tek, kızım iş öğrensin istiyorum, kendini kurtarsın istiyorum ama hiçbirine lazım değilmiş son olarak buraya geldik, inşallah artık bu kapıda yüzümüze kapanmaz" dedi. biraz daha sohbet ettik, kadının en büyük çocuğu buraya getirdiği 16 yaşındaki kızıymış, 3 çocuğu daha varmış ve eşi iki yıl önce vefat etmiş, eşi vefat ettikten sonra kızı okulu bırakıp açıktan devam etmiş ve çeşitli işlerle para kazanmaya çalışmış.

    hikayeleri beni oldukça üzdü ve "yarın sabah gelip başlasın" dedim. onların gözlerindeki o sevinç yıllar geçmesine rağmen hafızamdan hiç silinmedi. ama bir sorun vardı, bir başkasının iş yerine ondan habersiz bir eleman almıştım, sonuçta kuaförüm beni ne kadar severse sevsin onun sadece müşterisiydim. eğer kuaförüm kabul etmezse yarın o genç kız geldiğinde çok daha fazla üzülecekti. bu yüzden o gelmeden planlar yapıp gerekirse ailemden aldığım harçlığın bir kısmını düzenli olarak ona verip, çırağına harçlık olarak vermesini teklif edecektim.

    kuaförüm geldiğinde, nasıl bir tepki vereceğini tahayyül edemeden, konuya direkt "ben buraya bir çırak aldım" diye girdim. şaka yaptığımı düşündü ve gülmeye başladı, ciddi olduğumu anlayınca "olmaz! hırlı mıdır hırsız mıdır bilemem" dedi. ben yalvarmaya ve durumlarının çok kötü olduğundan bahsetmeye devam ettim. sonunda orta yol olarak en azından 15 gün benim hatrım için denemesini teklif ettim. kabul etti ve boynuna sarıldım. sonra elemanından inanılmaz memnun kaldı ve onu kuaförlük okullarına gönderip, bütün sertifikaları almasını sağladı. 3 sene daha o kuaföre gitmeye devam ettim. o kız orada inanılmaz güzel işler başarıyordu ve ben gördükçe mutlu oluyordum. sonra oradan ayrıldım ve bir daha gidemedim.

    bugün fön çektirmek için bilmediğim bir semtte alelade bir kuaför aramaya başladım ve büyük güzel bir kuaför salonu gördüm. kapıdan içeri girdiğimde o yıllar önce gördüğüm küçük kız karşımda duruyordu, durup bana bakakaldı, ben tanıdı mı acaba diye düşünürken boynuma sarıldı ve "sayende" dedi. gözlerim doldu, kuaför salonu onunmuş, iki kardeşini üniversitede okutuyormuş. bütün gün ağzım kulaklarımda gezdim. hayır efendim! fönü beleşe getirdiğim için değil tabi, küçük bir çabamın güzel şeylere vesile olduğunu gördüğüm için.