hesabın var mı? giriş yap

  • bu bayramda yunanistan'ın tadını alan yerli turist daha da gitmez antalya'ya bodrum'a...
    ehliyetlerimiz yenilendi, çipli oldu, beynelmilel ehliyet icin turing kurumu'na para vermiyor (400lira civari).
    ee sigorta desen bir alıyor 3-6 aylık komple sezonu çıkarıyor, arabasıyla uzun yol yapmadan rahata, düzgün hizmete erişiyor.
    şezlonga para vermiyor, şemsiyeye para vermiyor, sipariş yenile diyen garson yok.
    üstüne 8 halka kalamara, 1 ahtapot kolu 2biraya 120 lira ödemek yerine 2 tam kalamarı ızgara yiyip 2 kol ahtapot, peynirli salataya 2 biraya 75lira verip huzura eriyor.
    üstelik kalamarın yağından panesinden midesi yanmıyor, zira ızgara yiyor.

    yunanlı turizmci hizmeti hep aynı tutuyor, gülümsüyor, ilgili davranıyor.
    bizimki müşteri kapacak diye yan esnafla kavga ediyor.

    allah selamet versin aga.
    herkes huzura kaçıyor.
    üç kuruş parasını ecnebiye bırakıyor sırf rahat ve huzurlu olsun diye.

    itfaiyenin su veren hortumu olayına bir itfaiyeci olarak girmeyi etik bulmuyorum.
    yanıyorsa söndürmek meslek icabı şart ama üzgünüm ben de komşuda olcam.

    edit: ehliyet bilgisi

  • bana can dündar'ın bir çocukluk anısını hatırlatmıştır bu acı söz.

    can dündar matbaada çalışırken, dönemin ünlü bir yazarı (adını hatırlayamadım) küçük can'ın elini sıkmak istemiş. o da ellerinin kirli olduğunu söylemiş. yazar, can'ın ellerini bulup sıkıca toka yaparak "çalışan eller kirlenmez" demiş.

    ben de hep bu şekilde düşünüyorum çalışan eller ve ayaklar kirlenmez. sedyeler fedadır sana.

  • biraz önce takriben yirmi dakika kadar babamınkini dinlediğim günlük.

    önce biraz önbilgi verelim. mahkemenin verdiği kararı yargıtay'da temyiz ediyoruz ya, işte yargıtay o kararı bozarsa eğer, "al bu dosyanın şuralarını tekrar incele" deyip aynı mahkemeye geri gönderiyor. mahkeme bu sefer, ya yargıtay'ın bu dediğini yapıp dosyayı tekrar inceliyor, ya da "hayır, yazılanları okudum ve ben haklıyım" deyip önceki kararında direniyor.

    fakat bu direnme kararını almak zordur. mahkemeler genelde yargıtay'a direnmez. şimdi konuya dönelim.

    babamın herhalde 17 senedir filan uğraştığı bir davası var. uzun hikaye. özetle, babam kazanıyor karşı taraf başka bir yoldan yenisini yapıyor. böyle böyle derken işte yıllar oldu. hatta bu yılların birinde, mahkeme babamın aleyhine bir karar aldığında bizimki duruşmada elli saat laf anlatmış, hakimle şöyle bir diyalog geçmiş aralarında:

    - avukat bey, siz bu davanın üzerine çok düştünüz herhalde?
    - hakime hanım, iki çocuk okutuyorum ben!

    nihai karar yine babamın lehineydi, karşı taraf yine temyiz etti, dosya yine mahkemeye döndü. bugün duruşması vardı, ya bozmaya uyma ya da direnme kararı verilecek.

    direnme kararı verilmiş.

    babam o kadar mutlu ki, telefonda yirmi dakika boyunca bu davadan ve mesleki tecrübenin öneminden bahsetti. ki ben istanbul'da olmama rağmen, kendi davam kadar biliyorum artık meseleyi. beş yüz kere filan dinledim çünkü herhalde.

    ve şöyle dedi:

    - kızım, o kadar heyecanlandım ki, duruşmadan sonra kimseyle konuşamadım, müvekkile bilgi bile veremedim. gittim bir bankta oturdum, nefes aldım, ayakkabım da rahat değildi ama te oradan ofise kadar yürüdüm. ancak açıldım. ben bu heyecanı, ancak işte annen evlenme teklifimi kabul ettiğinde filan yaşamıştım.

    42 yıllık avukat bu adam.

    allah bana da yaşatsın.

  • bilindiği üzere edebiyat anlayışları çağlara göre değişkenlik gösterir. yani edebiyat, matematik gibi sabit kuralları olan bir bilim değildir. kendi çağında "dahi" kabul edilen birçok yazar (mesela joseph cronin, pearl buck), günümüzde sadece detaylı ansiklopedilerde kendilerine yer bulabilir. gerçi ansiklopedi olayı da bitti ya neyse! yani demem o ki, gittiğiniz yol, yol değil. bırakın trollüğü. trollükte gelecek yok! şaka bir yana, demek istediğim şu ki, günümüzün en önemli romancıları olan orhan pamuk, ihsan oktay anar, hasan ali toptaş gibi yazarların yapıtları, sonraki kuşaklar tarafından pek itibar görmeyebilir. ve ne acıdır ki, bu dönemde aşağıladığımız cezmi ersöz ve tuna kiremitçi , belki ileride "dahi" olarak kabul edilecektir. eserleri yeni baştan basılıp milyarlar satacaktır! yok lan, şimdi bunu yazarken düşündüm de çok uç örnek verdim. 500 bin yıl geçse de bir bok olmaz onlardan*

    not: sadece yabancı yazarlar kıstas alınmıştır.
    not 2: yazarlar rastgele sıralanmıştır.

    cervantes : tarihin garip bir cilvesi olarak shakespeare ile aynı yıl doğup, aynı yıl ölen cervantes, kendi döneminin bestseller yazarıydı. başyapıtı don kişot, sadece ispanya'da bile yayımlandığı yıl birçok baskı yapmıştı. hatta peşi sıra birçok devam serileri yazılmıştı. ama bu seriler, dönemindeki diğer çakma yazarlar tarafından kaleme alınmıştı. o zamanlarda korsan kitapçı yoktu, ama anlaşılan korsan yazar bayağı varmış. zira art arda yayımlanan don kişot serileri cervantes'i bayağı kızdırmış olmalı ki, bu konuda sert bir önsözün de yer aldığı ikinci cildini bizzat kendisi yazmak zorunda kalmış. ortaya çıkan kitabın belki döneminde çok satması dışında bir önemi yoktu. belki cervantes bile, ne kadar önemli bir roman yazdığının farkında değildi. ama sonuç itibariyle don kişot, roman türünün ilk ve hala en önemli örneği sayılır. daha iyileri mevcut olabilir ama daha önemlisi kesinlikle yok.

    stendhal: çağdaşı balzac dışında kimseden itibar görmeyen stendhal, yazdıklarının edebiliğinden öylesine emindi ki, öldükten sonra anlaşılacağını bizzat kendisi belirtmişti. nitekim 19. yüzyılın sonlarına doğru hak ettiği değeri verilmeye başlandı. sadece 52 günde yazdığı parma manastırı ve başyapıtı sayılan kırmızı ve siyah'ı artık dünya edebiyatının en iyi yapıtları listesindedir. hatta kırmızı ve siyah, bazı yazarlar ve eleştirmenlerce (mesela somerset maugham) en iyi on romandan biri kabul edilir. ayrıca yarattığı julien sorel karakteri, adeta "yükselme tutkusu" ile özdeşleşmiştir. bir psikolojik terim huvviyeti bile kazanmıştır denebilir.

    franz kafka : büyük olasılıkla, bu sonradan anlaşılma konusunda ülkemizde en bilinen örnek. hemen herkesin bildiği üzere, dostu max brod'un (bir diğer vefasız brutus'e selam olsun) yaptığı tarihin en anlamlı vefasızlığı sayesinde, bugün kafka yapıtları okuyabiliyoruz. kendisi için, 20. yüzyıl insanını ve durumunu en iyi anlatan yazar diyebiliyoruz. halbuki ölümü, yerel bir gazetede sadece tek satırlık bir haber olarak yer almıştı. ama ikinci dünya savaşı sırasında bireyin düştüğü acizlik, ezilmişlik, çaresizlik, çırpınma, boşluk gibi karmaşık durumlar kafka'nın yeni baştan değerlendirilmesi gerektiği fikrini doğurur. bu konuda olağanüstü bir örnek de mevcut. genellikle en iyi marksist eleştirmen olarak kabul edilen györgy lukacs, edebi anlayışına uymadığı gerekçesiyle kafka'yı pek beğenmezmiş. ancak ikinci dünya savaşında yaşadığı çok sıradışı bir olay (#15110169) sonrasında kafka'nın değerini anladığını belirtmiştir. yani kafka'yı anlamak için, bazen okumak bile yetmez; yaşamak lazım.

    marcel proust: şimdilerde, birçok edebiyat eleştirmenine göre, edebiyat tarihinin en iyi birkaç romancısından biri. halbuki, sağlığında kitaplarını yayımlatacak yayınevi bile bulamamıştı. hatta kendisini reddeden yayınevi editörleri arasında 20. yüzyılın en iyi yazarlarından sayılan nobel ödüllü andre gide bile vardı. ama proust, oldukça zengin olduğundan dolayı, kayıp zamanın izinde adlı devasa eserinin ilk cildini kendi parasıyla bastırabilmışti. gerçi fransa'nın en önemli edebiyat ödülü olan goncourt edebiyat ödülünü aldı. picasso ve stravinski gibi kendi alanlarının en iyileri olan modernist çizgideki dahilerle çeşitli salonlarda sohbet etti. yani kısmen de olsa kendi döneminde itibar görmüş denebilir. ama o dahilerle dolu salonlarda, kendisine günün birinde balzac ile kıyaslanacağını, hatta onu aşacağını söyleselerdi, snobluğuyla ünlü proust nasıl bir tepki verirdi merak konusu.

    edgar allan poe: büyük olasılıkla edebiyat tarihinin en bahtsız yazarı. adam sözlük anlamıyla "loser" kelimesinin tam karşılığı bir hayat yaşadı. ileriki zamanlarda bu konuda detaylı bir entry yazmayı planlıyorum. ancak şimdi mevzu bahis olan sonradan anlaşılma süreci. poe'nun şiirleri kendi döneminde beğenilmesine rağmen, öyküleri dönemi için fazla ileriydi. dolayısıyla karabasanı andıran atmosfere sahip eşsiz öykülerinin anlaşıldığına şahit olamadan genç yaşta ve tam da hayatının özeti olan bir ölüm biçimiyle gitti garibim. aslında fransızların en iyi birkaç şairinden biri olan charles baudelaire onu keşfetmişti. hatta eserlerini fransızcaya çevirmeye başlamıştı bile. ama ne utançtır ki, kendi ülkesinde hak ettiği değeri ancak 20. yüzyılda verildi. avrupa'da ise, 19. yüzyılın ortalarından itibaren kült statüsüne erişmişti. ama o bunları değil, sadece acıyı yaşadı. tabi o dönemlerin dünyada en popüler yazarı olan charles dickens ile olan sıradışı buluşması istisna edilecek olursa.

  • "tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı, şeytan adına işlenenlerden çok daha fazladır"

    erica jong