hesabın var mı? giriş yap

  • insana "keşke küme düşseydik, keşke 5 sene durumu toparlayamasaydık da şunları duymasaydık" dedirten açıklama. 3 temmuzdan sonra senin gibi bir yalakanın arkasında durduğum için bana da yazıklar olsun.

  • direkt çevirisi "hiç kimsenin lafı üzerine" şeklinde olan horatius vecizesidir.

    aslında horatius cümleyi tam olarak bu şekilde değil, "nullius addictus iurare in verba magistri, quo me cumque rapit tempestas, deferor hospes." şeklinde yazmıştır. bu cümlenin wheelock's latin'den hallice latince bilgim ve ingilizce çevirilerinden yola çıkarak yaptığım esnek türkçe çevirisi "hiçbir efendiye sözlerimle bağlı olmadığımdandır, fırtına beni ne yöne sürüklerse o yönün misafiri olurum" şeklindedir.

    horatius'un bu cümlesi zamanında kendisinin finansörü olan, dönemin imparatoru augustus'un yancısı maecenas için yazdığı epistulae ismindeki mektubumsu yazılarından oluşan derlemelerinde geçer.

    cümlenin içinde yatan "kimseye bağlı olmamak ve hayatın gerçekleri nereyi işaret ediyorsa oraya bakmak" fikri 17. yüzyıl ingiliz bilim insanlarına oldukça cazip gelmiş olsa gerek, aynı ingiliz bilim insanları cümlenin başlangıcındaki nullius ve devamındaki in verba kısmını 1660 yılında ingiliz bilimini ilerletmek için kurdukları the royal society isimli kurumun mottosu olarak seçmişler.

    isaac newton, robert hooke, stephen hawking gibi kişilikler görüp geçirmiş olan the royal society için seçilen mottonun fikrinin türk toplumundaki karşılığı "önce lafa bakarım laf mı diye..." şeklindedir. yani bir lafı kimin söylediği o kişi kim olursa olsun önemsizdir. önemli olan lafın akla ve mantığa ne kadar uygun olduğudur. kişi bir fikri benimsemeden önce kendi aklıyla, kendi mantığıyla, tercihen deneyerek ve gözlemleyerek o fikrin doğruluğundan emin olmalı ve tüm bu süreç boyunca o fikri söyleyen kişinin kim olduğunu tamamen gözardı etmelidir. newton'dan bu yana süren bilim kültürünün özeti budur.

    tabii bunları okuyup gaza gelecek ve the royal society'nin mottosu uğruna sevgilileriyle kavga edecek olan genç kardeşlerim için dipnot düşmekte fayda var. lafı söyleyen sevgiliniz ise ve söylenen laf mantığınıza yatmıyorsa siz yine de memleketi savunur gibi kavgaya tutuşmayın. sonra "tartışmayı kazanmak hiçbir işime yaramasa bile fikrimi savunacağım" derken kendi başınızı yakarsınız. benden söylemesi.

  • türk dizi tarihinin;

    - en tırt holdingini, (bütün mahalleyi işe aldılar)
    - en tırt ceo'sunu, (hiç danışmanı, avukatı falan yok, en küçük sorunda bütün yetkileri damadına devretti)
    - en tırt komiserini, (kuzey'in peşine takıldı olay çözmeye çalışıyor, arada kuzey'i alttan alıyor, sakinleştiriyor falan)
    - en tırt mafya babasını, (alt tarafı bir adam vurdu, japonya'ya kaçtı herif)
    - en tırt girişimcilik hikayesini (makara),
    - en tırt stilistini (sabah sporunu park aletlerinde yapıyor)

    barındıran dizi.

    kabul edin aslında senaryo komple ilkokul müsameresi gibi ama izliyoz işte mal mal.

  • evlenmeden önce istisnasız bütün evli tanıdıklarım "evlenme" diyordu. evlendim.

    şimdi bekar bütün tanıdıklarıma "evlenme" diyorum. biliyorum onlar da evlenecekler.

    bu evlenecek olanlar da zamanı gelince başkalarına "evlenme" diyecekler. bunu da biliyorum.

    garip bir döngü var, bu konunun üzerine gidilmesi lazım.

  • eğer yanlış anımsamıyorsam yıllardan 1995. parlak bir ilkokul sürecinin ardından ortaokul serüvenine adım atmışım. fakat bulunduğumuz kasabada ortaokul yok ve bu nedenle okula parası aylık olarak ödenen bir minibüsle gidip geliyorum. gidiş-geliş nereden baksan 2 saat gibi bir zaman alıyor. yani okul epeyce uzak. ee okul süresine ulaşım süresini de ekleyince koskoca bir gün yapıyor. sabah çıkıp ta akşam evde olabiliyorum. içinde yetiştiğim ailemin kemikleşmiş bir harçlık kültürü hiç yoktu. günlük olarak her şey, annemin hazırladığı bir beslenme çantasından ibaretti. işte ben yine böyle bir günde o güzelim beslenme çantasını minibüste unutmuşum. kıpkırmızı domatesim, peynirim ve üstüne yumurta sarısı sürülüp kızartılmış ekmeğim uçtu gitti. okul her öğlen 1 saat yemek paydosu verir, yakın olanlar evlerine falan gider, karınlarını doyurur gelirlerdi. sınıf arkadaşlarımdan birinin evine gidip karnımı doyururum diye plan kuruyorum kafamdan; ama gel gör ki utancımdan kimseye ben de geliyim mi diyemedim. hayatta planlanan her şey uygulamaya dönüştürülemiyor ne yazık ki. hayatın gerçekleri çok farklı.

    okul yemek saatine girdi. giden gitti. ben de çarşıya çıktım. avare avare dolanıyorum sokaklarda. karnım da iyice acıkmaya başladı. çocuk bünyesi işte. cebimde de çok ufak bir madeni para var. belki 2 ya da 3 sakız falan alınabilir. o değerde bir para. gözümü karartıp nolursa olsun diyerek bir fırına girip parayı uzattım ve ekledim:

    - buna ne kadar ekmek olur abi?

    önce fırıncı dayı beni baştan aşağı bir süzdü ve"buna ekmek olmaz aslında; ama ben sana yarım ekmek veriyim" dedi. süper bir gelişme. uzattığım parayı da "koy onu cebine" diyerek almadı.

    siz şimdi o yarım ekmeği yiyip okula gittiğimi sanıyor olabilirsiniz; aslında benim de amacım buydu; ta ki okula giderken yol üstündeki dönerciyi görene kadar. olay bu ya dönerciye gidip yarım ekmeğimi göstererek "bu kadar param var. acaba ekmeğimin arasına sade kıvırcık koyar mısın" diye sordum. adam güldü "olur tabii" dedi. ne güzel iş lan. işin ilginç yanı bu da bozukluğumu almadı. "para istemez" dedi.

    evet kepaze bir durum. resmen dilencilik yapmış gibi olmuşum ey sözlük. ama ben bu süreçte hep samimiydim. hep paramla bir şeyler yapmaya çalıştım. eee adamlar almadıysa benim suçum mu?