hesabın var mı? giriş yap

  • türkiye liginde gösterdiği performansla alman milli takımının euro 2016 kadrosunda kendisine yer bulacak ve şampiyonluk yaşayacaktır. (muhtemelen yarı finalde gol de atar). sonrasında türkiye'ye döneyim mi dönmeyeyim mi diye ikileme düşecek, almanlık ne güzel şey diyerek memleketinde kalmaya devam edecektir.

    sonra biri gelecek ismiyle ekşi sözlükte nick alacaktır.

    20 sene önce olduğu gibi.

    (bkz: stefan kuntz)

  • stadlarına degil, tavırlarına hayran oldum. 20 küsur yıllık fenerbahceliyim; ilk defa bugün, onları kıskandım.

  • --- spoiler ---

    dördüncü sezonun on ikinci bölümününden sonra ortaya çıkan tablo şu; jesse-walt-gus üçlüsünün aynı anda hayatta kalması söz konusu değil. üçünden biri ölecek ama bu sezon sonunda ama gelecek sezonun başında. dizideki rol dağılımını göz önüne alınca; gus'ın ölmesi ihtimalini diğerlerine oranla daha yüksek bir ihtimal olarak görüyorum. peki soru şu;

    gus nasıl ölecek?

    her yeri izleyen, iş ortamında güvenliği üst düzey olan, arabasına bomba konulmasına dahi uyanan bir suç örgütü lideri nasıl öldürülür? yakın mesafeden silahla öldürmek söz konusu değil, arabasını patlamak işe yaramadı. zehirlemek en azından artık kısa vadede bir opsiyon değil. hal böyleyken ne yapılabilir? güvenliği ikinci planda bıraktığı, tek başına olduğu, öldürülebilir olduğu tek bir yer var. salamanca'tı ziyaret ettiği yer. sezon başından beri bu buluşmaları izliyoruz ve son buluşmada; aldığı intikamın hazzıyla kibrine yenilen, salamanca ziyaretini şahsi şovuna çeviren gus, burada öldürülebilir. walt bilse burayı zaten kafadan hallederdi işi ama yeri bilen jesse ve o'nun kafası görece ağır çalışıyor. walt, elinde bombayla gelip; arkadaş adam bomba kokusunu alan k9 gibi hareket etti, bombayı tespit etti dediği zaman nihayet jesse'nin kafası çalışacak ve salamanca'nın kaldığı yeri walt'a anlatacak. walt, elinde patlayan bomba ile salamanca'nın yanına gidecek. durumu anlatacak; bu eleman senin ailenin kökünü kazıdı, o'nu öldürmek için bir fırsatın var diyecek. salamanca'nın üstüne ya da tekerlekli sandalyesine yahut orada artık televizyonun yanına, arkasına bi yere bomba konulacak. gus, salamanca'nın yanına gidip yüzüme baksana diye havalara girecek. salamanca bu defa yüzünü gus'a doğru çevirecek ( ve bölüm ismi hakkını verecek ) bir bakış atacak ve belki de gülerek zile basacak... boommmm. gus sizlere ömür.

    dizinin dördüncü sezonu boyunca karşılıklı gus-salamanca sahneleri izlemiş olmamız. gus'ın kendisine bakmasını istemesi. jesse'nin bu yeri biliyor olması ve bölümün adı birleşince neden olmasın?

    --- spoiler ---

  • bir senaryo hilesidir.

    bir aile zengin olduğu zaman, seyirciye çoğu şeyi açıklama gereği ortadan kalkar. kenafir gözlü entrikacı teyzeyi sabah 9 akşam 5 mesaili işe gönderirsen o kadından nasıl entrika çıkacak, hangi ara boş kalıp çetesini toplayıp gıybet yapacak? ya da esas oğlan/esas kız için izlenmeye değer kısımlar iş saatlerini ve gidiş geliş trafiğini geçersen günde 4-5 saat mi olacak?

    senaryo yazarken en büyük darboğazlardan biri, mantıken her gün tekrarlanması gereken süreçler oluyor. işe gidip gelme zorunluluğu da bunlardan biridir. bu yüzden ana konuyu etkileyen bir unsur olmadığı sürece aileler ya ultra zengindir, ya da emekli/ev hanımı tayfasıdır ve kocaları da işsizdir.

    azıcık işi gücü olan birinin günlük hayatını izlenebilir şekilde anlatabildiğiniz yapımlar genelde efsane olur zaten: kardeş payı (tüm esnaf), leyla ile mecnun (erdal bakkal, ismail abi), ekmek teknesi (nusret baba) gibi. yabancıları saymıyorum, onlarda düzen daha farklı işliyor ve bir bölüm üç saat sürmüyor.

  • postmodern romanlarda yazarın asıl hedefi doğrudan doğruya okurdur. yazar kitabını okuyucuyla beraber kaleme alır. satır aralarında okuyucunun da olmasını ister. bundan dolayı alay, parodi, ironi, iktibas gibi birçok tekniğe başvurur. bunda amaç okuyucuyu kitaba dahil etmektir. bazen kitabın yazarı roman kahramanı ile konuşur bazen de roman kahramanı yazarla alay eder. tüm bunların sebebi yazarın okuyucuyu önemseyip ondan entelektüel bir şeyler talep etmesidir. tarih, edebiyat, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarda bilgi sahibi olmanızı isterler. aksi takdirde anlaşılmak gibi bir kaygıları olmadığı için normal okuru pek dikkate almaz.

    postmodern romanlarda ya da anlatılarda alelade düz bir anlatım beklenemez. çünkü söz konusu eser zaten kendinden öncekilere bir tepki niteliğindedir. diğer bir deyişle avangarddır. kendi başına bağımsız olmak ister. postmodernist romancılar bilir ki kendi yazdıkları eserler geçmişle bağlantılıdır. yani bir metinlerarasılık kavramı varlığını her metinde devam ettirir. bunun anlamı şudur: hiçbir metin kendisinden önce yazılmış metinlerden etkilenmeden var olamaz. dolayısıyla başka metinlere gönderme yaparken ya da kimden etkilendiklerini söylerken çekinmezler. ama bu demek değildir ki postmodernist romancılar metin hırsızıdırlar. kendileri sadece iktibas yaparak alaya alırlar.

    orhan pamuk oldukça başarılı postmodernist romancıdır. yazmış olduğu kitaplarda değişik anlatım tekniklerini, muhtelif iktibasları, sağlam ironileri denemiştir. bunda da başarı göstermiştir.

    cevdet bey ve oğulları kitabında türkiye’nin sekülerleşme döneminde aydınların nasıl bir buhran içinde olduklarını alaylı bir dille anlatır. cevdet’in ağabeyi camı açan hizmetçi kadına “kapat camı kapat, pis yobazlık kokusu geliyor” gibi bir laf ediyordu. islam’a güzel bir taş örneğiyken ölmekte olan ağabeyinin yürek burkan acısını alaya alır. aslında yatakta, ölüm döşeğinde olan ağabeyi değil avrupadan meded uman münevverlerimizdir.

    sessiz ev kitabı karamazov kardeşler’in türkiye’ye uyarlanmış hali gibidir. üç kardeşin farklı farklı siyasi görüşleri ve onların etrafında dönen konuşmalar, babaları, dedeleri, kuşak çatışmasını alaylı bir dille anlatır. dostoyevski okumadan anlaşılmayacak bir kitap değildir. ama ilham kaynağı dev rus romancıdır.

    beyaz kale romanı da yine dostoyevski’nin “öteki” adlı romanına göndermelidir. doğu ve batı çatışmasını osmanlı döneminde, gelenekle barışık bir şekilde anlatır. burada şunu anlıyoruz ki postmodern romanlar gelenekle barışıktırlar. kahramanları çok yönlüdür. dini itikatları ya da ananeleri kitapta olduğu gibi yer alır. fakat okuyucu kendini gülmekten alamaz. çünkü hepsi ciddi değil, ironidir. genel geçer yargılar, ayrıntılar sayfalarca anlatılır. ufak bir ayrıntıdan sayfalarca bahsedilebilir. bunun sebebi okuyucuyu zorlamak ya da aptal yerine koymak değildir. okuyucuyu da alaya almaktır.

    kara kitap romanı ise bence kendisinin şaheseridir. romanın ana kahramanları celal ve galib birbiriyle çağdaş olmayan ama gönül bağıyla birbirine bağlı iki dev şairdir: mevlana celaleddin rumi ve şeyh galib. kuran’dan, hiç kimsenin okumadığı dini risalelerden, hadislerden, enteresan beyitlerden ve istanbul’un o karanlık ve bunalıma sokan çehresinden o kadar çok bahseder ve alıntı yapar ki okuyucu artık ne okuduğunu anlamaktan çıkar. burada yine amaç okuyucuyu düşündürmek ve çeşitli ipuçlarıyla o uçtan bu uca çekmektir. herhangi bir fikir ve tez olmadığı için okuyucu ne okuduğunu da anlayamaz. dolayısıyla belli bir romandan beklenen haz alma, sürekleme ya da hayretler içerisinde bırakacak bir sonuç bu tür romanlarda yoktur. okuyucunun beklentisini karşılamadığı için de okuması zor roman katogorisinde görülür.

    benim adım kırmızı romanında tüm karakterleri konuşturup alaylı bir olayı aydınlatmaya çalışır. “benim adım kırmızı” bölümünde konuşturduğu ise bana kalırsa tanrı’dır. her şeyi kuşatan ve gören tanrı’yı kırmızı renkte tasvir etmesi çok düşündürücüdür...

    kafamda bir tuhaflık ve kırmızı saçlı kadın romanları daha okunabilirdir. modernist teknikleri pek uygulamaz. klasik okuyucunun taleplerine cevap verir. fakat yine doğu batı çatışması, şehirleşme, bunalım, baba katilliği gibi evrensel konuları işlemekten geri durmaz. kırmızı saçlı kadın diğer romanlarına göre çok sönüktür. buraları okuyorsan eğer sayın pamuk, lütfen kara kitap’ın şanına leke sürmeyecek yapıtlarla okuyucunun karşısına çık. kırmızı saçlı kadın gibi çalakalem romanlar olmuyor...

    özetlersek, gerek pamuk’un gerekse diğer modernist, post-modernist romancıların kitaplarını okurken, klasik bir okuyucunun taleplerinden uzaklaşarak hem yazarı hem de kendimizi anlamaktan geri durmamamız gerekmektedir. okuyucu unutmamalıdır ki, o romanlar okuyucu olduğu için vardırlar. “metin her okunduğunda yeniden yazılır” düsturu her zaman akıllarda olmalıdır.

  • çok büyük bir olaydı bu...
    babam sirkeci'de bir atölyede çalışıyordu. annem kardeşimle beni alır, trene binerdik, tren cankurtaranla sirkeci arasından geçerken kız kulesini görmeye çalışırdım her defasında. sirkeci desen ana baba günü. kaybolacağım diye ödüm kopar annemin elini sıkıca tutardım. mısır çarşına uğrar, kuşlara yem atardık. babam bizi çakmakçılar yokuşunda karşılardı. atölyede çorap yapıyorlar. her yer kutular, ayak şablonları, çorap ütüleri, kumaşlarla kaplı. kendine has bir kokusu var hanın. çay içilen markalara bayılır, bir tanesini mutlaka cebime atıp eve getirirdim. mavi ya da kırmızı fark etmezdi. bizde iş yapacağız diye tuttururduk, çorapları kopçalama ya da kutuları sayma gibi görevler verirlerdi başlarından savmak için. sonra öğlen oldu mu, şimdilerde asla aynı tadı bulamadığım dönerlerimizi yerdik. uykumuz gelirdi bir vakit sonra. yere karton kutular serip üzerlerine örtücek yumuşak yastıklardan bulurdu hep babam. o makine seslerinin arasında uyumanın verdiği huzuru unutamam.uyandığımızda da atölyedeki ablalar bez bebek yapmış olurlardı bize.içi kırpık dolu renkli küçük bebekler, eve gidince düğmelerden göz ve yünden saç yapardı annem...

    güzeldi,çok güzeldi