• öznel kamera açısı kullanımı van gogh ruh halini çok başarılı yansıtmış. bu sayede izleyici onun gözünden dünyanın nasıl bir yer olduğunu görebiliyor. bunu filme dair önemli bir detay olarak değerlendiriyorum. yaşarken bir türlü anlaşılamamış deli, dahi, öteki, uzak olarak görülen bu ressamı anlamaya çağırarak anlatıyor yönetmen.

    ışık, renk, planlar, duygu geçişleri ve van gogh sarısı çok incelikli düşünülmüş ve ortaya harikulade bir iş çıkmış.

    loving vincent filmini de öneririm.

    vincent van gogh ile ilgili olarak işin ilginç ve ironik kısmı şu cümlelerde gizli;
    “bugün van gogh, ona yemek vermeyecek restoranların duvarlarını, onu akıl hastanesine kapatacak doktorların muayenehanelerini ve onu hapse tıktıracak avukatların yazıhanelerini süslüyor...”
  • dün izledim, müzikler ve renkler çok etkileyiciydi.. filmde van gogh’un yalnızlığını ve sevgiye aç hallerini gördükçe içim parçalandı. kardeşine ‘biraz daha kalabilir misin ‘ dediği yerde gözümden bir damla yaş gelmiş olabilir. bu arada filmin en iyi sahnesi papazla konuştukları sahneydi. harika cevaplar verdi van gogh. şimdi olmasa da ilerde mutlaka birilerinin onu anlayacağına inanıyordu, biliyordu. öyle de oldu. çağının çok ötesinde düşünen bir dahiydi bütün huzursuzluğunun, sancılarının sebebi de buydu zaten ..

    ayrıca filmi iyi yapan şeyin van gogh’u gereksiz övme çabasına girmeyişi bence. kişiliğinin karanlık taraflarını gösterirken de yermiyor, olması gerektiği gibi anlatıyor hikayesini.
  • yönetmen dokunuşu çıtasını epey yükselten film. papağan gibi ezberlediğimiz "sanatçının gözünden bakmak" gerçekte nasılmış gördük julian schnabel sayesinde.

    --- spoiler ---

    van gogh'un doğayla bütünleştiği sahneler "özgürlük" hissini çok güzel verdi. diyaloglu sahnelerden çok bu sahnelerde duygulandım, sanki onunla oradaymışım gibi içim içime sığmadı. o güzel müziklerin de payı var bunda elbette. bir ressamın hayatından sadece fragmanlar değil kardeşlik, dostluk, düşmanlık, önyargı, saflık, ikiyüzlülük hakkında da çok şey vardı.

    karaktere can veren willem dafoe için şunu düşündüm film sırasında. 100 yıl öncesinin fotoğraflarındaki insanlara dikkat ederseniz şimdinin insanına benzemeyen yüz ifadeleri görürsünüz. poz verme antrenmanı yapmamışların ifadesidir bu, şimdi uğraşsanız da o ifadeyi veremezsiniz. işte o vahşi (ehlileşmemiş anlamında) ifadeyi vermeyi başardığı için bu role girmeyi başarmış dafoe bana kalırsa. makyajla, kostümle olacak iş değil bu. gözleriyle oynuyor adam.

    beni en çok etkileyen sahnelerden biriyle bitireyim: akıl hastanesinin bahçesinde hastalar uygun adım gitmektedir. görevli gelir, güneşi arkasına alarak bir setin üstünde durur ve van gogh'u çağırır. van gogh bahçeyi "hipotenüsten" kat edip görevlinin yanına varmaya yönelmişken (çünkü daha kestirme) görevli onu durdurur. diğerlerine paralel sıradan yürümesini emreder. van gogh itiraz etmez, emre uyarak görevlinin söylediği şekilde diğer hastaların uygun adımına katılarak yürür.
    --- spoiler ---

    forbrydelsen'den dolayı lars mikkelsen'ciyim ama mads mikkelsen de olumlu.
    ikinci kez sinemada seyretmeye değecek filmlerden olduğunu düşünüyorum kendi adıma.
  • willem dafoe her ne kadar 37 yaşında ölen vincent van gogh için fazla yaşlı olsa da vincent'in psikolojisine bürünmüş ve ustalıklı bir oyunculuk çıkarmış. julian schnabel ise çekim teknikleri, ışık ve renkleri kullanımı ve huzursuz edici planlar ile farklı bir bakış biçimini ve kurgulama dilini kullanmış bu filmde. sanatçı ile ilgili çekilen birçok film içinde kuşkusuz en ilginç ve başarılı olanlardan biri hatta verdiği duygu açısından en birincisi denilebilir. uzun yıllar önce kirk douglas'in van gogh'u canlandırdığı lust for life, van gogh'un tutkulu kişiliğine odaklanan bir klasik olsa da bu film daha içeriden bakan, sanatçıyı daha iyi kavramış bir iş olmuş.

    --- spoiler ---

    kendisi de bir ressam olan julian schnabel (yönetmenliğe sonradan soyunmuştu) vincent ile ilgili halen tartışmalı bir konuyu filmin çıkış noktalarından biri yapmış. hatta filmin sonunda sanki ortaya çıkan eskiz defteri orijinalmiş gibi bunu deklare etmiş. bu, sanatçıya ait olduğu kesin olarak kanıtlanmamış, şaibeli, sanatçının "kayıp arles eskiz defteri" (the lost arles skechbook) olarak bilinen ve ilk kez 2008 yılında ortaya çıkan ve içinde yaklaşık 65 çizimin olduğu bir çizim defteri. bu defterin, van gogh museum yetkilileri ve bir grup uzmanın yaptığı inceleme sonucu van gogh'a ait olmadığı tespit edilmişti. defter, schnabel tarafından 2016 yılında ortaya çıkmış olarak sunuluyor filmde. oysa bu defter, daha önce ortaya çıkmış ancak 2016 yılında yayınlanmıştı.(bkz: https://www.amazon.com/…_1?smid=atvpdkikx0der&psc=1)

    filmde, sarı ev'e geçmeden önce defalarca resimlerine de konu ettiği the night cafe olarak bilinen meşhur mekanda ( café de la gare) çalışan bir kadının, madame ginoux'nun vincent'e sayfaları boş olarak verdiği ve yıllar sonra tüm sayfaları desenlerle dolu biçimde kendisine gönderilen, ancak içinde ne olduğunu bilmeden öylece rafa kaldırdığı "çizim defteri"nin bulunmasını filmin can alıcı detaylarından biri yapmış. oysa bu oldukça tartışmalı bir konu. kayıp defter

    bir diğer önemli detay ise loving vincent filminde de işlenen ve senaryonun en can alıcı unsuru olan; vincent'in intihar etmediği, birilerince öldürüldüğünün altının kesinkes çiziliyor olması. buna göre; vincent van gogh bir genç çocuk tarafından (rené secrétan) midesine açılan ateşle ağır bir şekilde yaralanıyor ancak bunu kimseye söylemiyor. zaten loving vincent'te de sanatçıyı öldüren kurşunun açısı ve uzaklığının bir intihar olamayacağı üzerinde durulmuştu. ancak anlaşılıyor ki schnabel, bu yaklaşımı kendi filminde de benimsemiş.

    her ne kadar filmde paul gauguin'e ağırlıklı bir şekilde yer verilmese de filmin en sonunda sarı bir fon üzerinde gauguin'in van gogh ile ilgili kullandığı etkili ifadelerle her iki ayrıksı sanatçıdan birinin sarı, diğerinin ise kırmızıyla neyin peşine düştükleri çarpıcı bir biçimde sunuluyor. gauguin'in sarının peşine düşüp aniden mor'a geçen tutkulu hollandalı ressam için söyledikleri, kendisinin peşine düştüğü şey ile aynıydı. fakat ikisi ayrı yollardan yürümüşlerdi. şöyle bitiriyor gauguin: ben, tanrısal bir ruhum!... ruhun sesiyim!... je suis saint esprit... je suis sain d'esprit...
    --- spoiler ---

    gerçek bir ressamın peşinde olduğu şeyi ancak bir ressam anlayabilirdi. julian schnabel işte bunu mümkün kılmış.
  • willem dafoe'ye en iyi erkek oyuncu oscarı'nı kazandırmasını dilediğim bir film. dafoe, vincent'i üzerine kuşanmış... çok doğal bir oyunculuk, kusursuzca yaşamış rolünü... ancak oscar'ın ticariliği, bu filmin sanatsallığı karşısında hafif kalabilir. çünkü at eternity's gate basbayağı bir sanat filmi...
  • bir doctor who bölümü olan vincent and the doctor ile başlayan, loving vincent ile devam eden van gogh seyirliğinin üçüncü kısmı olacak benim için.

    mads mikkelsen -ki kendisine ailecek hayranız- ile çirkin karizmasıyla yürekleri cızırdatan willem dafoe başrollerde.

    willem dafoe, van gogh’u oynamak için biraz sert bir ifadeye sahip, bir de tony curran‘ı da van gogh olarak içselleştirdim sanırım yine tony oynasın isterdim. önyargılı olmamak gerek tabii, bir süre sabredip nasıl olduğunu göreceğiz.

    heyecanlandık, beklemedeyiz.
  • bir vincent van gogh eseri. diğer bir adı da on the threshold of eternity'dir. türkçe'ye "sonsuzluğun eşiğinde" diye çevirirsek yanlış yapmış olmayız kanımca. eleştirmenler resmin depresyon sırasında yaşanabilecek umutsuzluğu ve çaresizliği sembolize ettiğini söylerler. van gogh'un kendisi de depresyonu yaşamış ve aynı sene içerisinde hayatına kendi elleriyle son vermiştir.

    http://en.wikipedia.org/…nt_willem_van_gogh_002.jpg

    edit: yazım
  • birazdan trt 2'de başlayacak olan film. merak edenlerin bilgisine. film önü ve film arkası programları ile beraber izlemek keyifli oluyor.
  • vincent van gogh’un hayatının son dönemlerini anlatan film. mekan, perspektif, karakterlerin benzerliği hepsi büyük bir takdiri hak ediyor. gelgelelim daha ilk dakikasından beni rahatsız eden ve filme konsantre olmamı engelleyen konuya: willem dafoe. van gogh öldüğünde 37 yaşındaydı... 37... willem dafoe ise 64 yaşında. van gogh’un hayatını bilmeyenler muhtemelen sinemadaki halini 50-60’lı yaşlarındaki hali zannedecekler ve bu durum beni inanılmaz rahatsız etti.

    rami malek’ten freddie mercury yaratan sinemacılar başka bir oyuncudan da van gogh yaratabilirdi pekala. dafoe’nun yüzündeki ve boynundaki kırışıklıklardan, ellerinden hiç hazzetmedim. 30’lu yaşlardaki bir insan böyle canlandırılmamalıydı, sıkı bir van goghsever olarak cidden çok üzgünüm.

    ayrıca içsel yaşantısında çok ciddi boyutlarda krizler geçirmişti, pek beklediğim gibi yansıtılamamış. bir de o kadar yazdığı theo’ya mektuplara neden yer verilmediğini merak etmekteyim, ki o mektuplar vincent’ın hayatının en önemli detaylarındandı, 1875-1890... 15 yıllık mektuplar... ne yazık ki benim için hala “bir loving vincent değil”.

    edit: imla
hesabın var mı? giriş yap