• gaziantep şehrinin gazi ünvanını almadan önceki ismi.
  • beni havaya sokan kebap. 1-2 hafta içinde gerçekleştirmek üzere kendisini yemek odaklı bir gaziantep gezisini spontane olarak ayarlamamızdan ve otel uçak bedeli gibi bütün ana ödeme kalemlerinin ödemelerini de 1 saat içinde karar vererek gerçekleştirmiş olmamızdan dolayı, kendimi işyerinden her istediğinde izin alabilen, ne zaman istese yurt içi-yurt dışı tatillere gidebilen, özetle canı köfte isteyince tekirdağ'a, kebap isteyince bursa'ya, ıslama köfte isteyince adapazarı'na, kruvasan isteyince paris'e, hot dog isteyince new york'a, tapas isteyince barcelona'ya giden bir bağımsız ve de kaygısız ruh gibi hissettirmiş yiyecek.

    dipnot: daha iş yerinden izin almadım.
  • "anababanın yeri ateştir. evlat ya ondan ya kırk adım geri kalır, kırk adım ileri gider." antep atasözü

    antepli imgesi: "maydanoz gölgesinde kebap yapsınlar.."

    her ne kadar antep yerel dilinde dombalak açmak diye kayıtlansa da takla atmak, takla aşmak "dombalak aşmak" olabilir. (bkz: takla/@ibisile)

    barak'tan ayrı olarak, antep kültürüne dahil sayılacak antakya ilçeleri de varmış: hassa ve kırıkhan.

    (ilk giri tarihi: 6.11.2016)

    (bkz: gaziantep)
    (bkz: anteplice)
    (bkz: ayıntap/@ibisile)
    (bkz: gabaaltı)
    (bkz: habbap)
    (bkz: süllüm)
    (bkz: süyük)
    (bkz: tağa)
    (bkz: tağ)
    (bkz: mahmil)
    (bkz: balcan delisi)
    (bkz: daraçlık)
    (bkz: cıllımak), cıllıkçı
    (bkz: küşleme)
    (bkz: kahke)
    (bkz: pipirim)
    (bkz: çükündürük)
    (bkz: barak/@ibisile)
    (bkz: tezekten terazinin boktan olur dirhemi)
    (bkz: ayıntap baklava), koçak baklava, imam çağdaş
  • unutuyorum, unutmaktan korkuyorum. antep, çok eskilerde, artık ne kadarı hatıra ne kadarı gerçek belli olmayan bir geçmişte, benim memleketimdi. eblehan'da bakkal dükkanımız vardı. hayatımda ilk defa yüzüncü yıl kültür parkındaki ağaçların arkasında sevgilimle öpüştüm, karşıki bankta arkası dönük oturan amcanın bakmamasını umuyordum. bedesten'in yanındaki, sonradan renk renk boyandığı fotoğraflarını gördüğüm merdivenlere uzanan yol, benim için "çarşı" idi; oradaysam, bir şekilde mutlu oluyordum. hele köşedeki karşıyaka'dan bakınca azıcık kalbur üstü görünen dürümcüden nohut dürümü de yiyebilmişsek, daha ne olsun! (bu arada, o sokaktaki her şey benim nazarımda biraz kalbur üstüydü; köşedeki park ve o parktaki paralı tuvalet bile.)

    buranın az aşağısı, yüzüncü yıl parkı’nın çimlerinin başlamasından sonrası, amfi tiyatro. niye bilmiyorum, her yıl birden fazla kez ilkay akkaya konseri olur, hepsinde de tiyatro tıka basa dolardı. bizde bilet parası yoktu, olsa da bilete vereceğimize biraya verirdik; konser günü toplanır, amfi tiyatro etrafındaki çimlere otururduk. buralar, birçoğumuz için, artık aileden bağımsız, kendi dostlarımız ve meselelerimiz ile bir hayata cüret etmemin başlangıcıdır galiba; hani küçük bir çocuk olmadığını anlarsın, anlamaya çabalarsın, bir süre sonra.

    antep'in benim için çoktan nostaljiden muzdarip bir özlemin konusuna dönüştüğü, herhalde açıktır. ne kadar kaçınsam da düşmek zorundayım buna: görmeyeli dokuz yıl etmiş, bu sırada ona neler olmuş, kimbilir, bana olanları o nerden bilsin? benim anlam dünyamdaki antep'in ne olduğunu ve nerede olduğunu, benim (ne kadarımın) onun neresinde olduğunu, ben bile arasam bulamam artık herhalde. niyetim, ona dair anlatıyı, köklerine dönmek ya da sarılmak gibi bir yaşlılık hâlinin biçarelikleri ile giydirip otantik tezgâhından kolyelerle süslemek değil, umarım buna düşmemeyi becerebilirim. keza antep, benim için bir nostaljinin de parçası ama bunun hatıramı temize çekmesine elimden geldiğince engel olmaya çalışıyorum; antep'i iyisi ve kötüsü ile, ağzımda bıraktığı birbirinden başka tatlar ile hatırlamaya ve anla(t)maya çabalıyorum.

    ilklerimi içinde yaşadığım o kent, aynı anda bir sürü ilk'in önüne durmaksızın bariyer ördü ve ilk'ler, yalnızca iyilik güzellikler demek de değildi. soykırım ve cumhuriyet uluslaşması sonrasının antep'ine düşmüş olmaktan da memnun değilim. nostaljimin güzel antep'i, en azından dört büyük kültürün kavşağında ve ipek yolu üstündedir ve orada herkes birbirine en azından bir baharatını vermiştir. meselelerin açıkça konuşulduğu bir antep'te birileri elbet bir gün soracaktır: artık kent kimliğine eklenmiş baklavayı, lahmacunu ve başka lezzetli yemekleri, tarihi antep konaklarını ve bey mahallesinin güzelim ara sokaklarını, öğretmenevi'nin ya da surp asdvadzadzin katedrali'nden bozma "kurtuluş camii"nin taşlarını hangi buluşmalar olanaklı kılmıştır?

    burada yüzümüzü benim antep'imin yüzündeki kocaman yaraya, şehrin kürt mahallelerine de dönebiliriz; öyle çok keskin bir viraj da olmaz bu. benim hatıramda su deposu var mesela, hacıbaba'nın yukarısı, bir de cinderesi ve vatan mahallesi. giderken bazılarının birbirine "aman dikkat edelim" dediği "tehlikeli bölgeler". telefonu, cüzdanını gitmeden bi’ yerde bırakanları bile gördü bu gözler.

    su deposu'nun orada çok zaman, sokağa, kapılarının önüne dizilmiş fıstık kıran fistanlı, baş örtülü kadınlar görüyordum: bazıları çoluk çocuğunu da yanına almıştı, teneke başına para alıyorlardı. (ah bi' sinemacımız olaydı da çekeydi o mahallenin de filmini!) aralarından birçoğu, hiç türkçe bilmiyordu ve devlet, her an gelebilirdi. bir kadın vardı, delirmişti, türkçe konuşanların yüzüne bile bakmıyor, kürtçede de sürekli bir şeylerden şikayet edip duruyordu. ilk çocuğunu 7-8 yaşına geldikten sonra kaybetmesi ardından o hale geldiğini anlatmışlardı. eşi, başpınar'daki bir fabrikada işçiydi ve her gün sabahın köründe kalkıp servise biniyor, akşam eve geldiğinde yemeğini yiyip kumandayı alıyor, sonra televizyonun başında uyuyakalıyordu. iki de çocuk yetiştiriyorlardı ve çocuklarına onları olur ya dağa götürebilecek herkesle tanışmayı yasaklamışlardı.

    antep'in kürt mahalleleri, hele de nezihe osman atay ilkokulu'nun arkasındaki abdal mahallesi, yalnızca mağduriyet yerleri değildir ama; şehrin bu kenarları, bell hooks'un siyahlar için tarif ettiğine benzer bir dinamik ile, radikal imkânlara ve bir başka hayat bilgisine mekân sağlar. bizim olayları ile meşhur, önünden geçerken dikkat edilmesi gerekli lisemizdeki durum da belki biraz bunun örneğiydi.

    başkası, yoksul bir semt olduğu için başka şey bekler belki ama işte tam da bunu yaparsa kofti aydınlanmacılık yapar, benim çocukluk ve ilkgençliğimin ismet paşa lisesi, tam da bu semtlerin kavşağında bulunurdu ve acayip tartışmaların yapılabildiği bir yerdi. tüm imajına rağmen orada okumuş olmaktan çok memnunum. okulda 40-50 ülkücü, 40-50 kürt yurtseveri, 13 mezopotamya sosyalist partili, 4 bazen 5 tkp'li, 1 ödp'li vardı; esp'liler okulun önünde çok bildiri dağıttılarsa da, kimseyi örgütleyemediler. kafaları anlayabiliyor musunuz?

    okulun memleketin en güzel şair ve yazarlarının şiir ve öykülerini, öğrencilerinin öykü ve şiirlerinin yanında yayımlayan bir dergisi vardı: "edebiyatta karşı-yaka". hatta bazen bizden kaç kuşak önceden bir öğretmenimiz de bir şiiriyle açılırdı önümüzde; "duvarlara yazılan ölüme yazgılı umutlardan" ya da hatıralara değip geçmiş bir aşk acısından bahsederdi. tabii her zaman böyle güzel değildi, bir de kavgaları, çükümün olduğunu daha hangi açıdan gösterebilirim dertlisi serserileri, kimbilir hangi dertten delirmiş kimi öğretmenleri vardı.

    ve öğretmenler odasındaki dolabında bildirini saklayan, evine misafir olan, mezuniyet gününde öykü dergisi hediye eden, edebiyat ya da siyaset üzerine "küçücük çocukla" öyle ciddi tartışmalar yürüten, gece gündüz emek verip tiyatrolar yazan yöneten ve öğrencisine "her gece ahmed arif'in şiir kasetini dinleyerek uyuyorum, rahatlatıyor" diyen öğretmenleri...

    bi de, tüm bunların içinde, leş gibi sigara kokan ceketini sürekli en arka sıranın, burnumun dibine asan ve bir süre sonra intihar ettiği için derslerimize giremeyen tarih hocamız.

    çelişkinin keskinleştiği yerlerde, mesela antep'in ismet paşa lisesi'nde, direniş de keskinleşiyor, diyebilir miyiz? belki yine benim nostaljim olur bu, bilmiyorum; ama ben buradan görmek istiyorum.

    edit: düztepe'den de bahsetmek istiyorum. orada kendimi antep'in kürt ya da türk, zengin ya da fakir bir mahallesinde değil de, başka bir şehirde gibi hissediyordum. balıklı parkı'nın yanından yürüyerek gidersen, düztepe ile kalanının sınırı olan yokuşu tırmanman gerekiyor önce; yukarıda seni aleviler bekliyor. benim için durum şuydu: hayatımda ilk defa sokakta bu kadar çok başı açık yaşlı kadını bir arada görüyordum.

    burada bir şeyi, yine eklemem gerekir: bu hayatta ne gördüysem, en çok solculuk sayesinde gördüm; düztepe'de bir başka toplumsallaşma biçiminin var olduğunu da bildiri ya da gazete dağıtmak için çaldığımız kapılar sayesinde anlayabiliyordum; sıra illa ki kendi gerçeğini bir de bu gerçek(ler)le tartmaya geliyordu.

    ben bambaşka bi şehre okumaya gittikten sonra ise düztepe ile bağım, antep'te öğrenci olan sevgilimin evinin orada olması nedeniyle devam etti. mahallede kızlı erkekli bir ev tutabilmişlerdi ve ben ziyarete gittiğimde de komşular, ancak utangaç bir merakla seyrediyor ama müdahale etmeyi akıllarından geçirmiyorlardı. benim dünyam için bu da yeni bir deneyimdi; aynısını doğup büyüdüğüm mahalle için düşünemezdim.

    bir keresinde de, aileme haber etmeden, sırf sevgilimi ziyaret etmek için kaçıp gelmiştim antep'e ve akrabalar görmesin diye düztepe'den ayrılmıyordum. bizim bakkalın fırıncısı, beni bir akşam düztepe yokuşunda görmüş, sabah babama söylemiş. aradıklarında uykudaydım, "ne oldu baba?" dedim, "buradaymışsın, fırıncı öyle diyor" dedi, "ya o bi' bıyıklı görüp karıştırmıştır" dedim bi' çırpıda, telefonu kapattık. sonra o fırıncı yıllarca "nasıl olabilir yaw, aynı sendin vallahi, allah allah yaw!" deyip durdu. bana gerçekten inandığını zannediyorum. düztepe demişken, bunu da not edeyim.

    edit2: terk edilmiş tren garının altında, istasyon meydanı ile karşıyaka'yı birbirine bağlayan bir tünel vardı. sürekli birilerinin yazılama yaptığı, başkalarının yazılamaların üzerini boyadığı o tünel, ayrıca kimlik kontrolüne uğrama yeriydi. böyle yerlerin birçoğu gibi burası da, birçok insan için kürtlük ile ilk karşılaşmalara dahildi: her geçtiğinde neden kimlik sorgusuna maruz kaldığını sorgulamanın sırası, elbet bir gün gelecekti.

    o tünelin ve tenhalığının başka hatıraları da var ama.

    ergenlikte ilk porno cd'yi, tünel çıkışındaki seyyar kasetçiden aldım. o sıralarda birlikte ve hayretler içinde cinselliğimizi keşfettiğimiz kuzenle çok yürürdük; dolmuş parasını max dondurmaya verir, tugay'dan hacıbaba'ya kadar tabana kuvvet derdik. önceleri yolda kendimize hayali futbol takımları kurmaktan başka çok az konuşurduk ama biz yürürken ergenlik başladı. artık "bu konuyu" da konuşur olmuştuk: her seferinde biraz utangaçlık, biraz suçluluk duygusu.

    tünelin çıkışındaki cd'ci, önünden her geçtiğimizde, bıyık altından porno reklamı yapardı. aklımda bir cümlesi kalmış: "liseli kız, üç adam, porno cd'ler vardır." her seferinde hafiften yüzümüz kızarıyor, önünden geçip gidiyorduk, bir gün cesaretimizi toplayıp karşısına dikilebildik.

    bazen, ya korkumuzdan ya canımız sıkıldığından, tünelden değil de üstünden, tren raylarının arasından geçmek isterdik. bayaa tenha yerlerdi, burada da bir başka korkuyorduk ama vagonların arasından geçmenin tadına da diyecek yoktu. tuhaf işlerin mekânıydı, hep de korkuyla bahsedilirdi buradan. bir gün, esmer ve bıyıklı, kel başında ter tomurcukları bir adam, önümüzü kesti. gayet doğrudan, "sikmek istiyniz mi beni?" dedi. adamdan nasıl kurtulduk, nasıl kaçtık uzaklaştık, pek aklımda kalmamış.

    benim antep'im ama, bu açıdan zaten çok ilginç bir yerdi. karşıyaka'nın göbeğindeki caminin umuma açık tuvaletinde, kapıların arkası "aktif" ya da "pasif" arayan erkeklerin telefon numaralarıyla doluydu.

    antep’i özlemeye böyle tuvaletlerdeki kapı arkalarını okumayı özlemenin de dahil olduğu, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi! :)

    edit3: lisedeyken bir gün, herhalde ara kafe'de, bir tarihi antep evini satın alıp sanat atölyesine çevirmek isteyen bir kadınla tanıştım. adı, "ark sanat atölyesi" olacaktı ve biz de ilk genç öğrencileriydik. kadın hayalini gerçekleştirdi, biz de ona eşlik ettik. arkadaş, iki enstrüman birden öğrendi orada; ben o kadar öğrenemedim, bir tek bir dinletide şiir okuduğumu hatırlıyorum.

    bir not düşeyim burada: herhalde yine "hikaye-i karayılan"dı o şiir de. ben bunun nâzım'dan yediğimiz en büyük kazık olduğuna inanıyorum, hala da hatırladıkça çok zoruma gider. nâzım, yüzünü kendisine dönmüş anteplileri, karayılan'ın memleketini zalim fransız'dan savunmak saikiyle öne atılmış ve ateşte kavrulup kahraman olmuş bir halk çocuğu olduğuna ikna eder. hem şiir de öyle güzeldir; dizeler, öyle güzel dizilir birbiri ardına; düşmanın topu vardır ve direngen antep, çaresiz teslim edilecektir; geride kalıp mücadele edenler, zaten hep baldırı çıplak yurtseverlerdir, "eşraf, ayan ve mütehayyızanın çoğu" şehri terk edip ekseriyetle adana'ya kaçmıştır; ermeniler yoktur, belki hiç olmamıştır, yahu onlar da kimdir? bunu bir ara uzun uzun anlatmıştım, geçiyorum.

    ark sanat atölyesi'ne ne oldu, bilmiyorum. solculukla yetişmiş bir kadının bir başına var edip bütün sevgi ve enerjisini boca ettiği güzel bir yerdi. şehrin her yanını saran ve askerlik anısına dönmüş solculuk anıları anlatan eski solcuların doluştuğu diğer bir sürü yerin yanında ise, kale gibiydi. bir eski solcu da onun bahçesinde, asmanın altında otururdu sürekli. çok yaşlanmıştı; kafasında kasketi, bahçede yakaladığı her gence sosyalizm anlatıyordu. "kapital'i üç kere okudum, halen anlayamadım" demişti bir kere, tuhaf bir mütevazilikle. sürekli ne okuduğumuzu sorar, satranç oynamak isterdi. ona da ne olduğunu bilmiyorum.

    edit4: hacıbaba, serserisiyle meşhurdu; tekel içki fabrikası'nın hemen yukarısındaki, bir müddet önce bilmem hangi belediye başkanının yaptırdığı bilgisi eksik bırakılmaksızın anılan çağlayan parkı, geceleri yalnız cesareti olanın bildiği bir gizeme terk edilirdi. çocuk aklımda, ellerinde bali şişesi ya da çöp kovası olan (kovadan anladığım buydu) zombilerin gezdiği bir yerdi burası. çok zaman, gündüzleri bile içinde gezmekten korkar, "ne bakıyorsun ulan!" çıkmaz sokağı'na nedensiz yere düşmek istemezdik; gezip geldiğimiz bazı günler ise birbirimize, parkta birbirini dudaktan öpüp okşayan çiftler gördüğümüzü anlatırdık.

    bizim sokağın da, arada mobiletleri üzerinde ve beyaz gömlekleri içinde de gördüğümüz serserileri vardı; bunlardan biri, falcının oğluydu, nam salmayı bile başarmıştı. bir gün, o sırada belki top belki bilye oynuyor ya da power rangers üzerine konuşuyorduk, bizi etraflarına topladılar. kadınlar ile ve onları "sikmek" ile ilgili şakalar yapıp durduktan sonra, aralarından biri, geçtiğimiz günlerde mezarlıktan bir kadın çıkarıp "siktiklerini" anlattı; çok insan yapıyormuş bunu, özellikle genç ölenlerin ardından, öyle söyledi. ne kadar doğruydu, bilmiyorum; uzun süre pek hatırlamak da istemedim bunu. sonra aklıma, mahalledeki, sırf kafasını koparmak için kuş avlayan, kedileri işkence ardından öldüren, sınıf arkadaşlarını kemerleriyle kırbaçlayan arkadaşlarım geldi; kimbilir nerede, ne yapıyorlar şimdi?

    kenarların ürünü mü bu da? doğru düzgün politize edilmezse hepimizin ağzına sıçacağı tespit edilen derin öfke mi? nasıl direniriz ona, nereye hapsederiz onu? çocukluğumda saygı dolu bir korku ile karşısında durup dinlediğim o genci, ne ederiz de pişman ederiz? bu sorulara verecek yanıtım yok.

    edit5: antep’te, can yücel’in babası bir zamanlar bakan oldu diye öyle oldu dedilerdi, birkaç halk kütüphanesi vardı. bunlardan biri, karşıyaka ile kayaönü’nü birbirine bağlayan yeşilova’da, körler okulunun yanındaydı; okuldan kaçmış üç iyi arkadaş, can sıkıntısı ile dolanırken keşfetmiştik. kitapların çoğu 40’lı, 50’li, 60’lı yıllarda basılmıştı ve hangisini açsan önce toz yutuyordun. öss’ye hazırlananlardan başka bilen artık kalmamıştı kütüphanenin yolunu ama binası da güzeldi, diye kalmış hatırımda.

    sürekli okuldan kaçıp bir yerlerde kaybolduğumuz, bir yandan ama adına devrim denilen koca bir soygun planının ateşi ile delikanlı yüreklerimizin tutuştuğu bu zamanda, batu ile tanıştım. (ismi gerçek değil sembolik.) otuzlarının başındaydı, zengin semti tugay’da oturuyordu ve çok okumaktan deli raporu almıştı. ikimiz de aynı komünist parti'ye devam ediyorduk. bir aralar bir yerlerde büyük bir kütüphanede çalışmış, orada böyle saplanmış okumaya; sonra kütüphaneyi soyabildiği kadar soymuş ve ayrılmış işten. kendini eve, okumaya kapatmış; yıllarca görüşmemiş kimseyle; ön kapağını açtığı kitabı, arka kapağını kapamadan elinden bırakmamış. bu sırada ama askerlik, artık kaçılması mümkün olmayan bir dert olarak dikilmiş kapısına, onun aklına yine kitapları gelmiş: onların başına oturup iyice hesaplamış kaçış planını. götürdükleri ruh doktorunun "nasılsın" sorusuna kitap isimleri sayarak yanıt vermiş, onları okumayanın bu soruyu soramayacağı. ikna olmuşlar, "tamam, bu adam deli" demişler, bırakmışlar. böyle bi' adam. (gerçeğine inanmayan, onun yerine kafasında, canetti'nin körleşme'sindeki kien'i de koyabilir. eminim batu'nun da hala en sevdiği kitaplardan biridir:)

    bir gün, partide oturuyoruz, "bir soygun planım var" dedi. o sırada satranç oynayan iki arkadaş, bakıyoruz ona. batu, "şehitkamil halk kütüphanesi'ni boşaltacağız" dedi. biz, on beş on altı yaşındayız, "tamam" dedik. üç kişi, üç sırt çantası ile kütüphaneye doğru yola çıktık. yolda batu, bize planı anlattı: o, içeri girip tezgahın arkasında alakasız duran devlet memuruna, bilmem hangi alanda doktora yaptığını ve bilmem hangi çok akıllı konuda tez yazması gerektiğini söyleyecekti ve kilitli tutulan bir odanın kapısını açtıracaktı. adam bizi odada yalnız bırakıp çıkacaktı ve biz kitapları dört bir yandan toparlayıp masanın üzerine dizmeye başlayacaktık. her seferinde birazını sırt çantasına indire indire kitap taşımaya devam edecektik masaya. sonra birimiz, çantalardan birini alıp, telefonla konuşur gibi yaparak, en başta çıkacaktı; telefonu bir anda keser gibi yapacak, devlet memuruna "en yakın otobüs durağı nerede?" diye soracak ve çıkıp yakındaki dürümcüde bekleyecekti. bir süre sonra diğer ikisi de çantalarını alıp biraz aceleci geçip gideceklerdi devlet memurunun önünden.

    plan tuttu, bi' araba kitap kaldırdık o gün, hayatımın çok mutlu günlerinden biriydi. öyle kitap fuarında üç beş kitap indirmeye benzemez :)

    sonra vallahi aklımıza, "halkın kitaplarını mı çalıyoruz ulan biz?" diye geldi de, ama pek kulak asmadık. kütüphanelerde kitaplar, nasılsa örümcek tutmuştu.

    (bu arada, batu yıllar sonra bir gün, yurtdışında bir yerlerden aradı, hiç yardımım dokunmadı. hala pişmanlığını duyar ama dönüp düzeltmem.)

    edit6: ortaokul yıllarım, dayımların yeni ortaya çıkmış ve para kazandıran sektörlere ilgisi dolayısıyla, internet kafelerde geçti. internet kafe, hayatımdaki en fazla testis (öbürü çok kaba ya) kokan yerdi, dersem, herhalde gerçeği söylerim. keza esasen yalnızca erkeklerin geldiği, kırk yılın başında bir kadın gelirse de neredeyse olağanüstü hâl ilan edilen bir mekândı burası: “buyrun hanımefendi” diye alınırdı, bir bilgisayarın başına; erkekler birbirlerine ufak bir göz kırpar, şipşak bir süre küfür edip vahşileşmeme kavli yapardı; köşedeki bilgisayarda her gün eycof oynayan, bazen porno takılan gözlüklü abi bile haber sitelerinde gezip köşe yazısı yorumlardı.

    biz çocukların işi, tost ve çay yapıp dağıtmak, ortalığı silip süpürmek, bir de ara sıra porno film izleyenleri yakalayıp uyarmaktı. (işlerin sonuncusu, takdir edersiniz ki, bayaa tuhaf karşılaşmalara sebep oluyordu.) iş olmaz da boş masa da bulursak, biz de çöküyorduk oyun başına. counter strike, hepimizin içinde bir amok koşucusu ortaya çıkarmıştı; half life’daki neye benzediği bilinmez acayip yaratıklar, birçoğumuzun gece rüyalarına girdi; nfs'de birinci olmayı beceren, haklı bir gururla bir zafer turu atardı etrafta. hafızanın sınırlarını genişleten, eşsiz bir deneyim bu; böyle bir geçiş kuşağının mensubu olmaktan ve o günlerde bu tür oyunlara bir ilgi geliştirmekten çok memnunum.

    sonra tabii, biliyorsunuz, ergenlik geldi. belki de yetişkinliğimin bu yoğunlukta okuduğum ilk hikâyeleri, on iki yaşında, yasaklı internette aralarında gezindiğim cinselliğe dair hikâyelerdi. bazıları çok basitti, komşu kadını bir gün şeytan dürtüyordu, kocası evde yokken iki göz kırpıyordu ve iş bağlanıyordu; ama birçoğunda, insan vücudunu bu en savunmasız hâllerinden birinde betimlemek uğraşı vardı. yazının ne denli keyif verici bir şey olabileceğini de, herhalde bu sayede keşfetmişimdir hahah :)

    bu internet kafedeki çocukça karşılaşmalarımdan, niyeyse çok şey kalmış aklımda.

    bir çocuk vardı, uzun saçlı ve küpeli olması ile biliniyordu; bir gün, allah’a inanmadığını söylemişti. ona bakarken biraz korktuğumu hatırlıyorum.

    cep telefonları ilk çıktığında, kafede her gelen, diğerine yeni telefonunu gösteriyordu; polifonik müziklerin de elden ele dolaştığı günlerdi. telefonumuz bilmem hangi şarkı ile çalsın diye bir sürü kod giriyorduk, kodlarla piyano çalmak ya da bir piyanoya komut vermek gibi bir şeydi bu.

    herkes birbirine, belki sırf hava atmak için, takıldığı kızın bilmem hangi mesajına nasıl bir yanıt vermek gerektiğini soruyordu. aynı anda iki, bazen üç, yok artık beş kızı idare ettiğini anlatan erkekler, "vay amınakoyim" saygısıyla dinleniyor, üstünde pek de durulmuyordu.

    tabii tüm bunların içinde mirc, apayrı bir hikayeydi. kafede birbirini her gün gören en az on beş yirmi kişi vardık ve hepimizin bir de mirc hesabı vardı; birbirimizi yalnız isimlerimizle değil, nicklerimizle de bilirdik. yalnız kendi aramızda ve yalnız mirc’te kullandığımız tuhaf bir dilimiz vardı. nasıl anlatsam a$aa yukarı böyle konushtugumuz bi dil. (ekşi harfleri küçülttü, lüleburgaz’ın l’sini her seferinde nasıl büyük yazdığımı göremediniz tabii:)

    ilk nickim, neden bilmem, blacklord oldu. arkadaşlarım, womanizer, supradyn, bay_asil^^, ozgur_cocuk filan, takılıyoruz. bazılarının kanalları var, bazıları op(eratör) olmuş büyük kanallarda. ben, ortamın çay ve tost getireni, bazen bi’ akşamlığına op verseler, sevinçten havalara uçuyorum. bi ara, masasını silerken, kanal sahibi birinin şifresine baktım, kendi kendime tekrar edip ezberledim ve onlar gidince kanalı ele geçirdim. tabii ama sonra, garp kafasıyla çıktığım bu yolda şark kafasıyla benzin almayı unuttum, kuzenlerin hepsine op’luk dağıttım. hemen çaktılar ben olduğumu, gelip iki tokat attılar, şifrelerini aldılar; sonra da birlikte güldük aramızda, öyle geçti gitti.

    mirc’de benim açımdan bir tuhaflık daha vardı: ergenliğe yeni girmiş on iki yaşında bir velet, kızlarla konuşabilmek için, istanbul üniversitesinde okuyan “18m(ale)” bir filankese dönüşüyordum. konuşmalarımız “slm” ile başlıyor, “asl” ile devam ediyordu; 18m ya da 23f gibi kodlarla yaş ve cinsiyet bilgilerini vermen, şart koşulmuştu. 12m’nin bu ortamda ne hâle geleceğini, herhalde anlarsınız. korkunç adamlar, yalarım34m erkekleri filan da vardı tabii; hele de #zurna onlardan geçilmiyordu; ama hepsi onlardan ibaret değildi. bu sırada bir sürü kızla neler konuştuk, herkes neler konuştu, hele de “ee, nelerden hoşlanırsın?” eşiğini geçebilmişsek; bir toplayabilseydik, bayaa şey öğrenirdik:)

    bazen de bir kız nicki alıp insanları kandırmaya çabalardık; bunu başardığımız da oldu çok. hatta bir ara herkes, mirc'de kız nickli biriyle uzun süre sohbet edebilse, önce birilerinin onu keklediğinden şüphe etti. bir ara birileri, mirc kanallarında 12 yaşında bir kızçocuğu olarak dolaştıkları bir deney yapmıştı; cinsel organlarının fotoğraflarını gönderen erkekler, karşılarındaki çocuğu da kendilerine çıplak fotoğraf göndermeye ikna etmeye çabalıyordu. aslında bizim internet kafeyi fanusa çevirip de yapsalardı deneyi, çok daha ilginç sonuçlara ulaşabilirlerdi.

    tüm o hengamenin içinde bir çocuk vardı, hala ergenlik çağlarındaydı, esasen memur çocuğu idi ve bu basbayaa fakir demekti. o, yine de çapkınlık edebilmek istiyordu ve zengin çocuklarının arasında cool görünebilmek için elinden gelenden de fazlasını verdi; ne var ki günün sonunda biri gelip mercedes’ini park ediyordu dükkânın önüne, onunsa verecek pek bir şeyi kalmamıştı. bi' tek, en erkek olmak diye bir hasleti vardı, başının sıkıştığı her anda onu masaya sürüyordu. zengin çocukları, basketbola gider, birbirlerine “baba” gibi acayip laflarla seslenirlerdi; insan içinde, başlarında bir bantla ya da eşofmanları içinde görünebilirlerdi bazen; sonra bilmem hangi markadan takım elbiselerini geçirmişken üstlerine, şöyle bir uğrarlardı. zengin çocuğu, çok da üstüne gidilmemesi gereken, biraz saf, biraz kırılgan bir yavrucağımızdı. o da sanırım birçok başkamız gibi bunu anlamayı pek istemiyordu; uzun yıllar, kendini onlara uydurmaya çabaladı. büyük bir hayal kırıklığıyla köklerine geri dönüp sıkıca sarıldığı günlerde, vatanseverliği de kabardı. nerelerde, ne yaralar taşıyor şimdi.

    onun zengin arkadaşlarından biri, “ne iş yapıyorsun?” soruma, “uganda’nın ne olduğunu bilin mi sen?” diye yanıt vermişti bi' gün; biliyordum ama bozmak istemedim; devam etti: “afrika’da bir ülke bu, git evde atlastan bak, görürsün. işte orayla ithalat ihracat bizim işimiz.”

    bu genç oğlan, kafenin en havalılarından, tüm o erkeklerin en ciddiye aldıklarından biriydi; dükkânın önünde hep son model arabası dururdu. bir gün, “karıya” gittiği bir yerlerden bahsetti. yeni, gencecik bir kız getirmişler, ona da “gel, tadına bak” diye telefon etmişler, öyle söyledi. yıllardır aklımdan çıkmadı bu; kimbilir, kime ne yapıyorlardı? böyle bir suçu, kendi arasında böylesine rahat konuşabilen, birbirine anlatabilen bir erkeklik işte, bizimkisi.

    edit7: ortaokul yıllarında üzerimde futbol kadar güç sahibi olan, herhalde çok az şey vardı. fenerbahçeliydim ve bunu çok ciddiye alıyordum. bir ajandam vardı, sınıfta dünyanın en iyi takımı alternatifleri ile dolduruyorduk; benim kalemde hep rüştü reçber vardı. bir gün, niye bilmiyorum, rüştü'ye çok yükleniyorlardı; arkadaşla karşıyaka'daki bir internet kafeye gidip mailini bulmuş, "rüştü abi" diye teselli etmeye çalışmıştık onu.

    bu dönemde futbola ilgimi yoğunlaştıran bir önemli etkiyi burada anmam gerekir. bir başka entry'de (#100956151) anlattığım üzere, okkalı bir akran zorbalığı ardından ortaokulda başka bir okula gitmiş, futbol sayesinde dayak yemekten kurtulmuştum; artık hatta, dayaklar atan bir karizmanın parçası bile sayılabilirdim: sınıfın başkanı, takımın kaptanıydım. bu, mahallede de saygınlığımı bi’ tık artırmıştı; artık maçlarda, vazgeçilmez defans oyuncusu ve fena deparcı olarak, formayı garantilemiştim.

    ipek yolu, bizim mahallenin hemen aşağısından geçiyor ve iki merkez ilçe şehitkâmil ile şahinbey’i birbirinden ayırıyordu. burası, şehre urfa tarafından girenlerin merkeze değin takip ettiği büyük bir cadde idi. neden bilmem, onun orta yerine, toprak sahaya giden bir merdiven yapmışlardı; süratle geçen arabaların arasından her seferinde yüreğimiz ağzımıza gelerek karşıya geçer, bazen hafta sonu bir günümüzün tamamını halı sahada ter dökerek geçirirdik.

    (toprak sahadan döndüğümüz bir gün, sırtlarında akla hayalet avcılarını getiren kocaman sprey boya çantaları, sokağımızı baştan aşağı kırmızıya boyayan adamlarla karşılaştık. bizim evler, şehre giren arabalara kötü görünüyormuş, belediye de böyle bir hizmette bulunmuş, boyasız bütün evleri -gönlü çok zengin ya- sorgusuz sualsiz boyamış. mahalle, baştan aşağı kırmızıya boyanmıştı; bugünden bakınca, “kent suçu” kavramının nasıl da hakiki olduğunu anlatan bir detay gibi görüyorum. kent, bizi gizlemeye çabalıyordu. bunu da bu arada hatırlamış olayım.)

    tamam, futbol arsada çok güzeldi, lezzetliydi, saatlerce koşup mahvetsek de kendimizi şikayet etmezdik ama futbolun en güzel göründüğü yer, yine de bizim toprak saha değil, kâmil ocak stadyumu’ydu. altı, yan yana, birinin tavuk şişi çok güzel bir sürü kebapçı ile doluydu; bir de, fotomaç satın alıp iddaa oynayabileceğin bir büfe vardı. hem de dünyanın en güzel antep-fener maçında, o güne değin yalnız uzaktan baktığım kâmil ocak stadyumu'na gitmekten başka çarem kalmamıştı.

    bi’ gün okul tatillerinde takıldığım internet kafedeki işimden çıktım, kuzen yanımda yoktu, düztepe-tugay dolmuşuna bindim. diğer gün kâmil ocak’ta fener’in maçı olduğunu aklımdan çıkarmış değildim ama stadyuma gitmeyi aklından bile geçirmeyecek bir vizyonsuzluktan muzdariptim. dolmuşun yönünü hacıbaba’ya çevirdiği (sonradan büyüyüp ahtapot olan) kavşakta, sankospor’un tesisleri vardı, onun önünde de fenerbahçe otobüsü.

    daha yeni bindiğim, ücretini de ödediğim dolmuşu durdurup alelacele indim, tesisin çıkış kapısına doğru koşmaya başladım. tam oraya varmıştım ki, otobüs hareket etti; pencereden dışarıya bakan ariel ortega ile göz göze geldim; “ortega” diye bağırıp el salladım, kolunu yasladığı yerden kaldırmadan, şöyle bir el salladı o da. çare yoktu, maça gidecektim; ariel ortega beni şahsen davet etmişti.

    annemden yalvar yakar izni ve bilet parasını kopardıktan sonra, elbette fenerbahçeye ayrılan tribünlerin önündeki heyecanlı bekleyişim başladı. maçtan saatler önce stadyumun etrafında pozisyonumu almıştım; muhtemelen bu maçı herkesten fazla ben ciddiye alıyordum; her şey mükemmel olmalı, kâmil ocak’taki bu ilk günüm asla aklımdan çıkmamalıydı. kimseyi tanımıyordum, bir fenerbahçe formam ya da atkım da yoktu, ama daha girişteki kuyrukta tezahüratlara karışmaya başladım. bütün marşları zaten ezbere biliyordum: “sarı lacivert rengimiz, fenerbahçe her şeyimiz” diye başlayan şarkı, “çünkü fenerbahçeliyiz!” ünlemine bağlandığında, herkesle birlikte benim de göğsüm kabarıyordu.

    fener’in başında, hep birlikte sevmediğimiz werner lorant isimli bir alman vardı; başkanımız, büyük emekler sonucunda ve büyük paralar ödeyerek, arjantin’in ateş topraklarından ariel ortega’yı transfer etmişti ama allah’ın alman’ı werner onu “tembel bu adam” deyip köşede bekletiyordu. fenerbahçe gerideyken, “ortega, ortega!” diye bağırıyorduk, kale arkasından. bir adam hatırlıyorum, werner lorant’ın taktiğine eleştiri içeren bir pankartı, gözlerinde üzüntü öfke karışımı bir duygu ile taşıdı maç boyunca, olur da kamera görünürse daha da öfkeli ve üzgün oluyordu. genç fenerbahçelileri de ilk orada gördüm; takımlarını yüreklendirmek için trampet gürültüleri içinde ve bazen çıplak göğüsleri yükselip alçalarak şarkılar söyleyen, bazen parıldayan bir öfke kıvılcımı ile ayağa fırlayıp “ben senin ananı sikiym lorant, ben senin taaa ananı sikiym!” diye iştahla haykıran, bir an sonra ama yeniden yanındakinin koluna girip fenerbahçesine şarkılar söyleyen bu adamlarda, hiçbir şey yoksa bir tuhaflık vardı ve stadyumda onların yanıbaşında olmaktan çok mutluydum.

    maç berabere bitti; altmış beşinci dakikada oyuna giren ortega, penaltıdan bir gol attı; ufak tefek, bayaa artiz bir adamdı; aha bu gözlerimle gördüm.

    biz, maç daha sürerken, gaziantep tribünlerinin büyük öfkesi ile karşılaşmaya başlamıştık. onlara bakılırsa, antep’in yüz karalarıydık; nasıl olur da antep’te, antepspor’a karşı, yine de gidip fener’i destekleyebilirdik; ihanetçilik değilse neydi bu? buna önlem olarak polis, önce bizi çıkardı, onları hayli uzun süre içeride bekletti. dışarıya çıktıklarında öfkelerini iyice dövüp sağlamlaştırmışlardı, dövecek başka bir şey arıyorlardı. ben neyse ki evin yolunu kazasız buldum ama o gün birçok kişinin de dayak yediğini duydum.

    karşıyaka’da bir berberim vardı; çocukken onun ustasına giderdim, o büyüyüp berber açınca ona gitmeye başladım. bir ilişkinin nasıl iniş çıkışlara, nasıl duygusal gerilimlere sahne olabileceğini, belki de ilk onunla ilişkimizde öğrendim:) eskaza başka yerde tıraş olsam, önünden geçmemek için üç sokak değiştirirdim ama bir dahaki gidişimde yine de yüzüme vururdu bunu: “bak işte, gitmişsin başka yere, yanlış yerden çizmişler enseyi, ben nasıl toparliym gözüm şimdi bunu?” sonra tavukçu da açtı, aynı muhabbet oraya taşındı: “hiç mi tavuk yemiyorsunuz abicim? acı onu gidip başka yerden almayın da benden alın.” maçtan sonraki günlerden birinde de yine onun yanına gitmiştim. koyu fenerliydi ama antepli olup da fener tribününe oturanlara ihanetçi diyen taraftaydı. maça gittiğimi anlatırken, usturayla yüzümle oynuyordu, yalan söyledim.

    edit8: nezihe osman atay ilkokulu’nun bahçe duvarının hemen karşısında cinci fatê’nin evi vardı; aynı günlerde cüneyt arkın, tgrt kanalında babacan isimli bir program sunuyor, anadolu’daki acayiplikler arasında geziyordu ve cinci fatê’ye de uğramıştı. cinci fatê korkusu, mahalledeki bütün çocukların birleştiği belki de tek duyguydu; babacan'ın ziyareti ise işleri iyice tuhaf hale getirmeye başlamıştı; tuhaflık oradaysa, çocuk da hâliyle oradaydı. cinci fatê ile ilgili, cinleriyle evlenip gününü gün ettiğinden onları kendine kul köle ettiğine kadar bir sürü dedikodu dolaşıyordu. bazen şöyle bir yükselip de duvarın ardına bakmaya cesaret ettiğimizde gözümüz, neye benzediğinden bile haberimizin olmadığı, kimsenin tam olarak betimlemeye cesaret edemediği “şeyleri” arardı.

    falcılık, bir tedirginliğin konusuydu. sokağın kahve falına bakmayı iyi bileni, kadınların buluşmalarında oradaysa eğer, herkes yüreği ağzında kulak verirdi söylediklerine. “kız valla ben sana bi’ şey söyleyecem ama söylemesem daha iyi sanki!” diye girerdi bazen söze; bir şey söylenecekse, önce söylenmemesi imkânı iyice ortadan kaldırılmalıydı. içinden geçeni ve sadece içinden geçeni söylediğine yeminler eder dururdu sürekli. kocası polislikten emekli olmuştu ve rakı içmeden ayakta duramıyordu; bazen bağırtılar içinde girerdi bahçeden, herkes etrafını sarıp onu memnun etmenin yolunu arardı. oğullarından biri mahallenin nâmlı serserisi, diğeri onun özentisiydi. falcı kadın orada değilse eğer komşuları, töbeler olsun cinlere yoldaşlık ettiğini, çarpılmasının an meselesi olduğunu fısıldarlardı birbirlerine. bir gün, gerçekten de çarpıldı: akıl hastanesine yatırdılar, bir süre evine yollamadılar. sonra, kocasına tutunarak, tekrar döndü mahalleye. kocası rakıyı, o cinleri bıraktı; namaza başladı ikisi de.

    falcılığın başka türleri de vardı. kocası ölmüş ve başsağlığı için ziyaret ettiğimiz bir yaşlı kadın, ne zaman ve nasıl ağlayacağını merakla bekleyen izleyicilerini hayal kırıklığına uğratmış ama son birkaç gününden bir hikâye anlatmıştı: siyah karga görmek, ölüm demekmiş ve günlerdir her yerde siyah kargalar görüp duruyormuş; bilmiş aslında, bir şeyler olacağını; ya o gidecek, ya ben, diye geçirmiş içinden; hayırdır inşallah, demiş, beklemiş o güne kadar. o gün, eve gelmiş, kocası tekli koltuğun üzerinde, hareketsiz duruyormuş; o, anlaşılan o ki, ilk olarak kargaları düşünmüş. kadın, evdeki bütün muslukların altına, su damlarsa ziyan olmasın diye bir kap yerleştirmişti. haftada bir oğlu ziyaretine geliyor, vaktinin geri kalanını hayatta kalarak geçiriyordu.

    bahsini ettiğim günlerde televizyonda saadettin teksoy’un programı da vardı. çocuklar, sokakta oyun oynarken, “beeenn saadettin teksoy! sokarım!” diye sesleniyordu birbirine. saadettin teksoy, gizemli hikâyeler, cinlerin darmadağın ettiği evler, tuhaf olayların üst üste geldiği köyler arasında gezerken, biz de ağzımız açık onu seyrediyorduk. mahalleye dadanan hırsız çetesi, en azından benim gözümde, bütün bu gizemlerle birleşiyordu: etrafta içki ve esrar içerek dolaşıp karanlıkları gözleyen, bir evin ışığını kapalı görür görmez çıkagelen korkunç gölgeler. bir eve düğünden hemen sonra girip bütün takıyı götürdükleri anlatılıyordu. bir ara mahallede nöbet sistemi bile kuruldu. işin aslı neydi, artık bilmemin imkânı yok, ama biz çocuklar arasında, diyarbakır’dan kalkıp şehir şehir gezen, bizden sonraki durağı adana olan bir hırsızlık çetesiyle ilgili söylentiler vardı.

    falcının delirmesinden bir müddet sonra, mahallede sohbet dönemi başladı. cemaatten sesi kuvvetli, sözü hikmetli birileri, her perşembe kadınları başka bir evde topluyordu. annemi de çok ikna etmeye çalıştılarsa da, oralı olmadı; hiç o taraklarda bezi yoktu. bir keresinde misafirliğe gittiğimiz evde bir kadın, sohbetlere gittiğinden beri kendisini ne kadar hafiflemiş hissettiğini anlattı. akşamları kur’an okumakta bulmuştu, ruh sağlığını. kur’an okumayı kur’an kursunda söktü ve hiçbir duanın türkçesini bilmezdi, bu onu pek ilgilendirmedi de. okurken içine o huzur doluyor, büyük ve affedici allah'ın kendisine dokunduğunu hissediyor muydu, işte bütün mesele buydu. recep tayyip erdoğan'ı çıktığı ilk günden beri destekledi. önceleri yalnız sohbet toplantılarında yüreğini ağzına getirdikleri için değil, ayrıca durumu günden güne iyiye gittiği için de, vicdanı çok rahattı. ne kazandıysa, boğazından ne lokma geçtiyse, emeğiyle, çabasıylaydı. oğlunun evlendiği kızın sözümona atatürkçü, modern ailesinin türlü ayak oyunlarından ve onlara sanki birkaç cümlede bir cahil dedikleri tuhaf konuşmalarından sonraysa, iyice emin oldu kendinden. sonra işler karıştı, kime inanacağını şaşırdı; düştüğü ikna olmak korkusundan erdoğan’a daha fazla inanarak kurtuldu. gençliğinde sümerbank’ın karşıyaka'daki tekstil fabrikasında çalışır, işe de dizinin hemen altında sona eren eteklerle giderdi; kazandığı parayı olduğu gibi mutaassıp babasına verir, haftalık günü lunaparkın karşısındaki imran dondurmacısından servisi kaçırmak pahasına fıstıklı dondurma yiyebilmenin mutluluğu ile yetinirdi. taklitçiliği ile meşhurdu ve düğünlere saçlarını lüle lüle yaparak giderdi. böyle inanmaya başladığı günden beri giderek daha az gösteriyor kendini.
  • hava karanlık henüz; saatleri ileri-geri sarmayı bıraktıklarından beri daha da karanlık. hacıbaba yokuşunda bir baba-oğul, ahmet ve ökkeş. 35 yaşında ahmet, 12’sinden beri fabrikada çalışır; 12 yaşında ökkeş, fabrikada ilk yılı.

    her birinin bir elinde poşet, diğer elinde diğerinin eli, iniyorlar yokuşu. ahmet, uykudan arınamamış henüz, aklına olmaz şeyler gelip duruyor; ökkeş ise uyanmış çoktan, yanından geçtikleri tekel içki fabrikası’nın duvarının ardına bakmaya çalışıyor yine; bir an evvel büyümeyi biraz da o duvarın ardını görmek için istiyor.

    karşıyaka’ya bu hâlde ulaşıyorlar. burası, hacıbaba’nın çarşısı, “aşağı” diye tarif ederler; kahveye, maç izlemeye, üst-baş almaya giderken birbirlerine, “aşağıya inip geleceğim” derler. karşıyaka, hacıbabalı için şehir merkezidir; antep’in esas çarşısı ise sadece bazı izin günlerinde gidilen gezi yeri gibidir.

    ökkeş’in kısacık ömrü için de çok önemli bir yerdir, karşıyaka; özellikle eşim internet kafe’yi ve birbirleriyle rekabet eden biri özlem diğeri kardeşler iki halka tatlıcıyı ne kadar görse de yine ister canı. daha geçenlerde, bu konu hakkında tartıştıkları sokaktan bir arkadaşına, “sen ne biliyorsun ki oğlum! dünyanın en iyi halka tatlısını özlem yapıyor” demiştir.

    özlem’e vardığında tatlılar çoktan tepsinin üzerine dizilmişse, canı sıkılır ökkeş’in. tatlıcının hamuru, elindeki kocaman şırıngayı göğsüne bastırarak dünyanın en büyük tavasının içindeki en kızgın yağın üzerine birer birer yuvarlamasını izlemek, halka tatlının lezzetine şüphe yok ki dahildir. tatlıcı, ökkeş’in okuldan tanıdığı ve ahmet kaya’ya manyaklık derecesinde sevgisi ile bilinen arkadaşının abisidir ve ona gizli bir hayranlık ile bakar her seferinde: tüm halka tatlıları aynı boyut ve biçimde düzmeyi nasıl da becermektedir?

    tatlılar cızırdamaya, yağ kabarcıklarının saldırısına uğramaya başlar; bir yanı teslim olduktan sonra öbür yanından. cızırtılar dinip yağ sakinledikten sonra tatlıcı, halkaları bir demir çubuğa dizip, ökkeş’in babasından adının “kavım” olduğunu öğrendiği suya batırır ve “buyruuun! sıcaak, sıcak!” diye bağırmasıyla dört koldan eller, tatlıları bir çırpıda bitirir.

    ökkeş “bu akşam tatlıcıya uğrar mıyız” diye düşünürken uzaktan otobüs durağı göründü. ahmet, en sonunda, kaç gündür fabrikada dönüp duran laflar hakkında düşünmeye cesaret edebiliyordu. komşu fabrika, vardiyayı 12 saate çıkarıp işçilerin üçte birini kovmuştu; üstelik diğer işçilere yüklenen ek dört saat için de bir saat parası bile ödemiyordu. çalıştığı fabrikaya da gelir miydi bu? birçok işçi, dedikoduları çoktan işittiklerini söylüyordu. ahmet, 5 yıldır aynı fabrikadaydı, çok emek vermişti, vardiya amiriyle arası pek iyi değildi ama bunun için insan kapı önüne konulur muydu? vardiya amiri, ne zaman izin istese, beş karış suratla karşılıyordu onu; lavabodan birkaç dakika geç dönse bile iğneli birkaç laf işitmesi kaçınılmazdı. ya 12 saate geçilir de kendisi de kapı önüne konulursa ne olacaktı?

    kemal, sendikadan bahsetti geçenlerde; tabii, kovulmaktan en çok korkan oydu, dik başlı herif! “gidip hakkımızı mı arasak, ne yapsak?” diye sormuştu, öyle ortaya. ne ki, eklemişti hemen: duyduğuna göre komşu fabrikadan çıkarılan işçiler de sendikalıydı. üstelik sendikanın patronla anlaştığı söyleniyordu ve geçenlerde işçiler, sendika binasını basıp başkanı dövmeye kalkmıştı. kime güvenilirdi ki bu devirde? ahmet, yapılabileceklerin en iyisinin işten çıkarılmamak için elinden geleni ardına koymamak olduğuna ikna oldu. vardiya amirini de gerekirse bir gün eve, yemeğe davet edecekti.

    durağa vardılar. bir grup işçi kahvenin önünde birikmiş, bekleşiyordu; ahmet ve ökkeş de erkencilerin arasındaki yerlerini aldı. ökkeş için burası, bir tiyatro sahnesi gibiydi: dahil olamadığı bir temaşayı seyretmekle yetinirdi. işçiler, birbirlerine laf atıp duruyordu: biri diğerine şaka yollu küfür ediyor, diğeri sırf lakabını bir kez daha söyleyebilmek için sesleniyor öbürüne; birkaç başka işçi köşeleri tutmuş, sessizce sigara tellendiriyor. ökkeş, özellikle küfürler ardından, babasına göstermemeye çabalayarak gülüyordu bazen; ahmet, elinde olsa oğlunu bu kadar küfrün içine asla getirmeyeceğini söylerdi kendine.

    otobüs geldi. zeminine, yolcuların ayağındaki çamuru tutsun diye, saman serpilmişti. şehir içi otobüslere benzemeyen, şoför gaza her bastığında ökkeş’in kahvelerde ihtiyarlamış dedesinin derinden öksürüklerine benzer bir bağrış koyan bmc marka bir otobüstü bu. işçiler, her gün oturdukları yere oturmaya başladılar; en önde en yaşlıları, babasının kucağında ökkeş.

    ökkeş, kısa ömründe dolmuşa bile çok az binmişti; bu otobüs ve fabrika yolu, onun gözünde, fabrika işçiliğinin en güzel yeriydi. bir dışarıya bakıyor, sonra hızla gözünü şoföre dikiyordu: özellikle başpınar’a girerkenki keskin virajda direksiyonu kıvırmasına hayrandı.

    başpınar, antep’in dışındaydı; önce evler, sonra dülükbaba ormanı biter, başpınar ancak ondan sonra başlardı. kocamandı, başka bir memleket gibiydi. karşıyaka, çıksorut, cinderesi, vatan mahallesi ya da düztepe’deki onlarca duraktan kalkan yüzlerce otobüs, binlerce işçiyi taşırdı buraya. ökkeş’in zihni, eski model bir işçi servisinin camına yaslanmış yorgun yüzlü işçi fotoğrafları ile dolup taşmıştı. başpınar’da, dışarıda yalnız kalmayı ise hiç istemezdi; çünkü vardiya değişikliği saatinde gitmezseniz, tek bir allah’ın kulu ile karşılaşma imkânı yoktu; önünüzü köpekler keserdi, yardım dilenecek kimseyi bulamazdınız; bağırsanız, sesiniz fabrikalardan yükselen makine sesleri arasında kaybolurdu.

    ahmet ve ökkeş’in çalıştığı fabrika, meşhur bir halı fabrikasıydı; reklamında ünlü bir şarkıcı rol almıştı da, tüm türkiye’de duymayan kalmamıştı adını. makineler öyle büyüktü ki, insan bir süre sonra kendini onların hizmetçisi zannederdi. bazısı dağın başı ya da denizin kıyısında şaşakalırdı, buradaki işçilerin manzarası da oydu. bir çalışmaya başladılar mı, kulaklar duymaz olurdu artık. makine, bir yanında bulunan iplik bobinlerini ortadaki bölmesinde büyük bir hızla düğümler ve çıplak gözle anlaşılmaz biçimde halıya dönüştürürdü. ökkeş’in işi, ayak işlerini yapmak, makineye iplik taşımak ve bobinlerde bir aksama olduğunda hemen büyüklerine haber vermekti. ilk günler, yaptığı iş ona çok eğlenceli görünmüştü; makine, hayranlık vericiydi; ökkeş, bir süre büyük bir merakla bobinleri seyretmeye, ipliğe diğer ipliklerle birleşip halı olmaya giden serüveninde eşlik etmeye doyamıyordu.

    ahmet, bu fabrikada işe girmeden önce, ünaldı’daki bir küçük dokuma atölyesinde, bir avuç arkadaşı ile birlikte çalışırdı. ustabaşıydı, halinden memnundu, “kim ne derse desin kulak asmayıp çalışkan olacaksın bu hayatta” diye nasihat ederdi, ona soran gözlerle bakan gençler ve çocuklara. yavuzeli sınırında, kürt köylerine varmadan bir köyde doğmuştu; hayatında bir gün bile elini tutmayan babasının bütün mal mülklerini kumara yatırması ardından arada sırada iki bira içmeye bile tövbe etmiş, namazı günde beş vakte çıkarmış, hayırlı bir kısmeti ilk bulduğu anda da nikâh masasına oturmuştu. “artık işim gücüm ailem benim” diye söz vermişti kendine ve dokuma atölyesindeki işine dört elle sarılmıştı.

    ünaldı’daki atölye, bilgisayarlı makinelerin yaygınlaşması ardından önce iş alamaz olup sonra kapandığında, yıllarca emek verip ustabaşı olmuş ahmet’e de bir çırpıda kalfalığa düşmekten başka çıkar yol kalmamıştı. eşi, “hiç değilse ellerin yağ içinde kalmayacak artık” demişti; fabrikada hayatında dokuma tezgâhını yakından görmemiş gençler, ona yeni makineye nasıl itaat etmesi gerektiğini gösteriyordu; bilgisayarı da öğrenmek istemişti ama aynı oğlanlar gönülsüzce, “sen onu boşver, çok karışık, ancak uzun eğitim gerekir” demişti.

    fabrikada söylentiler, artık sonu gelmez makine cayırtısının arasında bile devam ediyordu; işçiler, buldukları vardiya amirinden uzak her köşe başında, hep şu 12 saat meselesini konuşuyordu. yapacak bir şey yoktu, varsa da akılları ermiyordu. sendika fikri önce biraz konuşulmuşsa da, komşu fabrikada olup bitenlerden sonra artık adı bile ağza alınmaz olmuştu. durup beklemek, bu sırada kimsenin gözüne gereksiz yere değmemek, yapılacak en iyi işti. herkes, birbirine hissettirmemeye de çalışarak, eskisinden daha da canla başla çalışıyordu; çişleri bile eskisinden daha az geliyordu.

    sendika meselesi konuşulduğunda ahmet, yalnız bir kez, “yahu iş çıkmaz oradan” demiş, başka da söz etmemişti. ünaldı’da, o daha çok gençken, bir kere girmişlerdi bu işlere. binlerce işçi nasıl da zapt etmişlerdi sokağı, halen hatırladıkça gülümsemeden edemez ama kimseye de bahsetmez bundan. bir anda bildiriler çıkmaya başlamıştı her yerden ve yıllardır birlikte çalıştığı bazı işçiler, sanki bir el dokunmuş da onları kapatıldıkları kuyudan çekip çıkarmış gibi laflar ediyordu. aklına birlikte büyüdüğü ama yıllardır görüşmedikleri kuzeni gelmişti: halkın birliği davasından hapis yatmış, sonra yurtdışında bir yerlerde ortadan kaybolmuştu. bir çocuk vardı, içinde emek geçen bir partinin bildirilerini getiriyordu ve “gelin size bir şiir okuyayım” deyip onları içlerindeki çok uzak görünen bir yerlere götürüyordu bazen. komşu atölyenin esmer ve kıvırcık saçlı çırağı, “hepiniz benim abimsiniz, ben üç yıl çalıştıysam siz otuz yıl çalıştınız burada, benden de iyi bilirsiniz” diye başlıyordu konuşmaya ve emeğin hakkından ve sömürülmekten bahsediyordu. tüm bu hengame bittiğinde de, gerçekten kazanmışlardı: defalarca çay içip yüreğini ağzına getiren meseleler konuşmaya gittiği derneğe, bir de kola ve fantalı, bol kurabiyeli kutlama için gitmişti; ondan sonra da herkes bir yere dağılmaya başlamıştı. yine de yıllarca, sonunda onu heyecanlandıran başka birileri ortaya çıkana değin, emek partisi’ne oy vermeyi sürdürdü; “tanımam, bilmem, komünistlikleri de umrumda değil, bizim için çok şey yaptılar” dedi, nedenini sorana. bunu da demeyi bıraktığından beri, bu meseleyi düşünmek bile istemiyordu.

    fabrikada söylentiler, hiçbir şey olmayan iki ayın ardından, duyulmaz olmaya başlamıştı; evham, kendine gizlenecek bir yer bulmuş gibi görünüyordu; bazı işçiler, ne denli korktuklarını tümden unutmuş gibiydi. bu sırada patron, bir umreye gidip gelmişti; hem önleri de kıştı; herhalde umreye gidip gelmiş adam, bu hâlde kimseyi kapının önüne koymazdı. patronun oğlu uzaktan göründüğünde de, eskiden yaptıklarından fazlasını yapmadılar; işlerini daha bir ciddiye alıp terlerini alınlarında bıraktılar. patronun oğlu, bir süre memnuniyetle gezindi işçilerin içinde, sonra vardiya amirinin kulağına bir şeyler söyledi. vardiya amiri, bütün işçilere, kibar bir dikbaşlılık ile, işlerine on beş dakikalığına ara vermelerini emretti.

    patronun oğlunun söyledikleri, kısa ve özdü: ülkemizde kriz vardı ve fabrika, tabii ki hayatta kalmak için, önlem almak zorundaydı. vardiyalar 12 saate çıkarıldığında, arta kalan işçiler de mecburen işten çıkarılacaktı. bunda fabrikayı suçlamak ise günahtı, bugüne kadar ekmek yedikleri ocağa pislemek demek olurdu. hepsinden allah razı olsundu. çıkarılan işçilerin listesi, yarın kapı önüne asılacaktı; çıkarılanlar, bir hafta sonra şehir merkezindeki büroya gelip ücretlerini ve varsa tazminatlarını alabilirdi. allah, inşallah ki, yardımını esirgemesindi kimseden.

    işçiler arasında küçük bir homurdanma dalgası yayıldı ama hiçbir ses yükselmeye cesaret edemedi. kimin işten çıkacağı, kimin kalacağı halen belli değildi; sesini yükseltenin ismi, halen olmasa bile hemen şimdi eklenebilirdi listeye. yine susmak, yine beklemek gerekiyordu. böyle kaderin de, tövbeler olsun, allah belasını versindi.

    ahmet uyuyamadı o gün, durumu kısaca anlattığı eşi de pek üstelemedi. şafak vakti, her zamankinden erken uyandırdı ökkeş’i. ökkeş, annesinin önüne koyduğu peynir ve yumurtayı yerken evin içini dolduran gerginliği hissediyor ama kimseye de bir şey soramıyordu; içinden, “önce ekmek, sonra peynir, sonra çay” tekerlemesini tekrar ederek rahatlatmaya çalışıyordu kendini.

    evden çıktıklarında, ahmet’in eşi, ökkeş’in annesi, dua ediyordu arkalarından. durakta kimse birbirine sataşmadı. otobüste kimse, hiçbir şeyi konuşmadı; herkes başını yaslamış uyuyor, uyuyor numarası yapıyor ya da dışarıyı seyrediyordu. otobüs başpınar virajını döndükten sonra gözlerini pencereden ayırmaya, birbirlerine bakmaya, söyleyecek hiçbir şey bulamazlarsa gözlerini kaçırmaya başladılar.

    bir işçi, işgüzarlık edip ya da belki içine oturmuş bu yumrudan bir an evvel kurtulmak isteyip listeyi yüksek sesle okumaya başladı. kimseden çıt çıkmıyordu; adı okunanlar, havaya bir küfür ya da dua savurduktan sonra başlarını öne eğiyor, diğer isimleri dinliyordu. önce kemal’in, sonra ahmet’in adı okundu. ökkeş henüz işten çıkarılanlar listesine adı yazılacak kadar büyümemişti.

    ahmet, yüzüne bakan arkadaşlarına kaderden ve sabırdan bahsedip ökkeş’in elinden tuttu; o sırada gelen dolmuşa binip karşıyaka’da indiler; hacıbaba yokuşunu hiç konuşmadan tırmanıp eve doğru yollandılar. ökkeş’in aklına ne tatlıcı ne de tekel duvarının ardında ne olduğu geliyordu. “babamı niye işten attılar?” diye düşünüp durdu yol boyunca. acaba yeni açılan alışveriş merkezinde ona da bir iş verirler miydi? peki ya, kendisi ne yapacaktı bundan sonra, bu kadar boş zamanla?

    ***

    hava karanlık henüz; saatleri ileri-geri sarmayı bıraktıklarından beri daha da karanlık. hacıbaba yokuşunda bir baba-oğul, ökkeş ve ahmet. 35 yaşında ökkeş, 12’sinden beri fabrikada çalışır; 12 yaşında ahmet, fabrikada ilk yılı.

    peşin edit: bunu, kurgusu çok olduğu için, hatıralardan oluşan bir önceki entry'ye eklemeyip yeni bir entry olarak girmeyi uygun gördüm.
  • antepli olmayanlarca, entep dendigi de olur. hatta, insanlarin özgecmisinde dahi gazientep seklinde yazildigi görülmüstür *

    http://www.eng.metu.edu.tr/…fde/dcekmecilioglu.html
  • eski adı ile ayıntâb
    ayın:göz
    tâb:doğmak
  • ayıntap, benim memleketim. şahane yemekleri olan, cana yakın insanları olan, gezilecek ve görülecek yerleri fazlası ile olan memleketim.
    yalnız şu sıralar suriyelilerin istilasına uğramış durumda.
    sorun en kısa zamanda çözülür diye umuyorum..
  • (bkz: antwerp)
  • (bkz: antep fistigi)
hesabın var mı? giriş yap