• tuhaf günlerden biri. dünyanın bir kısmını neşelendirirken bir kısmına travma yaşatan türden.

    dayımın eşi öldüğünde 35 yaşındaydı, ben de şu an 35 yaşındayım. agresif bir beyin tümörü yüzünden üçüncü ameliyata girmesi gerekiyordu, bir gece öncesinde bana "korkuyorum, ölürsem çocuklarıma ne olacak" demişti. "anneler günü, bayram, hep buruk olacaklar" demişti. ameliyatının işe yaramayacağını herkes biliyordu zaten de, bir umut diye çırpınış... ne cevap verdim hatırlamıyorum, kesin saçmalamışımdır. ölmek üzere olan birini avutabilecek kadar soğukkanlı değilim.

    bu konuşmadan birkaç ay sonra öldü. çocukları büyüyor, zaman akıyor. büyük çocuğu (kız) ortaokulda, ufak olan (erkek) ilkokul. kız çocuklarıyla erkek çocukları farklı yapıdadır derler, ondan mı bilmem ama erkek olan hayatına normal şekilde devam ediyor gibi görünürken kız olan annesini bir kez bile anmadı. hiç. ne fotoğrafına baktı, ne ismini andı. biz de bu yüzden hep o yanında yokken aradık anneannemi, anneler günü'nü kutlarken duymasın istedik. sosyal medyada paylaşmadık. kendi çapımızda önlem aldık işte, ne faydası olacaksa...

    yaşadıkları şehir tutucu. sanırım ramazan yüzünden arkadaşlarından ve çevreden gördüğü oruç tutma baskısına isyan etmiş. ilk defa dün gece annemle kardeşimi arayıp ağlamış. "allah'a inanmıyorum ben, olsaydı annemi bir kerecik rüyamda görürdüm. zaten bizi ufacıkken bıraktı, allah'tan nefret ediyorum" diye bağırmış. birkaç gün önce de ilk defa kendisini büyüten anneannemin anneler günü'nü erkenden kutlayıp hediye vermiş. yıllarca tek bir kez anneler günün kutlu olsun demedi, bu yıl içinde ne biriktirdiyse hepsini kusuyor. o kadar öfkeli ki, çocuk değil marvel filmlerinden çıkmış kötü karakterler gibi konuşuyor. allah'tan nefret ediyorum diyor sürekli. sanırım inanıp inanmadığını da sorguluyor kendince. annesinin ölümüne açıklama bulmaya çalışıyor. allah öldürdüyse neden öldürdü, neden annesini öldüren allah için oruç tutması gerekiyor türü sorular... aslında cevap da istemiyor, sadece öfkesini her konuştuğu insana söylemeye çalışıyor. anneler günü olmasa başka bir meseleyle bu kadar tetiklenir miydi kafasındakiler bilmiyorum.

    demem o ki, bir yetişkin olmama rağmen 5 yıldır babalar günü benim için bile kabus. sabah mide krampıyla uyanıp gün boyunca her reklamda ağlamaklı oluyorum. bir de bu reklamların haftalar önceden başladığını varsayarsak... bazı çocuklar için anneler günü, babalar günü kavramları travma.

    bazen dünyadaki bütün özel günlerin kaldırılmasının daha iyi olacağını düşünüyorum. haftalar öncesinden bannerlarla, videolarla babam yaşasaydı alabileceğim hediyeleri görmektense ölüm yıl dönümünde anmayı tercih ederdim. bugün annesini kaybedenler de böyle hissediyor. işçi bayramı veya öğretmenler günü gibi mesleki türde olanlar neyse de; bence anneler günü, babalar günü gibi kişisel bağları zorlayan günler olmasaydı eksikliğini çekmezdik.
  • mutsuz bir evlilik bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri.
    işin mi kötü, değiştirirsin. arkadaşların mı nankör, hayatından defedersin. ailende mi pislikler var, görüşme; neticede sen seçmedin onları, doğumunla gelen bir eklenti paketiydi hepsi.

    oysa evlilik öyle değil.. sırtına zibilyon tane umudu, hayali, planı yüklenip evleniyorsun biriyle. sen seviyorsun. sen seçiyorsun. sen yürüsün istiyorsun. aşkınız kabından taşıyor, çocuğun oluyor. ama olmadı mı olmuyor, yürümüyor.. isteyerek seçtiğin ve bir nikah memurunun önünde "evet" diyerek başladığın hayatı, bir başka salonda, bir hakimin karşısında "evet, boşanmak istiyorum" diyerek bitiriyorsun.

    bugün anneler günü.
    kızım babasında.
    sabahın beş buçuğunda, gözleri çakmak çakmak geldi yanıma.
    "gitmek istemiyorum, anneler günü bugün, seninle olmak istiyorum" dedi.
    baba günü bugün dedim.. gitmezsen üzülür dedim.. yarın acısını çıkartırız biz dedim..

    "kahretsin ki beceremedik geçinmeyi..
    yanlış insanlar seçmişiz evlenmek için..
    mutsuz olduk, mutsuz ettik..
    affet kızım, üzüntümüzü senin üstüne de bulaştırdık.." diyemedim.

    baba günü bugün dedim.
  • geçen gün şöyle bir diyaloğa konu olmuş gün:

    (yer: bir lise okulu)

    öğrenci: hocam pazar günü anneler günü.
    ben: evet.
    öğrenci: annenize hediye aldınız mı?
    ben: benim annem öldü.
    öğrenci: ...

    o an yüzündeki renk değişimi o kadar hızlıydı ki yaşadığı kötü duyguları hissedebildim. çünkü annem öleli henüz altı hafta olmuştu ve okula ara vermem sebebiyle dersler boş geçmişti. ama ne yapsındı ki, bir anlık unutkanlığına denk gelmiş işte. sınıftaki diğer öğrencilerin yargılayıcı bakışları da eklenince kızcağız yıkıldı ve ağlamaya başladı. öyle bir ağlama ki hıçkırarak ve sarsılarak.

    liselerde adettir ya, ağlayan kız lavaboya gönderilir, kankisi eşlik eder. ben de öyle yaptım.

    gelip özür diledi benden kötü hissetmeme sebep olduğu için. oysa kendimi çok kötü hissetmemiştim o anda, kendisinin ağlaması daha çok üzdü beni.

    çok sevdiğin insanı kaybetmek sanılanın aksine her aklına geldiğinde sana kendini kötü hissettirmez. bazen güzel anıları hatırlayıp mutluluk duyabiliyorsun.

    yarın annemsiz geçireceğim ilk anneler günü. annelerine sürpriz planları yapan arkadaşlarımı görünce kötü hissetmiyorum. geçmiş günleri ne kadar güzel yaşadığımı düşünerek mutlu ol(maya çalışı)yorum. hayatımın geri kalanında annemle birlikte yaşamam gereken çok şey olduğunu düşündüğüm çok oldu. ama böyle düşününce hiç iyi hissetmiyorum. sanki anneme haksızlık yapılmış gibi. erken ölmüş gibi.

    anneler günün kutlu olsun. en sevdiğin mevsim ilkbaharı gördün de, incirler olana kadar kalsaydın bari.
  • anneler gününden de anneler günü reklamlarından da nefret ediyorum. kimsenin, annesini kaybetmiş evlatları düşünmediği özel gün.
  • ben 45 günlükken annemin işe dönmesi gerekmiş. sabahları neneme (büyük yengem) bırakıldığım ve akşam iş dönüşü alındığım bir rutin benimsemişler. nenem -nurlarda yatsın- harika bir insandı. yüzünü bir kez bile olsun astığını hatırlamam. fakat gencecik yaşta gelin olmuş, üç erkek evlat yetiştirmiş (en küçüğü lise sonda falandı o zamanlar), hayatı kocası ve kayınvalidesinin hizmetinde geçmiş biri olarak çocuk bakımıyla ilgili eleğini çoktan asmıştı. ben de bu minval üzere, oyun oynayarak falan değil kendi kendimi eyleyip etrafımda olan biteni izleyerek ve bolca sıkılarak büyüdüm. sabahları annem beni çok erken bir saatte bıraktığı için beni yanına yatırır, kendisi uyumaya devam eder, sıkılmayayım diye de radyoyu açardı. sayesinde ucunu bucağını bilmediğim bir klasik türk müziği repertuarım var*, bazı şarkıları otomatik olarak söylemeye başladığımda ben bile şaşıyorum.

    nenem hastalanınca sıra anneannem ve dedeme geldi. o rahmetliler de bir gün olsun üzmediler beni. ben de elimden geldiğince sorunsuz bir “yük” olmaya çalıştım onlar için. yemeğimi yedim, beslenme çantamı hazırladım, ödevlerimi yaptım ve bolca sıkıldım.

    bu arada kız kardeşim dünyaya geldi. onun hikayesi daha acıklı esasen. yaşadığımız zamana ve ilçeye “çocuk bakıcısı” kavramı uğramamıştı henüz. ve hadi ben neyse de (o sırada 5 yaşındaydım), anneannemin bir bebeğe bakmasının mümkünü yoktu. annem gebelik izni sonrası işe dönünce, kardeşimi de bize yaklaşık 40 km mesafede oturan teyzeme gönderdiler. “gönderdiler” diyorum çünkü babam kardeşimi pazar akşamı teyzeme bırakıp cuma akşamı alıyordu. arabamız olmadığı için de babam tren ve dolmuşla götürüp getirdi çocuğu 4 sene.

    o 4 sene boyunca annem pazar akşamından cuma'ya kadar neredeyse her akşam ağlardı. evimizde telefon yoktu ama teyzemlerde vardı. hemen hemen her akşam ptt'nin önündeki ankesörlü telefonlarda sıraya girerdik kardeşimi aramak için. elbette bunun kardeşime bir faydası yoktu, o hiçbir şeyin farkında değildi. biz annem için, o beş dakikalığına mutlu olsun diye beklerdik o telefonların önünde. sonrası yine ağıt figan. bütün bu ağlama seansları süresinde ben ne yapacağımı bilemezdim. 5-6 yaşındaysanız annenizi mutlu etmek için salt varlığınızdan başka pek bir şey olmuyor elinizde. ve belli ki benim varlığım annemi mutlu etmeye yetmiyordu. bu durumda yapabileceğim tek şey fazladan sıkıntı çıkarmamaktı. çıkarmadım.

    4 sene sonunda kardeşim evimize döndü ve 10 yaşına yaklaşmış olan şahsımın gözetimine verildi. yemeğini yedirdim, beslenme çantasını hazırladım, giydirdim, okula götürdüm, ödevlerini yaptırdım, sınavlarına çalıştırdım ve elimden geldiğince oyalamaya çalıştım.

    geriye dönüp baktığımda nenemle, kuzenlerimle ya da anneannemle dedemin evinde geçirdiğim zamanları; onların söylediklerini, yaptıklarını, yemeklerini vs hatırlıyorum ama kendi evimizde anne-babamla geçen zamana ilişkin birkaç sahne dışında hiç anı yok zihnimde. beni akşam 8 gibi alıyorlardı, yemek vs derken birlikte hiç zaman geçirmeden de yatırıyorlardı muhtemelen. böyle bir kaygıları da yoktu sanırım. derslerimizin nasıl olduğunu bile sormazlardı. hem zaten notlarımız iyi olmak zorundaydı, aksi düşünülemezdi bile. allah muhafaza gecikir de akşama ya da hafta sonuna ödev bırakırsak annem canımıza okurdu. zaten “bizim için” çalışıp didiniyordu bir de ödevlerimizle mi uğraşacaktı!

    hiçbir veli toplantımıza katılmadılar.

    neredeyse her 23 nisan'da rontlara katıldım. ilkokul ve ortaokul boyunca korodaydım ve ulusal bayram ve anma günlerinin hepsinde şarkı söyledik. koro dışında, o törenlerin en azından yarısında ya şiir okudum, ya konuşma ya da sunuculuk yaptım.

    ortaokulda iki arkadaşımla birlikte okulumuzu temsilen il çapında düzenlenen bir bilgi yarışmasına seçildik. ilçede ve ilçemizin dahil olduğu bölgedeki turları geçip ankara birincisi olduk. hatta ödül olarak kazandığım parayla babama o zaman çok moda olan lee cooper kotlardan almıştım.

    lisede tiyatro grubundaydım. panellere, müsamerelere, şiir dinletilerine katıldım.

    annemle babamın bütün bu etkinliklerden sadece altısına katıldığını hatırlıyorum. sadece altı…

    babam öleli 16, annem öleli 11 yıl oldu ve geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken artık birinin evladı olmanın nasıl bir duygu olduğunu unuttuğumu söyledim.

    sonra bu yazdıklarım üşüştü aklıma ve yazmaya elimin gitmediği daha niceleri…

    “kardeşim de ben de her zaman her konuda göbeğimizi kendimiz kesmek zorundaydık ve kestik de” diye düşündüm, “kimseye muhtaç olmadan”…

    kimseye muhtaç olmadan…

    burada “kimse” diye anılanlar annemizle babamızdı oysa.

    ve dehşetle fark ettim ki biz iki kız kardeş zaten kimsenin evladı olmamışız. öyle hissetmemişiz en azından. hayatın bir noktasında tökezlersek elimizden tutulacağına imanımız olmamış hiç. aksine, sevgiyi, hani ebeveynin çocuğuna koşulsuz sunması beklenen sevgiyi, “hak etmek” gerektiğine inandırılmışız. bu kaygıyla kimseye yük olmamış, hiç sorun çıkarmamış, hiçbir talepte bulunmamış, birbirimizden başka kimseden destek beklememişiz.

    fark ettim ki benim tek ebeveynim biricik kardeşimmiş.

    fark ettim ki beni koşulsuz seven, kendimi sevmem için çırpınan, her gayretimi -onaylamasa dahi- destekleyen; bir yandan zamanında kendisinden esirgenen ilgiyi, desteği, şefkati yavrularının üzerine boca etmeye çalışırken bir yandan benim saçmalıklarıma katlanan kardeşimden başka ailem yokmuş.

    anneler günü kutlu olsun.
  • on yıl evvel, 2005.

    çiçeği burnunda gözleri çakmak çakmak çipil çipil idealist/hedefleri olan bir mağaza yöneticisiyim. dünya'nın en iğrenç insanı anlayacağın. çünkü beyaz ile mavi yaka arasında konumlanıp mavi yakaya kendini yakın hissetme kalenderliğini göstermektense beyaz yakalıya yanlayan her kim ise; hiç şüphesiz orospu çocuğunun önde gidenidir.

    böyle elinde ajanda kalem sürekli notlar alan, sürekli alternatif fikirler peşinde olan, personelinin sorunlarını dinleyen; dinlerken kafasını yana eğip gezegenin en sahte gülüşünü atan, onun hareketlerini şehirler arası mola yerlerinde çökelek ve kızılcıklı yöresel tarhana reyonunun yanında beş liraya satılan kişisel gelişim kitaplarında okuduğu şeylerle bağdaştırıp 'konuşurken işaret parmağı ile göz çukurunu ovuşturuyo. ezik bu, ailesi sevmemiş, babası şanzımanlı çamaşır makinesinin hortumu ile dövmüş, annesi 2. ayda emzirmeyi bırakmış, arkadaşı ile konuşurken diğer birisi arkada kanbura yatarken öbürü bunu itmiş' şeklinde çıkarımlar yapan sevimsiz salak bir şey işte.

    her hafta cumartesi sabah 8,30 da çocukları mağazaya diker, kitaplardan ezberlediğim beden dili vurgulama ve tonlamalarla nutuk ata ata bebelerin mütemadiyen kafalarını sikerdim. sattığın yirmi liraya penye, 'kurtuluş savaşını da osmanlının yenik generalleri kazandı' metaforu ne alaka amına koyim. hırslı dümbük. samimiyet derecem mesleki eğitim seminerindeki belletmenle kapışır, o şekil. sevimsizliğimi daha iyi ifade etmek şöyle mümkün bak:

    hani her maarif yılı başında sınıfa okul müdürü gelir de motivasyon konuşması yaparken öğretmenin de yanından zıplayıp ettiği 'müdürümüz çok doğru söylüyor. belki de aramızda bir başbakan, bir cumhurbaşkanı var' kelamında ayağa kalkıp sınıfa kendisini 'ben ben' diye gösteren taş kafalı iticilik kumkuması var ya... bildin bu eşşoleşşeği değil mi? önden 2. sırada oturur, dersi can kulağı ile dinler, her soruya parmak kaldırıp kedi gibi sesiyle 'üğrütmünümm' diye kendisini öne atar, arka tarafta cümbüş koptuğu zaman ayağa kalkıp 'arkadaşlar susar mısınız öğretmenimizi duyamıyorum' diye manidar vurgularla duran öğretmene ayar verip iki üç kişiyi pataklatan evlâd-ı dürzü. şu amına koduğumun evlatlarını o zamandan tespit edip imha etseydik şu an bambaşka bir ülkeydik yeminlen.

    neyse, yine bir pazar günü ortalarda 'ne yapsam da sektöre yeni bir soluk getirsem, denenmemişleri denesem, perakendecilik sektöründe bir yıldız gibi parlasam, patronlarım benimle gurur duysa, koca memeli kızını bana verse, ben yancı iç güveyisi damat gibi değil de bileğimin hakkı ile şirketi forbes listesine soksam ve emsallerim benden ölesiye tiksinse' diye 2005 yılının kapitalizmin köpeği ödülünün banko adayı olarak gezerken, anında bir şimşek çaktı kafada.

    'eureka!' dedim ve bir anda kendimi personel özlük dosyalarını kurcalarken buldum. olay basit ve aslında teoride ve pratikte şu an çok bile kötü bir fikir değil:

    personellerimin annelerinin isimlerini tespit edip kendilerini tek tek arayacağım ve anneler gününü kutlayacağım. ne güzel değil mi? böylelikle gerektiğinde kılıçtan keskin, gerektiğinde saç telinden ince, icabında bir kaya gibi sert ama yeri gelince bir traverten gibi yumuşak, killi toprak gibi geçimsiz ama humuslu toprak gibi geçirgen, şah damarından yakın... oh bebek!

    o zamanlar zerresi olmayan sosyal zeka yoksunluğundan dolayı hesaba katamadığım, bir işyerinden bir eve hayırlı vesile ile telefon gitmediğiydi:

    ***

    - merhaba emlik hanım, ben aykut'un mağaza müdürü murat. nasılsınız?
    + he
    - nasılsınız :)
    + aykut'a ne oldu?
    - bir şey olmadı efendim.
    + niye arıyon o zaman!
    - efendim ben şimdi annele
    + ne oldu benim yiğidime?
    - efendim aykut gayet iyi şu an çalışıy
    + oğlumu ver!
    - şu an müşterisi var am
    + çat!

    ***

    - merhaba irsaliye hanım, ben ferda'nın mağaza müdürü murat. nasılsınız?
    + eee iyi
    - efendim ben şimdi sizin annel
    + ferda'nın başına bir şey mi geldi?
    - yok efendim kendisi şu an arkadaşl
    + sesin titriyor senin bir şey var kesin.
    - yok efendim ben sadece anneler gü
    + başlatmayın annenizden kızımı verin bana
    - efendim şu an geleme
    + allah belanızı versin!

    ***

    aradan istisnasız aynı tepkileri veren yedi tane daha anneden sonra sonuncu anne:

    ***

    - merhaba karayip hanım, ben sümbül'ün mağaza müdürü murat. nasılsınız?
    + evet(mesut yılmaz duraklaması), buyrun.
    - sümbül çok iyi.
    + eee?
    - bir şeyi yok yani.
    + yoksa niye arıyorsun kardeşim?
    - hiç merak etmiyor musun kızını? 'şu an neler yapıyor' diye düşünmüyor musun? ne malum belki de müdürü şu an kucağında hoplatıyor kızını.
    + sapık mısın kardeşim. kızımı alıyorum işten.
    - almazsan amına koyim senin

    ***

    son diyalog tabi ki yaşanmadı ama müşfik bir yönetici olarak girdiğim bu yolun sonunda muhatabını ikna etmek için alnından damarlar göz bebeklerinden ter fışkıran yalakanın teki olmuşum. kravatı mıravatı fırlattım amına koyim. ismail türüt gibi ter basmış, donla gömlekle oturuyorum ofiste. diyeceksiniz ki 'oğlum madem ilk ikisi aynı tepkiyi verdi, ne bok yemeye diğerlerini de aradın?' diye ama dedik ya ideal adaletli yöneticiyiz diye; haksızlık olmasın, 'birini aradı ötekini aramadı, çalışanların arasında ayrım yaptı' denmesin diye hepsinin annesinin teker teker eşit miktarda ağzıma sıçmasına müsaade ettim.

    işin daha tuhaf yanı, çocukların telefon ve özel eşyalarını koyduğu dolapların tam yanındayım ve kimin annesi telefonu kapatsa on saniye sonra onun çocuğunun telefonu çalıyor zırıl zırıl. aradığım anne çoğaldıkça telefonların ve mesaj sesleri de çoğalıyor ve durum iyice baş edilmez hale geldi. ortalık yangın yeri, çocuklar baba baba diye ağlıyor.

    telefona sarılan ''yok anne vallaha iyiyim. yemin ederim bir şey yok. yaa o öyle değişiktir biraz bakma sen ona'' diye annesini teskin ediyor.

    ulan mağazayı basan mı dersin, çocuğu işten almaya kalkan mı dersin, kocasını aratıp 'neymiş derdi bi öğren' diyeni mi dersin. elli bin tane tatava. nerdeyse götü kaybediyorduk. ondan sonra tevbe ettim bu işlere zaten, tasavvufa yöneldim.

    oğlum bu arada, on sene evvel dedim, 2005 dedim ve sen şu girizgahtan sonra psikolojin bozulmadan buraya kadar okudun ya; senin de allah belanı versin.

    edit: olm şimdi okudum da, kapitalizme köle olmuş orta düzey yönetici modelini gömeceğim diye kendimi iyice madara etmişim. neyse ki iş hayatımın hiçbir evresinde şöyle leş birisi olmadım.
  • "huzurunuzda tüm annelerin annelerin gününü kutlarım. ama n'olur abartmayın. annesiz çocuklar, çocuksuz anneler var."
    ayşen gruda

    iki damla yaş aktı gözümden, hislerim tercüman buldu; annesiz çocuk, çocuksuz anne oldum.
  • anneler gününü en buruk geçiren üç tür insan olur: evladını kaybedenler, annesini kaybedenler, çocuk sahibi olamayanlar. umarım sosyal medyalar bu durum gözetilerek şekillenir.
  • dün, 'yarın anneler günü' diye düşünürken hep annemi düşündüm. programı da ona göre kurguladım kafamda. eşime kafamdaki şeyleri anlatırken gülümseyerek dedi ki 'unuttun galiba, senin de anneler günün yarın'

    sonra şunu fark ettim, insan annesi hayattayken içinde bir yerde kendini çocuk olarak tanımlıyor, annenizin varlığı sizi birinin çocuğu kılarken çocukluğunuzun hâlâ var olduğunun da kanıtı oluyor.

    annemiz kişisel tarihimizin çok önemli bir parçası olduğu gibi, bizim bilmediğimiz kısımlarının da taşıyıcısı aynı zamanda. bizim anımsayamadığımız binlerce anıyı zihninde taşırken, belki kendiliğimiz için bir arşiv de oluyor annemiz. game of thrones'da brandon stark, diyar için neyse annemiz de bizim için o aslında. diyarımızın kayıp tarihinin tarihçisi annemiz.

    varlığımızı birçok anlamda borçlu olduğumuz kişi, iyi bir anneyse varlığının bir kısmını varlığımıza armağan etmiş kişi, bizim bilmediğimiz anlarımızın tarihçisi, sevgiyle büyüttüyse dünyanın en büyük hediyesini bize vermiş kişi. böyle bir hediyeye bir objeyle ya da onu anacağımız bir günle karşılık vermek imkansız ama onların bize sunduğu hayatı doyasıya, güzellikle, mutlulukla yaşamak bu ilk hediyeye bir karşılık olabilir belki. çünkü şunu çok iyi biliyorum, bir anne için çocuğunun mutluluğu kadar büyük bir güzellik olamaz.

    doğurduğu ya da büyüttüğü çocuğunu, sevgiyle yetiştiren tüm annelerin gününü kutluyorum.
  • bu yılki hediyemi yarın alacağım ama çok korkuyorum anne...
    oğlum en sevdiği arabalarını ayakkabı kutusuna doldurup "doğum günün kutlu olsun" diye 5 kez hediye etti az önce... doğum günüme 5 gün var oysa... babasının anneler günü için onun adına aldığı küpeleri her gördüğünde de "anneler günün" kutlu olsun diyor...
    bu yılki hediyemi yarın alacağım ama çok korkuyorum anne...
    ben ne zaman büyüdüm anlamadım... çocukken sen ameliyata gittiğinde geceliğini koklar ağlardım, yarın ben 2. çocuğumu kucağıma almaya gidiyorum ama aklımın yarısı evde... pencerenin vasistasının bozulduğunu farkettim, ben yokken açmaya kalkarsa... gece anne diye ağlayıp beni evde bulamazsa...
    bu yılki hediyemi yarın alacağım ama çok korkuyorum anne...
    sen bu gece uyumayacaksın biliyorum... "sen ağrıdan acıdan korkmazsın" dersin ama ağrıdan acıdan değil yine de korkuyorum... insanın kendinden daha çok sevdikleri için korkana anne deniyormuş...
    ben ne zaman büyüdüm anne... ben büyürken sen neden yaşlandın anne...
hesabın var mı? giriş yap