• yüreğimi sızlatan meret. ne vakit bu adı duysam, cız eder içim... yıllardır rahmet içinde, mezarındaki dedem, ben bu adı duyduğumda huzursuzlanacak, yattığı yerde keyfi kaçacak gibi gelir.

    babamın babasıydı. 95 yaşındaydı. polisti. çocukluk sevdası karısını ve bir de evladını toprağa vermişti. ve kim bilir kaç tane yoldaşını. huysuzdu. evinde bakıcı istemedi, yalnız yaşamaya diretti. biz sadece yemeklerini yaptık, koyduk dolabına. o, her sabah kahvaltısını hazırladı, camiye gidip arkadaşları ile saatlerce vakit geçirdi, akşam yemeğini yedi ve erkenden uyudu. 95 yaşında, sapasağlam bir koca çınardı dedem. bir gün trafik kazası geçirmiş. küçük bir kaza. şöförün söylediği, dedem düşmüş aracın üzerine. biraz kanamış başı. zaten camiden dönüş saatini epey geçtiğinden yollara düşmüştü annem. evin ve caminin uzağında olmuş olay. anlam veremedik. kendisi de itiraf etmedi o zaman. çok değil birkaç hafta sonra, evin bir sokak ilerisinde, camiden dönerken görmüşler. ama dedem avare. 30 yıllık komşusu anlamaz mı? bir sorun var. dedem apartmanın önünden bile geçiyor ama çıkartamıyor sanki muhiti. hemen bizi aradı. doktorlar, hastaneler derken teşhisin konulması uzun sürmedi. alzheimer.

    2 hafta öncesinde, günlük bütün ihtiyaçlarını karşılayan, her allahın günü camiye giden, arkadaşlarıyla vakit geçiren ve yaşına rağmen yalnız yaşayan dedem, bir anda çöktü sanki. insan inanamıyor. bir hastalığın, bu kadar süratle etki edebileceğini kabul edemiyor. ilk aşamalarında, yatılı bir bakıcı bulundu, kendi evinde yaşaması iyidir dediler. sonra ne derlerse desinler, bizim eve geldi. en iyi annem bakardı.

    alzheimer, unutkanlıkla eşleştirilir hep. oysa alzheimer unutmamaktır. dedem, babam dışında, biri toprakta kalan 3 evladının ve torunlarının vefasızlığını hiç hatırlamadı belki, ama ben ölsem unutmam. hastalığından sonra 2 bayram gördü dedem. o iki bayramda, samimiyetsizce bizim evimize doluşmalarını unutmam. el gibi bir saat oturup, hemen nasıl siktir olup gittiklerini unutmam. ayda bir kez açılan telefonları unutmam. ben, dedemin cenazesinde nasıl kan yaş ağladıklarını, unutamam. nasıl bir ikiyüzlülük, nasıl bir adilik. adı ölüm diye, salya sümük ağlaşıyorlar. onları ağlatan dedemin ölümü değil kendi vicdanlarıydı. vefasızlıklarından utanıyorlardı belki.

    cenaze sonrası evde taziyeleri kabul ederken, iki kişi ağlamadı hiç. ben ve annem. ikimiz de gerçekleri biliyorduk, dedeme karşı yüzümüz yerde kalmadı, hiç bir utancımız yoktu ona karşı. yapacağımızı yapmıştık ve helallik almıştık. dedem kurtulmuştu. ağlamadık.

    7 ay tutunabildi dedem. en iyi tedaviler, en iyi bakım ama nafile. sadece 7 ay. hiç direnmedi hastalığa.

    ne zaman evden çıkacak olsam, gece veya gündüz fark etmezdi, " vazifeye mi? " diye sorardı. kendisi gibi polis sanıyordu beni de sanırım. kalbini kırmadım hiç. hep vazifeye diye çıktım evden. bir de hep " iyi geceler"imiz vardı. günaydın da "iyi geceler"di bizim evde, iyi geceler de. suyunu zorla eline tutuşturmasak, asla susamazdı. zorla yemek yedirmesek, acıkmazdı. salonda bir koltuğu vardı, kuş gibi otururdu orada. bazen merakına yenilirdi, evi keşfetmeye çalışırdı, ancak beyini ne yazık ki kısa devre yapıyordu ve o anlık akış kesilmelerinde kontrolsüzce yere düşüyordu. o yüzden tuvalete birlikte giderdik. banyoyu birlikte yapardık. ne zaman olacağı belli olmuyordu düşüşlerin ve çok sık olmaya başlamıştı. kontrole gittiğimizde, dedem hangi ayda ya da hangi yılda olduğumuzu hatırlayamadı. kağıda öylesine, hatırladığı bir şeyi yazmasını istemiş doktor. dedem, sadece annemin adını yazdı. kendi oğlundan önce anneme güveniyordu çünkü. tüm bakımını annem yapıyordu, ben sadece yardımcı olabiliyordum.

    aylarımız böyle geçti. iyice ağırlaşmaya başladığı günlerde, bir anlık yanından ayrıldım. bizimkiler işe gitmiş. dedemin ayak sesini duymamla fırlamam bir oldu ama ellerimden kayıp gitti. kötü çarptı, başı çok kanadı. temizleyip yatağına yatırdım. başında kocaman bir buz torbası. tuvalete gittik beraber, döndük. bir anda ağlamaya başladı. sanırım anlık bir berraklık haliydi ve yaşadıklarını düşününce üzülmüştü. " beni bu hallerde mi görecektiniz?" dedi. 23 yaşındaydım, 95 yaşındaki dedeme söyleyecek tek söz bulamadım. karşılıklı ağladık da ağladık. bir kaç aydan sonra, son iki haftası yoğun bakımda geçti. son hafta bilinci kapalıydı. ama ölmeden önceki 5. günüydü sanırım, yoğun bakımdan beni uğurlarken öyle bir baktı, öyle bir el salladı ki, ağlamaktan yürüyemedim bile. tam o anda veda ettik biz birbirimize. yine bilincinin berraklaştığı ender anlardan biriydi ve bana öyle veda etmişti.

    ben ne zaman bu hastalığın adını duysam, dedemin ağlamasını hatırlarım. " beni bu hallerde mi görecektin?" deyişi gelir aklıma. sanki ona baktığımız zamanlar için yüzü düşer. tuvalete götürdük diye utanır. sanki beraber geçirdiğimiz o aylardan dolayı mahçup olur. keşke 10 yıl daha yaşasaydı, keşke o hastalığa direnseydi de biz 10 yıl daha öyle baksaydık ona. hiç erinmezdim. manevi olarak çöktüğümüz zamanlar olmadı mı, tabi oldu. çok zor bir bakım süreciydi. ama hepsine değerdi dedem. helali hoş olsun. ben bunların hepsini unuttum. unutmadığım şey, dedemin hastalığı yüzünden bilemediği vefasızlıklar. o hiç bilemedi evlatlarının vefasızlığını, ben de hiç unutmadım. şimdi babamın ailesinden kimseyi tanımam. zaten 3 tanesini severdim. babanem rahmetli olalı epey oldu. dedemden bir yıl önce filan, amcamı da ağırlamıştık bizim evde. kanserdi. çok dayanamadı. nihayetinde dedemin de ölümü ile, babamın ailesi tek kişi kalmıştır benim için... babam.

    yıllar sonra şu yüzden düştü aklıma... amcamın oğlu aradı. numarası zaten yok bende, sesinden de tanıyamadım. adını söyledi yine tanımadım. zaten araba kullanıyorum ve aklım çorba gibi. bir tanıdık vesilesiyle bana ulaşmış, büyük ihtimalle tutuklanacak biri için ankara' nın bir ucundaki adliyeye yetişmeye çalışıyorum. neyse dedim, tanımış gibi yaptım ama tanımamışım amcamın oğlunu. bana, şu an yanına gittiğim kişinin kendi mesai arkadaşı olduğunu ve ona göre ilgilenmemi söyledi, ricada bulundu. konuşmanın sonlarına doğru ses tonundan yakaladım kimle konuştuğumu. kendi öz babası, bizim evimizde kanser ile savaşırken, o sesi hiç duymamıştım telefonda. kendi dedesi için de bir defa bile benim telefonuma ulaşmamıştı. bu ne yüzsüzlüktü. bende kalan bir hatırı olduğunu filan mı sanıyordu acaba. resmen sinirden köpürmüş halde telefonu kapattım. çok evvelden hak ettiği iki çift lafı etmemişsem, rahmetli babasının bendeki saygısından, saydığım 3 kişi arasında oluşundandır. eskaza diğer amcalarımın çocuklarından biri olsaydı arayan, hak ettiğini duyardı.

    bu hastalık da bulaşıcıdır. hastanızı toprağa verdikten sonra, onun unuttuğu herşeyi, ömür boyu hatırlamak şeklinde bulaşmıştır hastalık bünyenize. bendeki tanımı, unutamamak hastalığıdır.
  • hastalığın ve çözümünün ne kadar ciddiye alındığına dair en çarpıcı sözü, bellek üzerine yaptığı çalışmalarla 2009 nobel tıp ödülünü alan dr. jonathan benson söylemiş:

    "bugün dünyada viagra'ya ve meme silikonlarına, alzheimer hastalığı araştırmalarından beş kat fazla yatırım yapılmakta. bu yüzden, birkaç yıl sonra etraf dik memeli yaşlı kadınlar ve sert penisli yaşlı erkeklerle dolacak ama onlar bunun ne işe yaradığını hatırlamayacaklar".

    edit: arizona ruyasi'nın uyarısıyla 2009'da nobel ödülü alanlar arasında jonathan benson isimli kimse bulunmadığını öğrendim. ve hatta önceki yıllarda da böyle bir isme rastlamadım. ama sözün doğruluğu ve güzelliği sebebiyle de entry'i silmek istemedim. sonuçta doğru bir tespit. bir de teşekkürler arizona ruyasi...
  • annanemin 15 senedir çektiği dert..herşey sinir, huzursuzlukla başlar sonrsında unutkanlık, sonrasında desteksiz yürüyememek, yiyememek vardır..ve bu arada konuşma da gider..uykuda gibidir hep.
    edit: 21 yıldır çektiği derttir esasında.
    edit: 25. yılda çilesi bitmiştir..
  • yıllar yıllar önce bir bebeğin başında bekliyorsun; bebek hasta; bronşit olmuş, 6 aylık. sen 2 gece başında bekliyorsun. daha önce yapmamışsınız ama bacağında sallıyorsun sabaha kadar uyumadan. küçük torunun o senin ve daha 6 aylık, ne hissettiğini dile getiremiyor. iyileşsin diye bekliyorsun. iyileşiyor senin sıcak kollarında.

    yıllar yıllar sonra biri başında bekliyor. bronşit olmuşsun. o gunku bebek başında bekliyor. hastanedesiniz. ne hissettiğini söyleyemiyorsun. kaç yaşındasın diye sorulunca "40 varımdır herhalde" diyorsun. 83'sün. torunun hastanede başında bekliyor göğüsündeki hırıltı geçsin, iyileş diye. 2 gece.. iyileşiyorsun.

    yıllar yıllar önce hafta sonlarında torunların sende kalıyor. banyo vakti, ikisini küvete sokuyorsun. dünyanın en zarif, küçük ellerinden beklenmeyecek kadar kuvvetle onları keseliyorsun. kaşların çatık ama gülüyorsun da. paklıyorsun torunlarını bir güzel. sonra bir güzel giydiriyorsun onları.

    yıllar yıllar sonra yıkanman lazım ama bilmiyorsun. küçük torunun seni ikna ediyor, banyoya sokuyor. çok seviniyorsun suyu görünce. torunun ne derse kaşların çatık, yüzünde gülümsemeyle yapıyorsun. "kolunu kaldır, hadi bakalım şimdi öbür kolunu.." çok hoşuna gidiyor. banyodan çıkınca "allah razı olsun, bugün hiç halim yoktu" diyip alnından öpüyorsun torununu. seni kremleyip giydiriyor, çok hoşuna gidiyor.

    yıllar yıllar önce torunlarına biteviye aynı masalları okuyorsun istediler diye. küçük torununun favorisi kül kedisi. parmağı ağzında öyle dinliyor masalı. tekrar oku diyor bitince, okuyorsun.

    yıllar yıllar sonra torunlarına tekrar tekrar soruyorsun "kaça geçtin?" "okul nasıl?" diye. sana cevap veriyorlar. tekrar soruyorsun tekrar cevap veriyorlar.. "bizim okul bitti, çalışıyoruz artık" diye. "ne güzel, allah zihin açıklığı versin" diyorsun.

    yıllar yıllar önce büyük torunun 4 yaşındayken ona yüzmeyi öğretiyorsun. belinden tutuyorsun yüz üstü dururken o, ""korkma ben seni tutuyorum" diyorsun. korkmayıncaya kadar bırakmıyorsun. korkmadığı zaman zaten yüzer hale geliyor. 2 sene sonra küçük torunun 4 yaşındayken ona da yüzmeyi öğretiyorsun aynı şekilde.

    yıllar yıllar sonra; yüzmeyi çok severdin, bir yaz yüzmemeye başlıyorsun. denize gitmiyorsun bir türlü. aradan 4 yıl geçiyor. yüz istiyor kızların, torunların. çünkü çok az hareket ediyorsun artık. "3 gündür bacaklarım ağrıyor, ondan yatıyorum" diyorsun. oysa 4 senedir yatar haldesin genelde. seni denize sokuyorlar. büyük torununa güveniyorsun, bırakma beni diyorsun. "korkma ben seni tutuyorum" diyor. belinden tutuyor. 4 seneden sonra seni yüzdürüyor. ertesi gün denize girdiğini inkar edecek olsan bile, çok mutlusun.

    anneannemiz 4 yıldır bambaşka bir alemde. annem bakıyor ona. bizim derdimiz anneannemizin rahatlığı mı annemizin ruh sağlığı mı karışmış durumda. elimizden geldiğince yardımcı oluyoruz; anneanneme mi anneme mi bilmiyorum..

    annemin gözleri onu severken doluyor arada, ama anneannem 4 senedir hiç ağlamadı. annem ablası biz de yeğenleriyiz çoğunlukla. büyüme çağında olduğumu, göğüslerimin büyümeye başladığını söylüyor. ama hayır anneanne, ne yazık ki benim göğüslerim bu kadar büyüdü:) ve sen hala ailemizin en güzel, en zarif, en şık giyinen, en asil, en edalı kadınısın. başımızdan eksik olma e mi..
  • ailesinde üç kişi alzheimer'a yakalanan ve birçok alzheimer hastası tanımış biri olarak diyorum, bu illet öyle ani unutkanlıklar, çok keskin olaylarla başlamıyor. alzheimer'ın ilk belirtileri karakter değişikliği, paranoya, paraya düşkünlük gibi (parasız kalma korkusuna ve sürekli para istemeye eşlik eder ve bunu başlığa baktığınızda birçok suserin anlattıklarında da görürsünüz) hiç beklemediğiniz şeylerdir. bu noktada hiçbir doktor da alzheimer tanısı koymaz.

    işte bu belirtilerden sonra unutkanlıklar başlar. günlük rutinleri, anıları, bildiği telefon numaraları gibi eski bilgileri unutmaktan da çok önce daha küçük unutkanlıklar başlar. konuşurken sözcükleri çıkaramama dolayısıyla kesintiler halinde konuşma, bazı olayları birbirine karıştırma, birden fazla kere aynı soruyu sorma (yeni tanıştığı birine ismini sormak gibi), yeni bilgileri öğrenememe gibi sorunlar başlar. bu dönemdeki bir alzheimer hastasına yeni bir şey öğretemezsiniz. yani doktor yeni bir ilaç yazdıysa bu ilaçları takip eden birisi olmalı çünkü bu bilgi beyin için yenidir ve beyne işlenmez bir türlü.
    daha sonraları, çok hayal görür ve hatta bazen iftira atabilirler ("siz beni dövdünüz", boş duvarlara bakıp "polisler beni götürmeye gelmiş" gibi), sık sık kimseye haber etmeden evden çıkarlar ve yollarını kaybederler. anlayabilmelerine rağmen algılama süreleri uzar, dolayısıyla aynı soruyu anlayana kadar birkaç kere tekrarlamanız gerekir ve düzgün bir yanıt almanız için gereken süre de artar (ki bu dönemde şuur günün çoğu zamanında yerindedir, dolayısıyla iletişim kurabilir ve hatta muhabbet bile edebilirsiniz).
    gene, şuurları yerindeyken ters giden bir şeylerin olduğunun farkına varır ve "bana ne oluyor?" diye sık sık size sorarlar, bir süre sonra delirdiklerini de düşünebilir ve ciddi korkular yaşayabilir, ağlayabilirler (ölüm korkusu da bunlardan biri).
    eski bildiklerini unutmaya başlamaları ise bu süreci takip eder ve son safhadır. yani beyin torununun adını unutmaktan ya da kızını tanımamaktan çok daha önce "yanlış giden bir şeyler var sinyallerini" vermiştir. siz sadece "ay adımı unuttu, bunadı bu" demeye yeni başlarsınız. bu son safhaya geliş yaşlı insanlarda bile 2-3 yıl sürüyor.
    iç organları sağlam, kolesterol, şeker, tansiyon gibi hiçbir rahatsızlığı olmamasına rağmen alzheimer olmuş bir tanıdığınız varsa (ki üç hastamız da ileri yaşlarına rağmen taş gibiydiler) değil yutkunmayı unutmak(mideden mamayla beslenme düzeyine gelme), "soluk almayı unutacak" safhaya kadar da yaşıyorlar ayrıca (8-9 senelik bir süreçten bahsediyorum).

    şayet alzheimer hastanız varsa, yapmanız gereken bir yardımcı bulmanız, hasta bakımıyla alakalı dersler almanız ve en önemlisi psikolojik destek görmeniz olacaktır. öyle bir hastalık ki, hastadan çok bakıcısı yıpranır çünkü.
    aklıma geldikçe gene eklerim ancak öyle aniden çıkmaz bu hastalık, adım adım, bağıra bağıra ben geliyorum der.
    sizi en çok üzense ne bakımının zorluğu, ne peşinde koşuyor oluşunuz. "çocuklarının ve eşinin yanında, güvende ve huzurlu" bir şekilde ölmek isteyen sevdiğiniz kişinin, kimseyi tanımadan ve korkarak ölüyor oluşudur. o unutuyor ama siz unutmuyorsunuz işte.
  • ailenizden birini alip goturduyse adini duydugunda daha bir icine oturan hastalik.

    rahmetli dedem, emekli yuksek muhendis. masasinin ustunden cengel bulmacasi, universite yillarindan kalma diferansiyel denklemler kitabi eksik olmazdi. sohbeti tatli adamdi. mimar sinan'i, newton'u, beethoven'i, gauss'u ufacik bir cocukken dedesinden ogrenebilen kac sansli kisi vardir? evde jilet gibi takimla oturan, fotr sapka takan, kostekli saati olan, o saatin icini sadece merakli torunu gorsun diye acan? dusup kanayan dizlerimle eve geldigimde kucagina alip eglendiren, bisikletinin arkasina havlu koyup, ustune beni oturtup gezdiren... mercekle minik minik kagitlar yakarak isigin kirilmasini, bisiklete dinamo takarak enerjiyi, kagit koselerine minik adamlar cizip oynatarak sinema filmlerini anlatan, tabiat muzesi asigi olmus torununu bikmadan usanmadan mta'ya goturen...

    birgun ayni hikayeleri tekrar tekrar anlatmaya basladi dedem. yaslilik dedik. sonra anlattigi hikayelerin sayisi azalip tekrarlanma sikligi artinca ogrendik alzheimer oldugunu. hani diyorlar ya alzheimer beyni aktif egitimli kisilerde gorulmez diye, yalan o.

    evden kacip kaybolan dedemi yerinde tutmak icin kucucuk cocukmus gibi kapiyi kilitledik uzerine. kendi adini unuttugu icin kartvizitini koyduk cebine, kendisini unutmasin diye vesikaligini. babaannem bikmadan usanmadan her seferinde bak bu senin torunun bu oglun diye tanitti bizi. dedem konusamaz hale geldiginde bile sabah kalkip jilet gibi takimini giyiyor, kosesine oturuyor ve birilerinin kendisini o cok sevdigi, gidip teyyareleri izledigi havaalanina goturmesini bekliyordu. dedemin gozlerindeki o kaybolmuslugun korkusunu unutmuyorum. kimse kendini dinlemezken yanina oturup anlamsiz kelimelerle anlattiklarini saatlerce dinledigimde mutlu olmasini unutmuyorum. en son beni gordugunde ellerimi tuttugunu, her ne kadar tanimiyor deseler de gozlerimin icine sicak sicak baktigini, artik o anlatamadigi icin bu sefer anlatma sirasinin bana dustugunu ve sessiz yasli bir adama hic gorme firsati bulamadigi amerikayi anlattigimi unutmuyorum.

    birgun evimden saatlerce uzaktayken icime dogmus gibi uykumun kactigini ve kederden uyuyamadigimi, uyutmadigim sevgiliye saatlerce dedemi anlattigimi, bu olaylardan yaklasik 10 gun sonra kazara dedemin vefat ettigini ogrendigimde bogazima tikanip kalan hickiriklarimi unutmuyorum.

    eger cevrenizde bu hastaligin gunden gune yok ettigi birisi varsa anlayis ve sabir gostermenin yapilabilecek en iyi seyler oldugunu unutmayin. en eski anilar en son yok olurken size anne ya da hala diyen yakininiza israrla kendinizi tanitmaya calismak yerine tutunabildigi birkac hatirasindan birinin bir parcasi olun. doktorlar ne oneriyor bilmiyorum ama dedemi sadece o zamanlarda gulumsetebildigimiz icin umursamiyorum.
  • bir insanın uyurken gözlerini kapaması gerektiğini bilmemesi ve gözleri açık şekilde uyuması demektir.

    yere düştüğün zaman yerden kalkamamak çünkü kalkmayı bilmemek demektir.

    herkese tek bir isimle hitap etmektir.

    başlangıç aşamasında evinin yolunu bulamamak veya çok iyi yaptığın bir yemeği yapamamak demektir.

    en basit şekliyle babaannenizin sizi tanımaması demektir.

    alzheimer yaşarken ölmektir.
  • yaşlı adam, sabah evinden çıkmış, yolda giderken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere düşmüş ve hafif yaralanmış.
    sokaktan geçenler yaşlı adamı hemen hastaneye götürmüşler.
    hemşireler, önce pansuman yapmış ve röntgen çekip kırık veya çatlak olup olmadığını kontrol etmek için beklemesi gerektiğini söylemişler.
    yaşlı adam huzursuzlanmış; acelesi olduğunu, röntgen istemediğini söylemiş.
    hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
    "eşim huzur evinde kalıyor. her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş.
    "eşinize gecikeceğinizi söyleriz" deyince.
    yaşlı adam üzgün bir ifadeyle "ne yazık ki karım alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor" demiş.
    hemşireler hayretle "madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sormuşlar.
    adam buruk bir sesle "ama ben onun kim olduğunu biliyorum".
  • babamın iki senedir savaştığı hastalık. aslında onun pek savaştığı yok, savaşan taraf daha çok valideyle ben. sayısız defa söylendiği gibi, hastadan çok hasta yakınlarını etkileyen lanet bir hastalık. ve işin kötüsü geri dönüşü yok, tek elinizden gelen erken teşhis ve doğru tedaviyle hastalığın seyrini yavaşlatabilmek, o kadar. hastanın tedaviye istekli olması da önemli bir etken, çoğu zaman ilaçlarını alması için kırk takla atarken yakalayabiliyorsunuz kendinizi.

    bizim durumumuzda, zaten oldukça sinirli bir insan olan babamın iyice hırçınlaştığını görmekteyiz. ne zaman neye sinirleneceği meçhul. elinizden geleni yapsanız da size düşman olması en çok koyanı. saat, tarih - kısacası zaman kavramı gitmiş durumda. para hesabı zaten yok, tek istediği parası olsun ve dışarıya çıksın. bazen 70'lerde bebek'te dolaşıyor, bazen bayram ziyaretine komşular geldiğinde "ne olacak memleketin hali?" konuşmalarında "o sole mio" diye araya girebiliyor. her halini bir şekilde toparlamanız gerekiyor. ancak insanın sabrı bir yere kadar, çoğu zaman delirme raddesine gelmek çok kolay oluyor. her sabaha "bu gün çok hoşgörülü olacağım, onun hasta olduğunu, bunları isteyerek yapmadığını unutmayacağım" diye başlarken, öğlene doğru "allahım bunu hakedecek ne yaptım" diye ağlarken bulabiliyorsunuz kendinizi.

    hastalığın daha kötüye gideceğini, bir gün gelip değil size sinirlenmek, sizin kim olduğunuzu bile hatırlamayacağını biliyorsunuz - bu daha da çok koyuyor insana. karşınızdaki adam ki sizin dönem ödevinize yardım etmek için aylarca tarih kitaplarından özet çıkarmış, ne bileyim bavulunuzu taşımak için sabahın 3'lerinde havaalanlarında beklemiş, ilk kez yalnız yürüyeceğiniz ev - ilkokul yolunu doğru yürüyor musunuz diye haftalarca gizli gizli peşinizden gelmiş, her ağladığınızda omuz olmuş, hayattaki kahramanınız olunca iyiden iyiye kabullenmeme isteğiniz oluyor, ama lanet hastalık öyle bir şey ki kabullenmeme gibi bir şansınız kalmıyor.

    tam "allah düşmanımın başına vermesin" durumu. tüm hasta yakınlarına sabır dilemekten başka bir şey kalmıyor elinizde.
  • iki hafta önce kaybettiğim anneannem sayesinde tanık olduğumuz hastalık...

    önce yavaş yavaş evin yolunu bulamamaya başlamıştı, nergiz sokaklarında ağır adımlarla dolaşırken yakalıyorduk sık sık. sonra bir gün sırra kadem bastı ve menemen'de bulundu jandarma tarafından.
    annem kaybolması olasılığına karşı giydiği mantonun ceplerine ve cüzdanına telefon numaralarımızı ve adreslerimizi yazmıştı da öyle haber verdi jandarma komutanı bize...
    orada ne işin vardı ve nasıl gittin sorularımıza mantıklı hiç bir cevap alamadık. sadece o sıralarda askerde olan torununu görmek istediğini ve gidip nöbet tutan askere onu tanıyıp tanımadığını sorduğunu söylüyordu..
    asker durumdan şüphelenmiş ve komutanına haber vermişti. bu arada asker olan kuzenim menemen'de değil çanakkale'deydi...

    sonra bir gün yine kayboldu, evin hemen karşısındaki bakkaldan ekmek almak için çıkmıştı. bu sefer daha yakında bir yerde, bostanlı karakolundaydı.. annemle almaya gittiğimizde "işte evden kaçan kızım bu" diye bağırarak polisleri ve bizi acı acı gülümsetmişti...
    çok geçmeden hastalık seyrini hızlandırdı, güçten de kesildi ve sadece evin içinde dolaşan, tanıdığınız ama sizi tanımayan birine dönüştü...
    anneanne dediğimizde bakmaz oldu. tanımlayabildiği kişiler hızla azalıyordu. zihninden hızla kaçıp gidiyorduk, yerimize çocukluk ve gençlik anıları ile makedonca şarkılar geliyordu...
    en sonunda da tanıdığı iki kişi kaldı; sadece annem ve küçük dayım.
    "nasılsın?" dediğimde "kim bu yabancı?" der gibi tepkisizdi.
    "beni tanımadın mı?" dediğimde ise iş işten geçmişti; "güzel çocuksun ama tanıyamadım evladım..."
    hiç bir ihtiyacını gideremez ve kimseyi tanımaz hale geldiği zamanlarda çocukları, torunları ve yakın akrabalarının kalabalığı içinde maalesef yalnız öldü....
hesabın var mı? giriş yap