• "insanın sevdiği bir ev olunca, kendisine mahsus bir hayatı da olur"

    ahmet hamdi tanpınar - huzur
  • dedim ki "maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi'ni bilir misiniz?".

    "anlat bakalım" der gibi baktı gözlerime insan kaynakları personeli.

    "en altta fiziksel ihtiyaçlar, sonra güvenlik, sonra da kritik 3 basamak var; sevgi/aidiyet, saygı görme ve en sonunda kendini gerçekleştirme.

    zaten iyi bir okuldan mezun olduysanız ve iyi bir aileniz var ise, alttaki 2 basamağı atlamış oluyorsunuz.

    sonrası için ise iyi bir işe ihtiyacınız var.

    işte bu yüzden mevcut işimden ayrılıyorum."

    **********************

    hatırlayabildiğim en eski çocukluk anım, erzurum'daki komşumuz fırat ile kardeşimi dövüp oyuna almadığımız bir güne ait. burak ağlayarak arkamızdan koşuyordu.

    bir de zaman çizgisinde burak'ı dövdüğümüz günden önce mi sonra mı bilemiyorum, merdivende gazoz içtiğimiz bir an var, böyle bulanık, sadece dizlerimi ve elimdeki şeffaf şişeyi hatırlıyorum. solda bir kapı var, bizim evin kapısı olabilir. içerisine kendimi çok uzak hissetmiyorum duygusal olarak. daha eski bir anım yok hayata dair. yani sanki, dünyaya merdivende gazoz içer bir vaziyette getirildim gibi geliyor.

    sonraki dönemlere ait; çok kar yağmış bir akşam, babamın omzunda apartmana girdiğimizi hatırlıyorum. sanki yerde boyumuzca kar varmış gibi. ama emin değilim, belki de anlatılanlardan ötürü zihnimde öyle canlanmış olabilir.

    sonra zaten kar nedeni ile biz annemle ankara'ya taşındık. babam erzurum'da görev yapmaya devam etti. hasta olduğumuz bir gün, kardan dolayı bizi neredeyse hastaneye yetiştirememişler de babam korkup bizi annemle ankara'ya göndermiş. hatta, "ne getireyim oğlum sana gelirken" sorusuna verdiğim efsane cevap da bu tarihlerde kayıtlara geçecekti: "dövmeyen anne istiyorum".

    sonra bir dönem sincan'da, bir dönem onkoloji hastanesinin orda, bir dönem de demetevler'de oturduk. hayatımın en yerleşik dönemi bu yıllardı. yerleşik diyorum çünkü taşınmalara rağmen aynı insanlarla uyuyup kalkma imkanım vardı. evde annem, babam, abim ve kardeşimle yaşıyordum. 6. sokaktaki evimiz, bu nedenle, çocukluğuma dair anılarımın bir çoğuna konu olmuş, zihin sarayımın nadide bir odası idi.

    ilkokulda okullar arası yarışmalar için 3 öğrenci seçmişti yönetim. bu öğrencilerin yarışma odaklı çalıştırılması için benim dışındaki 2 öğrencinin okuduğu sınıfın öğretmenini pilot öğretmen seçtiler. ben bazı günler kendi sınıfımda, bazı günler de ayşe öğretmenin sınıfında derse giriyordum. işte aidiyet duygusuna dair içimdeki ilk anlaşılabilir karmaşa bu tarihlere denk geliyor.

    bir yerden bir süre ayrıldığınızda, o istikrar zinciri bir kere kırıldığında toparlamak çok zor oluyor. mesela, hastaneye falan gitmek için yarım gün okula gidemediğim günlerde, öğleden sonra sınıfa girişimle birlikte o yabancılaşmanın farkına varırdım. tahtanın önünde beslenme çantasına koyulan alüminyum folyolardan yapma topla oynayan çocuklar, arka tarafta masadaki silgi tozlarını birleştiren kızlar; sanki ben gelmeden önce başlamış olan bu organizasyona artık geç kalmış olduğumu hissederdim. sınıfın kokusu bile sanki benim orada olduğum günlerden farklı olurdu. bir yere ya tamamı ile ait oluyorduk, ya da dışında kalıyorduk büsbütün. allahım! bundan 20 sene önce çocuk gönlümle hissettiğim iki dizelik şiirlere tutunuyorum 30'umda.

    ortaokulda, bizim sınıfın şube adı* alfabenin ilerleyen sıralarında kaldığı için bizim sınıfları bölüp a, b ve c şubelerine dağıttılar. zaten son dönemde yarı zamanlı c şubesinde derse girdiğim için bu beni çok hırpalamamıştı. ama öte yandan, a şubesinde kalan sınıf arkadaşlarım rasim öğretmenin öğrencilerine benzemeye başlamışlardı. nasıl biz c sınıfı ile kaynaştıysak, onlar da a şubesi ile kaynaşmış ve doğal olarak baskın popülasyona benzemeye başlamışlardı. bunu o tarihlerde bu denli net tespit etmem mümkün değildi tabi, ama içimde bıraktığı bu izleri bugün, tozlarını ellerimle biraz silerek okuyabiliyorum; arkadaşlarımın yabancılaşmasından epey etkilenmiştim.

    yatılı okulla birlikte, ankara'dan ayrıldım. tam bu dönemde ilkokul ve sokak arkadaşlarımı kaybedişim başladı. kimin suçu bilmiyorum ama tutunamadık. o zamanlar facebook'dan falan da ekleyemiyorsun. kaldı ki tutunmak için yeterli bir sebep de bulamıyorum. ilkokulda babasının tayini çıktı diye okuldan ayrılan arkadaşımın ev telefonunu 118 den bulup aradığımda, bana "tuba sen misin?" demişti. ulan çocuk aklınla sen neyine güvenip "kimim ben, sesimden tanısana" diye cilveleniyorsun arkadaşına. meğer ben onu unutamazken, onun orada nasıl bir hayat yaşadığını düşünürken, o tubanın defterine kalp çiziyormuş. ben arkadaşlıkta takılı kalmışken, çocuk manita olaylarına girmiş belki. simdi o çocuk facebook'umda var, like bile vermiyorum anasını satayım.

    yatılı okul, arkadaşlık anlamında "tuba sen misin" kırıklığını atlatabileceğim bir dönem olsa da, yerleşik değildi. yani oraya ait olmak mümkün değildi. çünkü kimse amasya'da üniversite okumak istemezdi. nasıl olsa gideceğiz buralardan diye baktık hep. sanki istanbul bize ölüyor gibi, defterlerin arka kapaklarına sembolik boğaz köprüleri ve grafitiye benzer yazılar çiziktiriyorduk.

    üniversite hayatım boyunca istanbulda hep yer değiştirdim. her saçı uzun erkek çocuğu gibi ben de tez canlı ve sabırsızdım. benim de hatalarım oldu. her gördüğüm "iyi çocuk"la eve çıkılır sandım. kısıklıdan, kağıthaneye oradan hisarüstüne ve tekrar kısıklıya taşındım durdum. yerleşemedim.

    bir şekilde üniversiteyi de bitirip evlenmek istedim. çünkü yerleşmem lazımdı. yurtdışında inşaatçılara çok "veriyorlar" dediler ama istemedim. benim düzenli bir işe ve eşe ihtiyacım vardı. bu hevesle birlikte girdiğim şirkette şantiye şantiye geziyor, her limanda ise kendime bir sevgili ediniyordum. kızları sahiplenemiyordum ama şirketimi çok seviyordum. bir dönem istanbul'dan ankara'ya bile gittim, geri geldim.

    şirkette bariz bir yerim, yetki alanım vardı ve şirkete karşı aidiyet duygusu oluşturmuştum. çocukluğumla çıktığım sürgün, evlenip şirketimle edindiğim pozisyonla son bulmuştu. hani bir laf vardı, "sevdiğiniz işi yaparsanız, ömür boyu çalışmak zorunda kalmazsınız" diye. hah işte, o benim çalışma mottomdu. yıllardır hiç işe gelir gibi gelmedim şantiyelere. hep yapabileceğimden fazlasını hayal ettim, hiç bir zaman "elimden bu kadar geliyor" demedim. başka şantiye de olsa, bir iş varsa, hemen ben orada bitiyordum. istanbul'da tüm ulaşım vasıtalarını tek seferde kullanmam gereken mesafeleri gidip geldim. soğuk şantiyelerde parmak uçlarımın fareyi tıklayıp tıklamadığını anlayamadan hesap yaptım. gece beton döktüm, gündüz hesap çıkardım. bir gün merkezde, bir gün a şantiyesinde, bir gün b şantiyesindeydim. şirkette ortada kalmış bir iş varsa, onu yapacak adam ben olabilirdim, sorun değildi. öyle seviyor, öyle sahipleniyordum. dışarda daha mı çok veriyorlar? umrumda değildi. evimin yakınında şantiye mi başlıyor? boşversene.

    neden? çünkü kardeşim, başka çocukların sınıflarına gitmek istemiyordum artık. burası benim sınıfım, benim şirketim olmuştu. çocukluğumun göçebeliğini çıkarırcasına hunharca sahiplenmiştim işyerini.

    ta ki geçen aya kadar.

    bütün bunlar perdedeki romantik bir film gibi son buldu. dile kolay 6 senenin sonunda, doğumumla birlikte üzerime yapışmış olan kehanet beni tekrar buldu. evet doğumumla birlikte; yoksa ben almanya'da doğduktan 3 ay sonra neden türkiye'ye taşınalım değil mi?

    kader ağlarını işlemişti ve ben yine yollara düşecektim.

    **********************************

    detaylarını ifade etmekten yorulduğum bir süreç geçirdik ve ben yabancı bir şirkette, bir işe alım sorumlusu ile aynı masada oturuyorum.

    diyor ki, "samet bey, 6 senedir belli aralıklarla aynı şirkette çalıştığınız görülüyor, neden işten ayrılmayı tercih ettiniz"

    şimdi hanımefendi, ben size "aidiyet duygusunu kaybettim" diyeceğim ama siz benim çocukluğumda erzurum'a çok kar yağdığını nereden bileceksiniz?
  • olması ya da olmaması gerekliliği tartışmaları çok su götüren duygu. bir zamanlar türkiye'de bi yerlerde olduğunu sandığımmış. şimdi hiçbir yerde. aslında en güzeli bu. ama ruhunuz daha huzursuz oluyor bunu farketmenizle. yalnızlık değil ama tekinsizlik hissi başgösteriyor ve bunu bir sürü soru ve başka başka hisler takip ediyor.

    ama,

    ben sadece, ben sadece, ben olmak istiyorum...
  • sadece kendisine ödenen ulufeye aidiyet duyan, mince övücü tayyiban yazar.
  • (bkz: akp’lisin yani)

    bir de diyor ki 20 yılım gitti çocuklarımın, torunlarımın gitmesin. daha çok 20 yılların gidecek bu kafayla. el birliğiyle bir 5 yılı daha hediye ediyorsunuz reisinize. son 2 ayda öyle bir propaganda yaptınız ki akköpeklerle birlikte vallahi helal olsun lan.
    (bkz: körlük/@goccu)

    benim bahsedeceğim son 20 yılda iyice oluşan adeta tümör gibi beyinleri saran hastalık olan körlük.

    ben son 20 yıla bakınca,

    şehide kelle diyenleri görüyorum,
    abd askerlerine dua edenleri görüyorum,
    onlarca özelleştirmeyle 3 kuruşa çökülen devletin kurumlarını görüyorum,
    diri diri yakılan askerleri görüyorum,
    günlerce haftalarca girilemeyen ilçeleri görüyorum,
    5 ayda 600’den fazla şehit verilen çözüm sürecinin acı sonunu görüyorum,
    o askerlerin eşlerini, çocuklarını görüyorum,
    havalimanındaki, beşiktaş maçındaki, ankara garındaki bombalı saldırıları görüyorum,
    vergiden muaf tutulan yönetiminde ahbap akraba olan vakıfları görüyorum,
    liyakatın tamamen silinmesini görüyorum,

    taşınan türbeleri, sınırdan elini kolunu sallayarak giren binlerce hatta yüzbinlerce kişiyi görüyorum,

    terör örgütleriyle görüşenleri, görüşme talimatı verenleri görüyorum,
    katil tc devletidir diyenlerle el ele şarkı söyleyenleri görüyorum,
    apo mektupalarını meydanlarda okutanları görüyorum,
    onlarca şehidin katilini devlet televizyonuna çıkaranları görüyorum,

    höt denilince casus denilen papazı anında salıverenleri görüyorum,
    rus uçaklarıyla bombalanan 36 şehit görüyorum,
    başlarına çuval geçirilen askerler görüyorum,
    üzerine atılan iftiraları kendilerine yediremeyip intihar eden, kanser olan şerefli türk subaylarını görüyorum,
    ne istediler de vermedik dediklerinin yaptıkları kumpasları görüyorum,
    bitsin bu hasret hocaefendi denenlerin yaptığı katliamları görüyorum,
    çaldıkları sorularla yüzbinlerce gencin hayatını kararttıklarını görüyorum,
    uydurma delillerle yuvaları yıkan, amiral-generalleri hapislere attıran savcılara zırhlı mercedesler tahsis edildiğini görüyorum,
    şehrizar konaklarını görüyorum,
    evlerden çıkan milyonlarca euro’yu, para sayma makinelerini, kağıt öğütme makinelerini görüyorum,

    suriye’ye yapılan insani yardımları görüyorum,
    şu an suriye’nin yarısının ypg’nin olduğunu görüyorum,
    suriye’nin petrollerinin yarısından fazlasının ypg’ye aktığını görüyorum,
    milyonlarca mültecinin ülkemize yerleştiğini görüyorum,
    felaketlerde yaşanan acziyetleri görüyorum,
    depremlerdeki, maden facialarındaki, tren kazalarındaki yanlışlıkları görüyorum,
    sorumlu olanların istifa etmediklerini adeta ödüllendirildiklerini görüyorum,

    tanzim kuyruklarını görüyorum,
    1 kg kıyma için kar altında bekleyenleri görüyorum,
    onlarca kez değiştirilen ihale kanunlarını görüyorum,
    onlarca kez değiştirilen eğitim sistemini görüyorum,
    onlarca kez sıfırlanan vergi borçlarını görüyorum,

    atatürk’e iki ayyaş şeklinde laf atanları görüyorum,
    atatürk düşmanlarının el üstünde tutulduğunu görüyorum,
    sürekli ayrıştırma, ötekileştirme görüyorum,
    dini siyasete alet etme görüyorum.

    siz gerçekten bu kadar mı kör oldunuz?

    (bkz: abd askerleri için dua ediyorum)
    (bkz: iki ayyaşın yaptığı yasa)
    (bkz: şehrizar konakları)
    (bkz: ben bu davanın savcısıyım)
    (bkz: akp döneminde satılan kurumlar)
    (bkz: tanzim kuyruğu)
    (bkz: 7 haziran 1 kasım 2015 arası karanlık dönem)
    (bkz: abdullah öcalan/@goccu)
    (bkz: bilal erdoğan/@goccu)
    (bkz: recep tayyip erdoğan/@goccu)
    (bkz: elinde kur'an ile miting yapan cumhurbaşkanı)
    (bkz: şehit tabutuna yaslanarak konuşma yapan kişi)
    (bkz: pkk ile görüşme talimatını bizzat ben verdim)
    (bkz: osman öcalan'ın trt'ye çıkartılması)
    (bkz: 74 askerim osman öcalan'ın emriyle şehit edildi)
    (bkz: binali yıldırım'ın mülteci bekçiliği tweeti)
    (bkz: türkiye'nin taliban'ın inancıyla ters bir yanı yok)
    (bkz: cemaat devlete sızmış bunlar kargaları güldürür)
    (bkz: bu hasret bitsin dön artık hocaefendi)
    (bkz: sayın öcalan aldığı kellelerin hesabını veriyor)

    (bkz: asrın depremi)
    (bkz: asrın sel felaketi)
    (bkz: asrın yoksulluğu)
  • inceci görevine atanmış aktroll.

    huzur için engelle
  • motosiklet kulüplerinde, derneklerinde, gruplarında da görülen duygudur.

    bana hep saçma gelir aidiyet duygusu, fazlası faşizmin ilk adımı olduğu içindir belki. bu açıdan bi sürü hır-gürün olduğu, atara atar gidere gider şeklinde varlığına devam eden ekşiteker'i ne olursa olsun seviyorum. kimsenin kimseye minnet borcu yok.
  • (bkz: kitle ve iktidar)

    bir çok insanın, iktidarın-gücün varolduğu yere ait olmayı arzuladığını da düşünmek gerekli sanırım..
    görünürdeki gücün yanında değilse de, kafasında güç olarak tanımladığı yere varmaya çabalamıyor mudur?
  • birliktelik hissi. bir seye ait olacaksin. kahve icmeye gideceksin , "hosgeldin" diyecek elini sikacak; bakkala gireceksin, bir sigara diyeceksin ictigin marka sigarayi verecek; berberde her zamanki gibi diyeceksin... seviyorum demeyeceksin, sevdigini bilecek. bir seye ait olacaksin.
  • bolca içimi döktüğüm, uzun bir entry oldu.

    bazı insanlarda, anılara, mekanlara, insanlara, alışkanlıklara vs. bağlılık duygusu daha belirgin oluyor. bu durum, duygusal yapıda biri olmamdan kaynaklı, beni oldukça ağır etkisi altına alabiliyor bazen.
    isveç'ten sıkılınca, bazen finlandiya gemilerine atlar, gemide vals yapan yaşlıları seyreder, finlandiya'nın boş sokaklarını gezer eve dönerdik. hiç gitmediyseniz üzülmeyin, çünkü pek bir şey kaçırmadınız.

    ekşi'deki norveç başlıklarını görünce norveç algımın bile ne kadar farklı olduğuna şaşıyorum. kışın hiç güneş doğmayan, bomboş sokaklara ve insanı çıldırtan sessizliğe sahip norveç'te, maket misali güzel, bahçeli evlerde yaşayıp, çoğu zaman yazın dahi bahçede oturamıyorsunuz. rüzgar esmezse ağaçların dahi kıpırdamaması, birkaç insana rastlamak için yaptığınız uzun yürüyüşlerde ruhu alınmış birkaç zombiyle karşılaşmanız, sizi bilmem ama bana norveç'in modern bir mezarlık olduğunu hatırlatıyor. iyi ki norveç'te doğmamışım derdim hep. bizim ekşicilere kalsa norveç'te intihar eden insanlar tanrı tarafından iki defa cezalandırılmalılar. insan hem norveç'te doğup, hem nasıl intiharı düşünebilir ki?

    diğer taraftan norveçlilerin benden çok daha şanslı oldukları birçok konu da vardı elbette. örneğin, benim yaşımdaki bir norveçli, babaannesi ve büyükbabasını vals yaparken seyredebiliyordu. sahi, türkiye'deki yaşlıların kendilerine ait bir hayatları oldu mu hiç?

    uzun yıllar geçirdiğim, hatta beynimin ve düşüncelerimin yarısının şekillendiği ülke olan (norveç benzeri) isveç'e karşı, ne bir özlem, ne bir bağlılık ne de bir aidiyet olmadı içimde.

    istanbul'da yaşarken, ben, istanbul'un sadece güzelliklerine odaklanırdım. erkek arkadaşım ise trafiğine, insanlarına odaklanır, sürekli öfkelenirdi. benim, kalabalıklara karışmak ve şehrin her sokağını gezmek istememi, karaköy'ü, galata köprüsünü, eminönü'nü, balat'ı, insanları seyrederken duyduğum sevinci ve coşkuyu görünce bana hayranlıkla bakar, gülerdi. “yıllardır istanbul'dayım, bu şehrin birçok güzelliğini seninle keşfettim”derdi. onca çarpık yapılanmaya rağmen o şehrin o kadar güzel olması mucize gibiydi ama orada yaşayanlar, benim gördüğüm güzellikleri göremiyorlardı. çünkü ben, isveç gibi, yaşamın olmadığı ülkelerden gelmiş birinin gözüyle bakıyordum o şehre ve orada yaşarken duyduğum coşku üç yıl boyunca hiç eksilmemişti. sürekli orada yaşayanlarsa türkiye'nin sıkıntılarıyla boğuluyorlar, hiçbir güzelliği görmüyorlardı.

    bizim şirkette italyan bir kadın var -çok tatlı ve matrak biri. arada bir kahve almaya inince kantinde karşılaşırız. bir defasında kulağıma eğildi, “biliyor musun, bu ingilizleri bir depoya kapatsan yıllarca güneş görmeden yaşayabilirler. ben bu ülkede depresyona giriyorum” dedi ve ekledi “bu ülkeye dair sevdiğim tek şey pound, yeterince poundum olunca ülkeme döneceğim. hahaha”
    şimdi italya cennet gibi bir ülke de, türkiye değil mi? o kadın bunları söyleyince normal oluyor da ben söyleyince neden saldırıya uğruyorum? tamam, bizim memleketi bıyıklılar ele geçirdi, estetiğini bozdular, birçok zarar verdiler ama yine de güneşli ve güzel bir ülke değil mi?
    bir de it'ci hintler var. şirkette punjab takarak şu görsel
    kılıkta geziyorlar.
    yahudiler var, evde, işte, sokakta kovboy kılığında geziyorlar.
    şirketin gerçek sahipleri ise ingilizler. yabancılar en fazla orta düzey yönetici oluyorken, üst yönetimin tamamı ingilizlerden oluşuyor.

    o italyan arkadaş, punjablı hintler ve yahudiler ne kadar ingilizse, ben de o kadar ingilizim işte.

    punjablı arkadaş karşımda büyük ihtimalle bolywood müzikleri dinleyip çalışıyordu. bense spotify'dan ata demirer'in alaturka albümünü bulmuş, dinlerken, bir anda fıldır fıldır hayriye, ağzi burni çürüye deyince içimden kahkaha atmıştım. “amaan şu etraftaki ingiliz asilzadeler olmasaydı kalkar iki göbek atardık” modunda çalışıyordum. kültür dediğimiz şeyle o kadar bütünleşmişiz ki, dünyanın neresine gidersek gidelim etkisinden kurtulamıyoruz. kurtulmayalım da zaten. entegrasyon, kendi kültürünü unutmak anlamına gelmiyor.

    isveç'te yaşadığım yıllarda çok çalışkan ve hırslı biriydim. bu da benim, girdiğim her ortamda istemeden sivrilmeme neden oluyordu.
    lise seviyesi isveççe okumadan önce en az iki yıl temel isveççe dersleri almam gerekiyordu. fakat, birinci yılın sonunda öğretmen bana, “senin seviyen diğerlerinden ileride, sana bir sınav yapalım, geçersen lise seviyesi isveççeye başlayabilirsin” demişti. sınavı geçtim ve diğer arkadaşları geride bırakarak üst sınıfa başlamıştım. hatta bu öğretmenim bana “ilerleyen yıllarda bana kart gönderir misin? senin isveç'te neler yapacağını merak ediyorum” demişti ama aklımdan uçup gitmişti. ismini bile hatırlayamıyorum şu an.

    üniversiteye başlayıncaya kadar eğitim gerektirmeyen birçok işte çalışmış, farklı sosyal sınıflardan isveçlilerle de tanımıştım. en büyük rahatlamayı üniversitede yaşadım. nihayet, her konuyu derinlemesine konuşabileceğim bana benzeyen insanlarla bir aradaydım. sıradan isveçliler daha ırkçı ve önyargılılardı.

    bu arkadaşlarımın yanında kendim olabiliyordum. isveçli taklidi yapmadan kendimi onlara sevdirmiş olmalıyım ki benim türk olmamı sempatik bile bulmaya başlamışlardı.
    şaka kaldıran ve laf altında kalmayan biri olduğum için onlar beni, ben onları kültürel farklılıklarımızdan dolayı ti-ye alırdık. hatta çoğu zaman ismimi bile söylemezlerdi, türk gel, türk git, “sen bizim biricik türkümüzsün”.
    iki ders arasında boş bir sınıfta toplanır ders çalışırdık. bir defasında sınıfa ilk ben girmiştim ve farkında olmadan kitapları, defterleri ortalığa yaymış, ders çalışırken diğer arkadaşlar gelmiş, içlerinden biri “yayılmacı türk, diğer milletlere de yer aç biraz” diye komik bir şeyler söylemişti.

    ciddi konulara daldığımız zaman bana, sen kendini çok türk sanıyorsun ama birçok konuda isveçli gibi düşündüğünün farkında bile değilsin diyorlardı. bunun farkına türkiye'de yaşarken varmıştım. ben artık ne tam bir türktüm, ne de tam bir isveçli.

    arkadaşların çoğu lisans artı y. lisansı 6 yılda bitirmişlerdi. bense okula gitmekten o kadar sıkılmıştım ki, dersleri normal tempoda değil de hızlandırılmış haliyle almıştım (böyle seçenekler vardı) ve 4.5 yılda mezun olmuştum..
    işe başlayınca da patronların dikkatini çekmiş ve özel yetenek programına falan seçilmiştim.
    isveç'e ilk gittiğim gibi kalsaydım ve eğitim gerektirmeyen işlerde çalışmaya devam etseydim, ağırlıklı olarak göçmenlerle çalışır, isveçlileri daha az tanır ve isveç algım şimdikinden çok daha farklı olurdu.

    fakat benim renkli kişiliğim buna izin vermedi. yerinde rahat duramayan ve yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışan biri olunca göçmen olmanın zorluklarıyla da daha yakından boğuşmak zorunda kalıyorsunuz.

    yolculuğum boyunca her sosyal sınıftan insan tanıyor, yeri geliyor ırkçılığa maruz kalıyor, yeri geliyor diğer göçmenlerden daha iyi isveççe bilmeme rağmen bulunduğum grupta herkesin isveçli olması nedeniyle, aksanımın farklı olması, dili anadilim kadar mükemmel konuşamamam nedeniyle ezildiğimi hissediyor, önyargılarla savaşmak zorunda kalıyordum. dediğim gibi, ilk gittiğim yerde kalsaydım, isveç'i hiçbir zaman tam olarak tanıyamazdım.

    irkçılık isveç'in bir parçasıydı ve araştırmalara göre, erkekler ırkçılığa daha sert şekillerde maruz kalıyorlardı.
    yaşadığım en bariz ırkçılığa bir öğretmen tarafından uğradım.
    lise seviyesi ingilizce dersleri alırken öğretmenimiz annelik iznine ayrıldı ve derslere başka bir öğretmen girmeye başladı.
    sınıfta yabancı olarak üç kişiydik, geri kalan herkes isveçliydi. kadın derslerde sadece isveçlilerle ilgileniyor, bizimle hiç konuşmuyor, bizi yok sayıyordu. haliyle sınavlarda da biz yabancıların not
    ortalamasını kasıtlı olarak düşürmüştü.

    üçümüz de ırkçılığa uğradığımızın farkındaydık ama sonuçlara itirazımız hiçbir işe yaramamıştı. uğradığımız haksızlığı kanıtlayabilmek için diğer öğrencilerin de sınav kağıtlarını ve öğretmenin nasıl değerlendirdiğini görmemiz gerekiyordu. fakat üçümüzde de mahkemeyle uğraşma isteği yoktu.

    hadi biz yetişkindik, ırkçılığı takmadan yaşamayı öğrenmiştik ama bunu küçük çocuklara da yapıyorlardı. göçmenlerin toplumda ilerlemesini tehdit olarak görüyorlar, eğitimde önünü kesmeye çalışıyorlardı.

    ırkçılığın farklı boyutlarına dönem dönem maruz kaldım ama pek umurumda olmadı açıkçası. isveç'e aidiyet duymamamın ve oradan göç etmemin ırkçılık dışında birçok nedeni vardı.

    isveç'i iyi tanımak için ya orada doğmuş olmanız, ya da benim gibi sıfırdan mücadele vermeniz gerekiyor. 30 küsür yaşında doğru düzgün dil bilmeden isveç'te beyaz yakalı olarak çalışırsanız, isveç'i gerçek anlamda hiçbir zaman tanıyamazsınız.

    hukuk okuyan göçmen bir çocuk isveç'teki sinsi ırkçılığı gün yüzüne çıkarmak için sosyal deneyler yapıyor, ispatlarıyla herkesi mahkemeye veriyordu. örneğin, isveçli arkadaşıyla gittiği bir gece klübünde birbirlerini tanımıyorlarmış gibi sıraya giriyorlar, isveçliyi içeriye alıyorlar ama göçmen olanı bir bahaneyle içeriye almıyorlardı. benzer iki cv hazırlıyorlar, birini isveçli ismiyle, diğerini göçmen ismiyle şirkete gönderiyorlar ve tabii ki isveçli olan mülakata çağırılıyordu.

    şimdi bana diyeceksiniz ki, “türk gibi davranırsan tabii ki ırkçılığa maruz kalırsın” hayır, ben sadece samimi arkadaşlarımın yanında rahattım. tanımadığım isveçlilere karşı sürekli bir maske takıyor, isveçli gibi davranıyordum.
    insan uzun süre yurt dışında kalınca garip yetenekler geliştiriyor ama ne fark eder ki, isminiz ve aksanınız farklı. irkçılar insana kendini böcek gibi hissettirebiliyorlardı.

    isveç gazetelerini didik didik okuyor, ülkede olan biteni yakından takip ediyordum. isveç kültürüne ve kodlarına derinlemesine hakimdim. isveç'te doğmuş arkadaşların cv'lerini hazırlayıp, iş bulmaları konusunda yardımcı oluyordum. en son isveç'ten göç ederken, artık isveç'i hatmetmiştim.

    şimdi ben isveç'i ve avrupa'yı bu kadar yakından tanıyorken, buraya yeni göç etmiş birinin, benim yüzyıllar önce aştığım “entegrasyon, adaptasyon” içerikli cümleler kurması, hatta bana “kurallara uymayan, bu yüzden türkiye'ye dönmek isteyen” medeniyetsiz biri olduğumu ima ederek ithamlarda bulunması ve o insanların avrupa hakkında yazdıkları boş entrylerin debeye girmesi beni üzüyor.

    benim, altı dolu bir özgüvenim olmasaydı, akıntıya karşı kürek çekerek insanlara göçmenlik ve avrupa gerçeklerini anlatmaya çalışmazdım.

    göçmenliğin her haliyle tanıştım. ingiltere'ye iş teklifi alarak geldim ve tek tip ingilizlerle çalıştığım için ırkçılığa maruz kalmadım ama ingiltere'de büyüyen arkadaşlarım burada da ırkçılığın çok yaygın olduğundan bahsediyorlar.

    londra dışında bir kasabada yalnız kalarak “avrupa'nın yalnızlığı”nı da en dibine kadar yaşadım. orada hiç türk yoktu. kasabanın ortasında bir tane pub vardı ve ingilizler toplanıp country müzikleri dinleyip bira içiyorlardı.

    ingilizler, isveçlilerden sosyal insanlardı. o pub'a gidip bir masaya otursam, kadın olmamın da yardımıyla birileri gelir, mutlaka benimle muhabbet ederdi ama ben bundan ne kadar keyif alabilirdim ki?

    çevrede çok güzel at ve eşek çiftlikleri vardı ama her haftasonu da çiftlik gezerek hayat nasıl geçerdi ki?

    arabaya atlayıp kuzey londra'ya giderek türk derneklerini, cemevlerini ziyaret etmeye başlamış, çok güzel insanlarla tanışmıştım. kendi milletinle ortak paydan o kadar fazla ki, aynı müziği dinliyor, benzer espriler yapıyor, benzer yemeklerden hoşlanıyorsun. yurt dışındayken kendi milletine duyduğun aidiyet duygusu da derinleşiyor.

    öyle kolay mı sanıyorsunuz, anadilinizi konuşmadığınız, isveç, almanya gibi ülkelerde önyargılarla ve ırkçılıklarla boğuşarak yer edinmeye çalışmayı? eğer suya sabuna dokunmadan yaşar, avrupalılara karşı eğilip, bükülürseniz, doğru düzgün dil öğrenmez, onları tanımazsanız, farkındalığınız da zayıf olursa çok mutlu olabilirsiniz.

    ben burada tüm samimiyetim ve iyi niyetimle, yurt dışında yaşamanın sosyolojik ve psikolojik boyutlarını, zorluklarını anlatmaya çalışıyorken, en anlamlı mesajları yurt dışında uzun yıllar yaşamış insanlardan alıyorum. bazıları dertleşmek için yazıyor, bazıları,
    “yazdıklarınızın altına imzamı atarım hocam”
    “nihayet biri çıkıp kral çıplak dedi” benzeri mesajlar gönderiyorlar.
    eğer 100 mesaj alıyorsam, 95'i çok anlamlı ve güzel oluyor.
    bana en ağır ithamlarda bulunanlar ise, avrupa'ya yeni göç etmiş beyaz yakalılar oluyor.

    avrupa'yı yeterince tanımamalarına rağmen bana sert tepkiler göstermelerinin nedenlerini de anlıyorum aslında.

    yurt dışı benim hayatımın bir gerçeği oldu. hatta türkiye'den bile daha gerçek. ben bugün herhangi bir gelişmiş ülkede iş başvurusu yapsam, benim iş teklifi almam ve o ülkeye yerleşmem en fazla iki ayımı alır. bu imkanlar benim normalim oldu ve benim için pek fazla bir şey ifade etmiyorlar.

    fakat bu yeni gelen arkadaşlar türkiye'den avrupa'ya taşınabilmek için yıllarca çaba gösteriyorlar ve onca emeğe karşılık, avrupa'ya nihayet yerleşmiş olmak, onlar için bir ayrıcalıkmış gibi geliyor. henüz göçmenliğin birinci boyutunda olan bu insanlar, benim gibi, göçmenliğin beşinci boyutunu anlatmaya çalışan birine öfkelenip, tartışmayı “avrupa'da kurallar var” boyutuna getirip, bana da kural-tanımaz ithamlarında bulunarak saldırabiliyorlar.

    bu arkadaşların bir kısmı beni özellikle takip ediyorlar ve buradan uçurulmam ya da kaçmam için her yazdığım entryi eksiliyorlar.
    bakın benim için ekşi'de olmak hiç önemli değil, beni uçurabilirsiniz. yazmayı seven biriyim, istersem yazacak başka bir mecra bulurum ama siz, ben gittikten sonra da nefret edecek birini bulacak, şahsi kavgalarınıza devam edeceksiniz ve hayatta bir adım dahi ileriye gidemeyeceksiniz.

    bense insanlarla, beni geriye çekeceği için şahsi kavgalar etmekten hep kaçınmışımdır. beni ithamlarıyla debeye sokan ya da bana keyif kaçırıcı mesajlar gönderenlerin nicklerini bile hatırlamıyorum. hiçbirini mesajla rahatsız etmediğim gibi, hiçbir entrylerini okuyup eksilemedim.

    benim göçmenlikle ilgili yazdıklarımın kötü niyetli olduğunu düşünüyor olabilirler. son yıllarda türkiye'deki kötü gelişmeler sonucu yurt dışına göç oranı artıyor.

    yabancı bir ülkeye tek başına göç eden birinin dil sorunu nedeniyle sıkıntı yaşaması, yalnızlıkla boğuşması, ırkçılığa uğradığı zaman ya da özlem duygusuyla boğuşurken kendisini kabahatli hissetmesini istemiyorum. çünkü ben milletimi seviyorum. diğer milletler yurt dışında birbirlerine kenetlenmişken, bizim insanlarımızın birbirleriyle sürekli kavga halinde olmasına üzülüyorum.

    ben isterdim ki, ekşi'de bu tür sorunlarından bahseden insanlara destek olunsun, yalnız olmadığı hissettirilsin, çözümler üretecek tartışmalar yapılsın ama maalesef ekşi'deki bilinsiz yurt dışı entryleri bu insanların kendi kabuklarına çekilmelerine neden oluyor.

    ben göçmenliği “kurallar var” boyutunda tartışan insanlara üzülmüyorum.

    ben, bir takipçimin gönderdiği şu videodaki, farkındalığı yüksek, göçmenliği her boyutuyla tartışan, yüzlerinde hiçbir yaşama sevinci bırakılmamış şu pırıl pırıl insanlara üzülüyorum.
    bu insanlar türkiye'de kalıp mutlu olabilirler, türkiye'yi aydınlığa çıkarabilirlerdi ama olmadı. memleket bir türlü düzelmedi.

    https://youtu.be/5b5lpuacebe

    edit: hayatı boyunca sadece londra'da yaşamış birine, isveç, norveç, almanya gibi ülkelerdeki göçmenliğin zorluklarını anlatmak zordur. londra'da milyonlarca göçmen var ve burada yıllarca hiç göze batmadan yaşayabilirsiniz. ama kuzey ülkelerinde, almanya'da sanırım berlin dışında size yabancı olduğunuzu çok sık hissettirirler. yurt dışında nerede yaşadığınızın çok önemi var.
hesabın var mı? giriş yap