• filmi ,sorunlu bir baba kız hikayesi olarak okursanız çok sığ bir perspektiften değerlendirmiş olursunuz. film, temelinde anı ile ilgilidir. anıların zaman içerisinde kazandığı değer ile.

    --- spoiler ---
    filmde baba ve kızın geçirdiği tatil çok sıradan,sıkıcı hatta çoğu zaman da sinir bozucu, bunu tüm film boyunca özellikle hissetmeniz isteniyor.(havuz başında sürekli uyumaları,karaoke sahnesi) kız için de aslında durum böyle babasıyla zaman geçirdiği için tabikide mutlu ama dışarıdan bir gözle baktığımızda bu tatilin eğlenceli olmaktan çok uzakta olduğu hemen anlaşılıyor. peki bu tatil bu kadar sıradansa sophie neden yetişkinliğinde gecenin bir vakti tatil kasedini izliyor. işte bu filmin özü arkadaşlar.tam bilmesek de babanın kısa bir süre sonra intihar ettiğini varsayabiliriz.(büyük ihtimal işsizlik sebebiyle) işte o andan sonra tatil, sophie için sıradan ve sıkıcı değil ,tek ve eşsiz haline geliyor. sevdiğiniz bir insanla yaptığınız sıradan bir aktiviteyi düşünün şuan anlamsız gelecektir ama sevdiğinizi kaybettiğinizde o en sıradan aktiviteyi bile son bir kere yapmak için feda edeceğiniz şeyleri düşünün.sophie'nin elinde kötü çekilmiş bir video kasedi, asla tamamlanamış, zihinde binlerce kere tekrar edilmiş bir dans ve babası ile artık aynı gökyüzü altında yaşamıyor olmanın çaresizliği var.kısacası sevdiğiniz insanlarla yaşadığınız en sıkıcı,sıradan ve sinir bozucu anların bile tadını çıkarın. ben filmden ödevimi almış ayrıldım.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    çok fazla yazıldığına şahit olmasam da sonunda calum karakterinin* intihar ettiğinin aşikar olduğu film. filmin başından beri kesitlerle gördüğümüz ve gittikçe kötüleşen bir depresyonu temsil eden disko sahnesinin uzantısını kızını bırakıp yanından ayrılırken geçtiği kapının aralığından görmemiz yani tamamen depresyona teslim olması; kızına bıraktığı 'seni her zaman seveceğim' içerikli mektup; kızı doğum gününü kutladıktan sonra bir sonraki doğum gününü görmeyeceğini bilmenin getirdiği üzüntü ve kızını hayal kırıklığına uğratacağının düşüncesi ile hüngür hüngür ağlaması; tatilin bitimine doğru kendisi için belirlediği sonun yaklaşması sebebiyle gittikçe huzursuzlaşması ve dengesizleşmesi; kızına yaptığı 'senin daha çok zamanın var' tadında konuşması ve daha bir çok detay bence açıkça intiharı işaret ediyordu.

    kızı sophie'nin sonlara doğru o disko sahnesinde babasına katılması; bu sahnenin babasıyla son tatil gününde dans ederlerken dans etmekten utanıp babasını ittirdiği sahnelerle paralel olarak ama zıt eylemleri içerir şekilde çekilmesi ve sophie'nin yetişkin haliyle babasını o içinde bulunduğu kaotik ve boğucu ortamdan çıkarıp yaşatmak için babasına sarılıp kendine getirmeye çalışması bana çocukluğunda babasının içinde bulunduğu durumu bir çocuk olarak tabii ki fark edememiş olmasının suçluluğu ve bunu zihinsel olarak tersine çevirme çabası gibi geldi.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak ele aldığı konusu, anlatım dili ve tabii ki türkiye'de çekilmiş olması sebebiyle beni acıyan yerlerime de değerek çok etkileyen bir film oldu. filmekimi'nde bilet bulamadığım için daha da üzüldüm, keşke sinemada izleyebilseydim.

    10/10
  • gamsız hayat'ın sözleri eşliğinde belirginleşen foroğraf...

    çok mu dertsiz duruyorum?
    uzaktan bakınca
    çok mu kalender sandınız?
    dert anlatmayınca

    --- spoiler ---

    --- spoiler ---

    gamsız hayat filmin içinde yerleştirilebileceği en uygun ve vurucu yere bırakılmış. babanın sezdirilen depresyonu ve intihar planı/ düşüncesi o sahnede bağırıyor artık, zaten finale çok yakın bir an. açık açık söylenmesine gerek yok, o kapıdan geçerek film boyunca bir hatıranın kesiti sandığımız karanlık bir parti gibi gözüken depresyonun içine girdi ve kesinlikle intihar etti. gösterme sanatı bu ya işte. yoksa herkes anlatır.

    gamsız hayat herkese başka sunar
    garip oyunlarını
    gamsız hayat herkese başka kurar
    kahpe tuzaklarını

    babanın önceki sahnelerde karanlık sokakta rastgele yürümesi, yanında geçen adamın yere attığı izmariti alıp son dumanı içine çekmesi, karanlık denize koşarak kendini bırakması, odaya döndüğünde çırılçıplak sızması, hıçkırarak ve titreyerek ağlaması, doğumgünü şarkısını duyunca yüzünde oluşan o çarpık ifade... bütün film intihar örüntüsü. teknede çocuk bekleyen dalış eğitmeni ile yaptığı konuşmada kırk yaşını görmenin imkansızlığından otuzunu görmüş olmanın da şaşkınlığından bahsetmesi.

    sanmayın biter bu durgunluğum
    sarmadan kuytu yaralarımı
    sanmayın biter bu huysuzluğum
    açmadan saklı duygularımı

    aslında bütün tatil beş parasız kalmış, kendini başarısız hisseden, yirmili yaşlarını tüketmiş ve ellerini boş görmüş, daha çocuk yaşta çocuk sahibi olup kendini yitirmiş bir adamın kızına son hediyesi. seni hep seveceğim notu bırakması, kamera alıp bütün tatili kayda alması, iki tane dondurma bile alamazken 850 pounda halı alması, kızının yetişkin hali bebek sesine uyanıp yataktan kalktığında yerde bu halının serili olması. kareoke teklifini reddedince kızı tarafından parasızlığı yüzüne vurulunca yaşadığı kopuş, kızını tiyatroda bırakıp odaya çıkması ama odaya sığamaması gecenin içinde kaybolması. sonda bu reddin pişmanlığı, tatilin amacını hatırlaması, o son dans ve kucaklaşma.

    hepsi sonunu planlamış bir insanın hoş bir anı bırakmak istemesi kızında. hatta dubalarda otururken gelecekten bahsetmesi, tıpkı ilk öpücüğünü onunla paylaşması gibi gelecekte de bu şeffaflığın sözünü alması, yaşam umudu. intihardan vazgeçiş, geri geliş. o kopuk gidip gelen tetiklenme hali, bir an hayatın içinde ona sıkı sıkıya bağlı planlar içerisinde öteki an bitiş noktasını kesen gözlerde.

    kızın tatil boyunca erken büyümüş çocuklara özgü o yarı memnuniyetsiz hali,hemen hemen her şeyi sanki bir zorakilikle yapan tavrı ama sonra büyümüş halinin bu video kayıtlarını oturup sakince ve ne üzgün ne mutlu ama huzurlu bir ruh haliyle izlemesi. bütün filmin kızın yetişkin halinin bu kayıtları izlemesi yani hatırlama girişimi olması...

    içerisinde yaşarken bizi tatmin edemeyen anların zamanı gelip de bizi huzurla doldurması. o anlara duyulan özlem. hatırlamanın yetersizliği, o insanı ve o insanı o anın içinde özlemeyi. o anın sonsuz hasreti. belki de o anın keşkesi, en ağır yanı bu sanırım, keşke şöyle demeseydim, keşke böyle yapmasaydım, keşke keşke keşke. bu hisler parçalandı içimde filmi izlerken. biraz sanki yaşamın, sevdiklerimizin, onların bize sunabildikleri ile yetinebilmekle ilgili bir film. ne bileyim kızının tatil boyunca tavrı farklı olsaydı baba intihar istikametinden dönebilir miydi? gerçi bunu sorgulamanıza izin vermiyor film çünkü derdi bu değil.

    ilmek ilmek, filmin her sahnesi gidilen istikameti yaratıyor. bomboş bir tatil vlogu vb şeklinde eleştiriler almış yukarılarda, kesinlikle bu acımasız yorumları hak etmiyor.

    --- spoiler ---

    --- spoiler ---

    kişisel olarak beni bu kadar etkilemesinin sebebi sanırım unutmaktan deli gibi korkan bir insan olmam. izlerken de yazarken de canım yandı. keşke gündüz gözüyle izleseydim, geceye sığamıyorum. hatta keşke paraya kıyıp da ayvalık'a gidip festivalde izleseydim de yazın neşesi içerisinde eriyip gitseydi film. bu mevsimde kim bilir kaç zaman benimle gezecek filmin hissi. bir de sakın film bitince benim yaptığım hatayı yapıp son ses gamsız hayat çalmayın arkadaşlar.

    gamsız hayat herkese başka sorar
    geçmiş hesaplarını
    gamsız hayat herkesi başka yorar
    görmez gözünün yaşını

    edit: düzeltme ve eklemeler.
  • hasta hasta sekiz saatlik bir uçuşu nasıl geçireceğimi düşünürken önümdeki ekranı karıştırıyorum. uçak da buz gibi zaten kazak üstüne polar üstüne montla oturuyorum hala titriyorum, saçma sapan incecik bir battaniye vermişler dalga geçer gibi. bu amerika'ya giden uçakları niye böyle yapıyor hep pezevenkler diye küfrederken bu film çıktı karşıma. ne zamandır listemdeydi izleyeyim bari dedim.

    başta ağır ağır ilerlerken uykumu getirdi, zaten hastayım uyuyayım derken bir yandan da bırakamadım, bir şeyler izin vermedi, ne olduğunu anlayamadım. sonlara doğru öyle bir hüzün, öyle bir kasvet sardı ki içimi, iyice zehir oldu yol, ağzıma sıçıldı.

    varınca havalimanında bir yere oturdum, bir sonraki uçuşu beklerken film aklımda dönmeye başladı, mal mal ağladım. uzun zamandır bir film beni bu kadar üzmemişti. bak bunları yazarken hala gözlerim doluyor. allah kahretsin ya yapmayın böyle şeyler. bir daha da izlemem asla.

    çok güzel film. izlemeyin.
  • öncelikle filme,yapımcısı ve yönetmenine çok teşekkür ederim,çünkü türkiye normalde tam olarak filmde gördüğümüz gibi bir yerdi,en azından bir zamanlar.

    --- spoiler ---

    filmin son dakikasına kadar bir şey olsun diye bekledim ama ne olmasını istediğimi bilmiyorum.
    çok gerildim, bazen çok gülesim geldi,bazen de inanılmaz moralim bozuldu.
    çocukluğum marmaris'te geçtiği için bazı sahnelerde geçmişten bir anı görmüş gibi hissettim kendimi.küçükken babamla denize atladığımız,yarış yaptığımız,dalışa gittiğimiz tüm anılar nüksetti beynime.bu yüzden de çok içselleştirdim sanırım filmi.

    (bkz: paul mescal) harika bir oyuncu, normal people'dan beri takip ediyorum kendisini ama oyunculuğunun zirvesi sanırım bu işti.
    eğer kendisini hiç tanımasaydım ve tesadüfen görseydim,gerçek bir tatil anısı zannedebilirdim bu filmi.bu kadar doğal bir oyunculuğa her zaman rastlamıyoruz.
    aynı şekilde filmdeki çocuk oyuncu (bkz: frankie corio) da olağanüstüydü. tıpkı paul mescal gibi inanılmaz doğal bir oyunculuğu vardı.

    bir çocuğun babasının götünü toplaması,babasına arka çıkması çocuk için ne kadar travmatik.aynı zamanda babanın da büyüdükçe anlaşılmaya başlanması bir o kadar da üzücü.
    film buralarda o kadar çok dolaştı ki bir süre sonra film izlemeyi bırakıp kendimle hesaplaşmaya başladığımı düşündüm.

    candan erçetin'in gamsız hayat şarkısı eşliğinde izlediğimiz,fotoğrafın belirginleşmeye
    başladığı sahne beni ekstra üzdü ki paul mescal ve gamsız hayat'ın bir arada oluşunu hiç sorgulamadım.

    ve son sahne sayılabilecek olan baba ile kızın geçmişle paralel olarak izlediğimiz sarılma sahnesinde gözlerim doldu,doldu taştı.

    --- spoiler ---

    bana kalırsa bu yılın en iyi filmi.
    uzun yıllar hatırlayacağım.
  • birkaç hafta önce, bir arkadaşıma onun tanımadığı birinden bahsediyordum. daha doğrusu, onunla ilgili hislerimi anlatmaya çabalıyordum. arkadaşım, “böyle” hissetmeme sebep olacak bir şey yaşanıp yaşanmadığını sordu. yok dedim, hiçbir şey olmadı, ama onunla ilgili tam olarak “böyle” hissediyorum. sonraki birkaç günü, hislerime kanıt olacak somut bir şeyler aramakla geçirdim. bir olay, bir söz, bir tartışma... ama değişik bir şey olmadı. hislerimi yetersiz bulup, onları ispatlamaya giriştiğim için kendime kızdım ve aramaktan vazgeçtim.

    bu filmle ilgili hissettiklerim de tam olarak “böyle”. asla yetersiz değiller, aksine çok kuvvetli, çok yerindeler ama anlaması zor, aktarması da zor olacak.

    film bitince, ağlayarak hızlıca yerimden kalktım. balkona çıkıp biraz hava alayım dedim. balkona adım atınca televizyondan sesler geldiğini duydum. filmi sonuna kadar izlediğime emindim aslında. sonun da sonuna bazı sahneler koydular herhalde, diye düşündüm ve koşarak (gerçekten koşarak) televizyonun karşısına geldim. filmin sonuna sürprizler filan koymamışlar, durdurmadığım için film baştan başlamış. henüz yeni kalktığım koltuğa, aynı yere, aynı şekilde yeniden oturdum ve filmi hiç durdurmadan bir kere daha izledim. yani birkaç dakika içinde, film beni yeniden çağırdı. buralardan uzaklaşma, geri gel dedi, otur karşıma, hatırla, unut, yeniden hatırla, yine unut, yine hatırla... bu kadar kısa sürede, kendi kehanetini gerçekleştiren bir filmle karşılaşmamıştım şimdiye kadar.

    oldum olası geçmişle ilgili anlatımları çok seviyorum. gelecek, sınırsızlığına, bilinmezliğine, bulanıklığına, binbir çeşit ihtimaline rağmen, pek heyecan vermiyor. tam tersine geçmişin belli bir yapısı var; sınırları, katları, sütunları, köşeleri, bir çatısı, bir şekli var. olanı geri çağırmak, yeniden adım adım yaratmak, üstelik bir dikdörtgenin (belki bir otel odasının, belki bir fotoğrafın, belki bir televizyon ekranının, belki bir halının) içinde oraya buraya çarpa çarpa bunu yapabilmek, sahip olduğumuz hem en büyük yetenek, hem de lanet. aftersun’ın tam olarak yaptığı şey bu; mükemmel bir geçmiş yaratımı. mükemmel dediysem, elbette kusurlarıyla, eğri büğrü, eksik, tabii ki tamamlanamamış, sahiplenilememiş, yeterince konuşulamamış, anlaşılamamış bir geçmiş. ama tam olarak da “böyle” mükemmel.

    hani bazı günlerin, günler içindeki bazı anların, bazı olayların, karşılaşmaların, konuşmaların, yemeklerin, seyahatlerin, buluşmaların.... en azından bazı parçalarının tam yaşanmasını dileriz, yaşanandan da razı gelmek isteriz. sonra o gün gelip çatar, olaylar, karşılaşmalar, konuşmalar, yemekler, seyahatler, buluşmalar yaşanır, biter... eve döneriz. yaşanılan her şeyin, baştan sona üzerinden geçeriz. aslında kötü olan hiçbir şey yoktur, ters giden tek bir şey yaşanmamıştır. ama içimiz öyle demez, tarifsiz bir olmamışlık, huzursuzluk, sıkıntı gelip üzerimize çöker. tam değil deriz, “peki eksik ne” diye sorsalar, anlatamayız, his işte. olmamış olan ne varsa bir kenara koyup devam ederiz, günler geçer gider. sonrasında ne zaman benzer hisler yaşasak, içimize çentiğin atıldığı o ilk güne dönüp dururuz artık. hislerimiz geri gelir, yeni silinen bir camdan izler gibi tekrar yaşarız, gittikçe belirginleşir, her şeyi hatırlarız. çaresiz, akan görüntülerin içinde, hissettiklerimize kanıt olacak somut anlar ararız (bak hala). bir bakış, bir duruş, bir yutkunma, bir kahkaha... yanında sessizce oturan birini dakikalarca izleyip, yüzünden ne olup bittiğini anlamaya çalışmak gibi, güneşe çıkmayı bekleyen karanlık bir an işte. aftersun’ın tam olarak yaptığı bir diğer şey de bu; bizi o malum güne götürüyor, fotoğrafını çekiyor, fotoğrafı cebimize koyup uğurluyor. arkamızdan da sesleniyor; ben aradığım kanıtları bulamadım, bir de sen bak.

    *sophie gibi, kafamın içindeki küçük kamera ile çocukluğumdan beri durmadan kaydediyorum (hatta bunun dövmesini taşıyorum). filmi ve yarattığı yoğun duyguyu, kimseyle konuşabileceğimi de sanmıyorum. amacım buraya kaydedip, arada gelip tekrar oynatmak. hepsi bu.
  • görsel

    babamla bir fotoğrafımız; bu filmi hayata geçirme fikrinin başlangıç noktası olan bir fotoğraf. yalnızca birkaç tane çünkü selfie öncesi o dönemlerde ikimizi bir araya getiren fotoğrafların sayısı gerçekten de az. burada ben on ya da on bir yaşındayım, sophie'nin filmdeki yaşıyla aynı yaşta. babamsa otuz bir yahut otuz iki yaşında, şimdiki benden bir iki yaş daha genç. türkiye'deyiz.sevgilerle,
    charlotte
  • kısaca; babayı(ebeveyni) affetme, anlama, özdeşleşme üzerine hatıralarda yapılan bir gezinti, bir hesaplaşma.

    inanılmaz zarif ve duygu olarak çok yoğun bir film. bir kez daha ikna oldum, sinemanın onurunu kadın yönetmenlerin kurtaracağına... ufacık bir hikayeyi, ufacık kadrajlarla, minik tercihlerle o kadar kusursuz bi şekilde seyircinin önüne seriyor ki alkışlanası.

    --- spoiler ---

    90'larda orta direk bi aileye mensup çocukların filmle bağ kurması çok kolay. ailenizin durumu kötü değil, tatile gidebiliyorsunuz ama asla hiçbir şeyi dört dörtlük yapamıyorsunuz, devamlı bir yarım kalma hali... çok tanıdık bir his, buradan seyirciyi çok iyi yakalıyor film .

    dolayısıyla, film ana gövdesini "yarım kalma" teması üzerine şekillendiriyor.

    baba kızına ne tam olarak baba olabilmiş (bundan dolayı nefret ediyor kendinden) ne de kızını terketmesine değecek bir hayat yaşayabilmiş.

    baba, çok genç yaşta baba olmuş ama diğer "babalar" gibi yaşlı değil içinde hayatını yaşamak isteyen başka bir insan var. ne yardan vazgeçebiliyor ne serden.

    baba, kızını bir otele götürebiliyor. ancak ne otel çok iyi bir otel ne de all inclusive konaklayacak parası var.

    baba, çocuğunun annesinden ayrılmış. bu ayrılık adeta "kırılmış bir bilek" gibi onu takip ediyor. duygusal olarak hala onu hayatından çıkaramamış. bileğindeki alçıyı çıkarmak istediğinde, kurtulmak istediğinde bu duygudan, kolunu kanatmadan başaramıyor bu arzusunu.

    koldaki alçı...

    sophie babasına "bileğini nasıl kırdın" diye sorduğunda "hatırlamıyorum" cevabını alıyor babasından. adeta 20 yaşındaki babasının onu dünyaya getirmesi gibi. yattaki dalış eğitmeninin hikayesine paralel şekilde baba, hiç beklemediği bir yaşta, bir kaza ile baba olmuş.

    sophie ise

    babasının yaşına gelmiş, bir kadınla evlenmiş ve bir çocukları var. geçmişe dönüyor ve hatırlıyor babasının nasıl travmalar yaşadığını. cebinde parası olmadığı için yargıladığı için üzülüyor. dans etmesinden utandığı için pişman oluyor. net olarak hafızada bir anı olarak kalmasa da patlayan flashlar gibi insanın içine işleyen "andaki o hisleri" hatırlıyor ve babasını sıkıca kavrıyor. o kadar kavrıyor ki babasıyla hem hal oluyor, babasının yerine geçiyor.

    filmin finalinde de sophie, kendi çocuğunun sesiyle babasının kendine veda ederken çektiği videoyu izlerken, babası da çektiği videoyu bitirip onun duygu hafızasına yol alıyor.

    bu arada, özellikle dağın yamacında reiki yaptıkları sahnede kadraja giren "we know the perfect" yazısı çok hüzünlü geldi bana.

    --- spoiler ---

    çok iyi film.

    not: bunu seven estiu 1993 ve beol-saeyi de sever.
  • başlamadan, spoiler uyarısını buraya bırakayım.

    hayret kimse yazmamış ama ben, babanın, parkinson hastası olduğunu düşünüyorum. parkinson hastalarına rastgele uygulanan beden eğitimi hareketleri öneriliyor. filmde çok kere, babanın, bu tarz hareketler yaptığını görüyoruz. parkinson hastalarına dans da öneriliyor. filmin başından beri babayı disco topunun altında dans ederken gösteren paralel sahne aktı durdu. filmin sonlarına doğru da, zaten, dans etme sahnesi ve babanın dans etmeyi severim repliği var. ve son olarak, parkinson hastalarına tai chi öneriliyor egzersiz olarak. filmin orta-sonlarında, odada televizyonun kenarında, tai chi’ye ilişkin bir kitap var.
  • artık bu film ile alakalı fark edemediğim yeni detaylar okumak istemiyorum.

    filmi izlerken gözlerim dolmadı ama yazılanları okurken parçaları birleştirip ağlıyorum. paramparça oldum.
hesabın var mı? giriş yap