• argadaj, kendimi bildim bileli bu amca bir varolma savaşı içindedir. yeter ki piyasada bir şekilde var olayım da, yolu yordamı, yöntemi metodu, eylemi boylamı zerrece önem arz etmez, yeter ki adım anılsın, namım yürüsün der gibi. sen de haklısın be baba, senelerce çalış çabala, sanatçı yurduna komasınlar olacak şey mi? zeki mürenler, emel sayınlar meydanı boşaltınca, üstad-ı azam sen olacaksın elbet.

    şimdii, müziğe günaşırı veda edip dönmesi, sağ siyasetin envai çeşit fraksiyonuna dahil olması bir yana, varolma savaşının çok dikkat çekmeyen cephelerinde de bulunuyo amcam. çok basit bi kare beliriyo gözümün önünde misal, geçenlerde bir magazin programında denk geldim, bülent ersoy'la yanyana musiki icra ediyorlar, lan benim de sesim güzeldir, güçlü kuvvetlidir hesabına resmen bağırıyo. alnındaki damar neyi şişti, nefessizlikten kamburu kasıldı, hala bağırıyö. bi de televizyonun sesini kısarak izleyim dedim bu sahneyi, yemin ederim doğuruyodu lan.

    bir de vakti evvel dört bin kadınla beraber oldum diye açıklama yapmıştı rakı beyazı saçlı adnan amcam. birader üçten beşten, beş yüzden bahsetmiyo, dört bin lan dört bin, sayıyla 4000, roma rakamıyla yazaman dört bin karı sikilebileceğini hesap edememiş sezarınan brütüs. bakma olum erkek olduğumuza, arada sen ben bile kaynamış olabiliriz.

    son olarak da 27 temmuz 2008 güngören patlaması hakkında konuşurken şöyle buyurmuş muhterem; "büyük atatürk şöyle demiş; 'hangi çılgın bize zincir vuracakmış şaşarım' "

    hangi çılgın sana zincir vuracakmış söyle sikeyim belasını adnan abim. isim ver abim. bana şu şu adamlar de abim. hangi zincir abim. şaşarım abim. o da olur abim sen hiç şeyapma. hadi konuşuruz
  • bir yılbaşı öncesi hikayesi...

    83 yılının son günleriydi. soğuk bir aralık akşamı. yeni evlenmiştim, hatta henüz birkaç gün olmuştu evleneli. küçük sobalı bir evde oturuyorduk 4.levent'te.
    alt katında odunluğu olan. arka odada ise gaz sobası yakıyor,kışın çabuk geçmesi için dua ediyorduk. tek eğlencemiz evde film seyretmek ve çıtır çıtır yanan odunların üstüne koyduğumuz kestaneler ya da patlamış mısırlardı.
    ne internet vardı o zamanlar ne ayfon, ne de kendi kraşşş..

    balayına falan gidecek paramız da olmadığından düğünün ertesi gün işe gitmiştim. akatlar'da küçük bir film kulübü açmıştım o zamanların modasına uyarak ama içine doğru düzgün film koyacak parayı bile henüz bulamamış, 50-60 kadar betamax (!) kasedin yanına 2 tane atari birer tv almış bir yandan da aynı semtteki 20 den fazla vidyo kulüp ile rekabet etmeye çalışıyordum.

    o akşam da eve dönmeden yolumun üstünde bir dostumun petrol şirketine uğramıştım.gündüzden bana tel etmiş "hayırlı olsun evlenmişsin ama şimdi sana biraz tavsiyeler vermek gerek, iş çıkışı uğra da laflayalım biraz" demişti.

    kaç kere evlendiğini tam olarak kendi bile bilmiyor bu konuda kendi ile dalga geçmeye bayılıyordu. benden yaşça büyüktü ama sohbeti o kadar güzeldi ki o 40 lı ben 20 li yaşlarda olmama rağmen bazen saatler nasıl geçerdi anlamazdım onunla konuşurken. hava yavaş yavaş kararırken ofisine varmıştım,hafif hafif kar da başlamıştı sanki.. ofis kalabalıktı ama ne zaman tenha olmuştu ki zaten. orası bir petrol şirketinden çok dostların akşam eve dönmeden önce uğradıkları , iki laf ettikleri bir pub havasında idi. bir hayri küçük vardı mesela neredeyse her gün uğrardı oraya. o 12 mi 14 kere mi ne evlenmişti, hep evliliklerinden bahsederdi ve de olaylı boşanmalarından...

    ama o akşamın özelliği ofisin ortasında büyükçe bir sepetin içindeki köpek yavruları idi. o güne kadar hiç görmediğim kadar değişik bir o kadar da tatlıydılar. kalabalığın sebebi de yavruların 45 günü doldurması sebebi ile yeni sahiplerine dağıtılacak olması idi. dostum kendi eşine dostuna dağıtmaya söz verdiği köpeklerin hepsini aynı gün dağıtmaya karar vermiş ve o gün sanki bir partiye hem yılbaşı öncesi bir kutlamaya dönüşmüştü.
    sanırım 1-2 yavru henüz sahibini bulamamıştı ve bana dönüp "hadi bakalım, sen de seç bir yavru,sana düğün hediyem olsun demişti." hatta dostlarının kıskanç bakışları altında ilk yavruyu seçme hakkını da bana vermişti. sebebini de " o hem bizden genç hem de daha ilk evliliğini yaptı,ilk yavru onun hakkı " demişti.

    bütün yavrular sepetin dışında oraya buraya koşturup neşe içinde oynarken sepetinden hiç çıkmayan bir yavru dikkatimi çekmişti. tüyleri diğerlerinden daha parlak ama bakışları yavru bir köpekten ziyade hayatı yaşamış geçirmiş, olgun bir erkeğin bakışlarını andırıyordu.
    arada sepetten çıkmaya,kardeşlerinin peşinden koşmaya ,onlarla oynama yelteniyor ama her seferinde acı içinde bağırarak küçük bedeninin peşinden sürüklenen arka ayaklarının acısı ile yere yığılıyordu. dostumun yardımcıları onu kucaklıyor incitmemeye çalışarak gerisin geriye sepetine koyuyor ama o biraz sonra yeniden kardeşlerinin peşinden koşmaya çalışıyor aynı iç burkan sahne tekrarlanıyordu.
    bir ara göz göze geldik. o bakışları içime işledi adeta. sanki bana "bir şeyler yap da benim yeniden hayata dönmemi sağla, ben de koşmak oynamak hayatı yaşamak istiyorum " der gibiydi.
    ama beni asıl etkileyen kaderine teslim olmayıp ,o sepetin içinde yemeğinin suyunun verilmesini beklemek yerine hayatın içine karışma azmi idi.
    gittim yanına , usulca kucağıma aldım. canını acıtmamaya çalışarak ..
    başını göğsüme yasladı, öylece kıpırdamadan durdu bir süre.
    tüylerini okşarken kararımı o anda verdim, dostuma "ben bu sepetteki köpeği istiyorum" dedim. aradan 30 sene geçti ama o sessizliği hiç unutamam. bir anda konuşmalar ,gülüşmeler kesildi bütün başlar bana ve köpeğe döndü. dostum üzüntülü bir sesle "istersen diğer yavrulardan birini al, zaten yeni evlendin çok zorlanırsın o yavru ile , maalesef o felçli doğdu ve daha fazla acı çekmemesi için yarın sabah uyutacağız onu.
    bunu duymak , kucağımdaki can'ın ertesi gün toprağa karışacak olması kararımı daha da kesin hale getirdi ve "hayır" dedim . "ben bu yavru ile şansımı deneyeceğim." çaresiz "peki " dedi. sanırım içten içe de hoşuna gitti bu kararım. yavruyu öldürmek onun da pek içine sinmemişti sanki.
    hatta hava çok soğuk ve benim de henüz bir arabam olmadığından ( stc 16 anadol'umu henüz almamıştım) yavruyu bir battaniyeye sardı beni de şoförü ile yolladı eve.
    ismini o akşam rocky koyduk o yavrunun. savaşçı kişiliğine atfen. tam 8 sene mutlu yaşadı bizimle. film kulübü sanki onunla özdeşleşmişti o zamanlar .
    hatta onu görmeye ,yavrularından istemeye gelenler bile olurdu konsolosluklardan,yabancı şirketlerden. 2 kez çiftleşti,sayısız yavrusu oldu. yavruların çoğu o zamanlar istanbul'daki yaşayan expatlerin genelde film almaya bize gelmeleri yüzünden onlar tarafından evlat edinildi ve rocky'nin yavruları bütün dünyaya 5 kıtaya dağıldı.

    ve işte simba, jessie, buddy, zımba ve tüm diğer dachshound'larla tanışmamız o dostumun rocky'yi bana hediye etmesi ile gerçekleşti.
    yıllar sonra o da ben de hem de aynı gün boşandığımızda beni arayıp "ya benim hanım giderken köpeği götürdü, seninkisi n'oldu, kaptırdın mı sen de köpeği?" diye sormuş. "yok benim çocuk bende kaldı " dediğimde dakikalarca gülmüştü.
    "o zaman atla gel, rocky' i de getir de hem biraz seveyim, hem de 2 kadeh bir şey içer biraz laflar, efkar dağıtırız." demişti.

    benimle olan dostluğu dışında aynı zamanda annem ve babamla da yıllar öncesinden dostluğu olduğunu gene bir konuşmamızda keşfetmiş ona da ayrıca kadeh kaldırmıştık.
    muhabbeti müthiş güzeldi, enteresan insanlarla ilginç anıları vardı.
    baltalimanı grand'da,bebek belediye'de aynı sahneyi paylaşmıştık.
    sesi müthişti, şarkı söylediği zaman kendinden geçer, dinleyeni de geçirirdi.
    eğlenmeyi, hayatı çok sever, yaşamayı öğretirdi adeta.

    kahpe 2013 onu da almış. türkiye'nin en güzel seslerinden birini..
    güle güle adnan abi. yolun açık olsun.
    anneme, babama, rocky'ye ve simba'ya onları çok sevdiğimi ve de çok özlediğimi söyle olur mu?
  • bundan 23 yıl filan önceydi, 4 yaşında gibiyim. o zamanlar açık hava gazinosu diye bir olay vardı, belki hala vardır. adnan şenses de gazinoya gelmiş, biz de ailecek niyeyse oradaydık. insanlar bir şeyler yiyip içiyor, adnan şenses şarkı söylüyordu. sonra aniden sahneye tombulcana bir çocuk fırladı. adnan şenses'in yanına gidip, onun o ara epey ünlü olan dansını yapmaya başladı. şu beline mikrofon sıkıştırıp göbek atışından bahsediyorum.

    çocuk oynamaya başladığı an, gazinoda önce kahkahalar, ardından alkışlar, bağırışlar yükseldi. çocuk, küçük rakibimiz, hırkasını beline bağlamış, beline gazoz şişesi sıkıştırmış, vecd içinde göbek atıyor, tempo tutmaya çalışan yamuk yumuk tombul ellerini birbirine zar zor denk getirebiliyordu. adnan şenses seyirciye kollarını açıp çocuğu gösteriyor, gülüyor, bir yandan da ona eşlik ediyordu. sonra orkestra sustu, adnan abi çocuğu öptü, adını madını sordu, seyircilerden çocuk için kocaman bir alkış istedi, ayakta alkışladık, büyükler gibi bizim de ağzımız kulaklarımızdaydı.

    çocuk sahneden indi, adnan abi şarkılarına devam etmeye koyuldu ki, gazinoda ağır ağır gelen bir hareketlenmenin ilk işareti olarak homurdanmalar, çocuk sesleri ve mızmızlanmalar duyuldu. göbek atan çocuğun eyleminin üstünden henüz beş dakika geçmemişti, ama başka bir çocuk sahneye fırladı. elinde gül, ağzı kulaklarında, adnan abi'ye doğru yürüdü, adnan abi çocuğu öptü, gülü alıp nazik bir jestle çocuğu selamladı.

    aynı ritüel 10-15 dakika içinde teker teker onlarca farklı çocukla tekrarlandı. gazinodaki her çocuk, adnan abi'yi çiçek verip öpme isteğiyle yıllardır beklemişler gibi heyecan doluydular ve yüzlerinden anne babalarının şahitliğinde becerdikleri bu büyük işin ve elbette adnan abi'yle kurulan o 2 saniyelik dostane iletişimin gururu okunuyordu. benimse bu taraklarda hiç bezim yoktu, bu işe bulaşmayı hiç düşünmüyor, akranlarımın kalkıştığı bu soytarılıkları alçakça buluyordum...

    fakat beklemediğim bir şey oldu. adnan abi'ye takla ve perendelerle yaklaşıp elindeki gülü veren bilmem kaçıncı çocuktan sonra, muhtemelen dakikalardır kendini zor tutmuş ablam, hiçbirimize bir şey demeden, kendini sahneye attı. sadece diğer çocuklardan geri kalmamak için, kendini böyle alçaltabiliyor, o da herkes gibi, diye düşündüm... ama adnan şenses ablamı çok sevdi, onu kucağına aldı, kaça gidiyorsun filan diye sordu. annemle babama baktım, çok mutlu ve heyecanlı gözüküyorlardı. o an, adnan abi, sahne, ablamın yaşadığı bu başarı, gözüme bambaşka gözüktüler. ünlülerle girilecek ilişkinin, akranlarımla eylemdeş olmanın parıltısına kapıldım. adnan abi büyük bir star, diye bile düşündüm. bir şekilde bu ışıltılı hayat beni kendine çekti işte. anneme dönüp "ben de çıkıcam anne" dedim. annem çok şaşırdı ve sevindi. onlar da yıllardır bu anı bekliyormuş, anladım.

    ablam yerine oturdu. elime bir karanfil verip yukarı kaldırdılar sahneye koydular beni. biliyorum, yapmamalıydım, kendimi böyle alçaltmamalıydım... adnan şenses kimdir, bu adama karanfil vericem diye kendimi düşürdüğüm bu duruma değer mi, şimdi artık ben de herkes gibi miyim, diye düşünmedim, bunlar aklıma bile gelmedi. yaptığım şey hainlikti, kendime ihanet ediyordum, prensiplerimi hiçe sayıyordum, ama bunlar umrumda değildi. sahnenin tozunu yutmuş, sahne ışığında aydınlanmış, alkışlarla kamçılanmış her insan gibi kalp atışımın sesi kafamdaki başka her sesi susturmuş, dünyayla bütünleşmiş, bilinçsiz denebilecek bir halde amacıma yürüyordum. elimde karanfil, yüzümde muzaffer bir ifade, 4 yaşın verdiği paytaklıkla adnan abi'ye gidiyordum.

    sahnede yolu yarılamıştım, adnan abi'nin yanağından öpücük almaya 5 saniyem kalmıştı. fakat aniden karşıma bir çift kösele ayakkabı çıktı, sonra kumaş pantolon, ardından da gömlek, kravat, ve bir kelle. azarlar gibi konuştu: "yeter artık ama çocuklar, adnan bey yoruldu. hadi." eliyle kışkışladı beni. adnan abi'ye baktım, gözlerini kaçırdı. elime baktım, karanfil. anneme baktım, buruk bir gülümseme. "aaay, canım :)" der gibi oynadı ağzı.

    yerime dönerken hiç üzülmemiş gibi kahkahalar attım. önce ablamın yanına gittim, "işte bu adamın kucağındaydın az önce, tanı öptüğün adamı, bu adam için yaptın o soytarılığı" deyip tekrar tekrar güldüm, ablamla dalga geçtim. sonra anneme dönüp, üzülmüyorsun di mi, adnan şenses'in gerçek yüzünü göstermek ama en çok da senin için çıkmıştım oraya zaten, dedim, al bu karanfil senin. şaka lan şaka. bu paragrafı salladım. dönüşten sonrasını hatırlamıyorum. ama anne babam için çıkmışımdır herhalde hakkaten, anıda da çekim hep aynı yerden kaydedilmiş, objektif oynamıyor hiç, sahneye çıkışım da, sahneden dönüşüm de hep sahneye bakacak şekilde kaydedilmiş, anne babamın gözünden. neyse bu da böyle bir anımdır.
  • sol gösterip, sağ vurandır. akp'li görünüp, mhp'li çıkabilir. jübile konseri verip, arkasından albüm çıkarabilir. tostu çift kaşarlı yer. bir taşla iki kuş vurmayı sever.
  • annemin zamanında bayağı şifa bulduğu eski doktorunun izini kaybetmiştik ve rastlantı bu ya, adnan şenses çok eskiden bu doktorun kiracısıydı. yine rastlantı işte yedikule göğüs hastalıkları hastanesinde kendisiyle karşılaştım. bi dalavere gidiyor, dediler hastaneye adnan şenses gelmiş. bi topuk fırladım mekanı terketmekte olan jeep'ine yetiştim, adnan abi arabanın camını araladı:

    -buyur evladım?
    -adnan abi acaba falanca hekimin kiracısı mıydınız? sizde telefonu falan varsa...
    -ben hayatımda hiç kimsenin kiracısı olmadım.

    sonra camı kapattı gitti ben de öyle mal gibi kaldım. yılların halkın adamı, alçakgönüllü adnan abi imajı gözümde söndü yokoldu.
  • gardrobundaki ceketleri bele takılanlar, giyilenler şeklinde 2'ye ayıran adam.
  • "adnan şenses ölmüşmüş... bir sayfada gördüm herkes allah rahmet eylesin çekiyor.. usta öldü diyor vs vs vs ne ustası arkadaş.. bunlardır memleketi kültürsüzleştiren, ajitasyonla şunla bunla acı ile müzik yapıp, ülkenin içine sıçan ama bir yandan malı götürüp bodrumlarda villalarda oturan.. ben üzülmüyorum öldüğüne. darısı diğerlerinin başına diyorum.."
    duygularımı çok iyi anlatan bir alıntı olmuş, ellerine sağlık.
  • ceketi bele baglamak ve bir de camasir yikama hareketi yapmak suretiyle bir tur dansi turk insanina armagan etmis (bkz: varligim varligina armagan olsun) adam. bi de bu adam bi tuhaftir, ha bire aglar televizonda, sonra birden cosar tasar gobek atmaya baslar, bir film adamdir yani
  • bu sabah tv8'de sacit aslan'ın magazin programında türkiye'nin 2. dünya savaşı'na katıldığını, babasının almanya'da alman ordusuna karşı savaştığını, almanların sürekli olarak türkiye'yi bombaladığını, kendisinin de o dönemde ailesini geçindirmek için karemela satıp medresede müzik dersleri aldığını söyledi. ne içiyorsa aynından istiyorum, güzel bir kafa bu...
  • kendisinden takriben 35-40 yaş küçük olan aslı hünel hanımefendiyle oynadığı klibinde "saçlarıma aklar düşürdün, erittin bitirdin beni" nevi sözlerine karşılık kardeşimin "yahu amca senin saçlarına ak düştüğünde o kız daha dünyada yoktu" demesine sebebiyet vermiş insan, canlı tarih.

    bir de göz altı torbalarını mı aldırmış ne, hayırlı olsun.
hesabın var mı? giriş yap