• marlon brando'nun bu filmdeki tipini ve davranışlarını gördükten sonra hatunların efendi adam yerine piç tercihine hak verdim birden. o masayı yumruklama, o stella diye bağırma ne abi öyle. ben erkeksem bu adam ne diye kendimi sorguladım şerefsizim.
  • dört başrolün de, o günlerde oyunun tiyatro versiyonunda yer alan oyuncular tarafından canlandırılmasından dolayı, metod oyunculuğunun da etkisiyle, bambaşka bir film olup çıkmıştır. oyunculuk açısından bir dönüm noktasıdır. 4 dalda verilen oyunculuk oscarlarından 3'ünü alan sadece iki filmden biridir. oscar alamayan tek oyuncunun marlon brando (cc) olması ise, akademinin ne kadar ileri görüşlü(!) olduğunun kanıtıdır.

    elia kazan ve tennessee williams çok uğraşmışlar ama filmin sansüre uğramasını engelleyememişlerdir. elia kazan, biri sansürlü diğeri orjinal iki versiyon üzerinde durmuş, ama sinema tarihinin gerçek kötü adamları yapımcılar, buna da izin vermemişlerdir. sonuç olarak filmin hikayesinde bazı problemler göze çarpar.

    --- spoiler ---
    oyunun sonlarında, stanley blanche'a tecavüz eder. ancak bu sahne filmde fiilen yoktur. bu yüzden son sahnede blanche'in tamamen kafayı yemiş olması havada kalır.
    --- spoiler ---
  • yasadigi acilar ve muhtemelen yaslanma korkusu nedeniyle gerceklikten hazzetmeyen, hayal aleminde yasayan bir hanimimiz var, hafif deli. bu aleme alkolle, yani raki teknesi, peynir gemisiyle gidip gelmeye meyilli. orada o bir soylu; nitekim oldugundan daha rafine gorunmek icin agdali bir dille konusuyor, oldugundan daha genc gorunmek icin sasali kiyafetler icinde, vampir gibi golgelerde dolasiyor. balonunun kirilganliginin farkinda oldugundan mutemadiyen melankolik bir havasi var.

    hemen dibindeki tezat ise marlon brando ve bisepleri. onda carpitma, koreltme, bugulama yok. oldugu gibi gorunuyor: tam bir okuz. kendine guvenen, kuvvetli, basit, melankoli nedir bilmeyen bir isci. kadinin ihtiyac duydugu romantik kahramandan olabildigince uzak olmasi bir yana, nemfomani ve escinsellik dolu gecmisini ogrendikce hayal alemini yikmaktan ve gercegi kadinin yuzune carpmaktan adeta zevk aliyor. belki donemin sansurune takilmaz diye bir de tecavuz eklenmis, kadinin da gerceklikle olan baglari tamamen kopuyor. bir bakima brando yardimci olmus, iyi ki tecavuz etmis, yasasin.

    williams efendinin kafasinda bu mu vardi bilmem ama bu guneyli aristokrasiyle yeni isci sinifinin degerlerinin carpismasi bence guzel bir cerceve. herkese dayatilan koklu bir ahlak sisteminden yoksun, ozgur ve yeni bir dunyada calisip kendi parasini kazanan, kendi gucune inanan, gunluk hayatin icinde oldugundan baska birseye de zamani olmayan yeniyle, hep baskalarina, beyaz atli prenslere muhtac birinin, gunluk hayat disinda herseye zamani ve de ihtiyaci -harcanan hayatini yeniden yazmak icin- olan eskinin karsilasmasi. blanche deplasmanda, sehrin, gercegin, brandonun dunyasinin tam ortasinda, pek sansi yok.
  • tennessee williams oyunundan uyarlanan 1951 yapımı elia kazan filmi. hem de ne film...

    --- spoiler ---

    marlon brando öyle şahane bi iş çıkarmıştır ki, canlandırdığı karakterden nefret etmemek elde değil. kültürsüz, eğitimsiz, kaba, umursamaz, duyarsız bir kazma... şahan gökbakar ve şafak sezer gibi kötü oyuncuların, onları bildik bileli canlandırdıkları odun karakterlerinin, espri yapmak için kendisini zorlamayan ve yakışıklı olan versiyonu diyebiliriz sanırım stanley için. tabii bu noktada, oyunculuk parametresinin değerlendirmeye alınmadığını; salt karakter üzerinden karşılaştırma yapıldığını söylememe gerek yok sanırım.

    ortaya kesinlikle kült bir karakter çıkmış; öyle ki, brando'nun stanley karakteri, sadece yemek yerken parmaklarını yalamak ya da bir kadının çantasını açıp, kıyafetlerini dağıtmak, bazen vurup kırmak ve hatta kolaylıkla şiddete meyletmek gibi asgari nezakete bile sahip olmayan davranışlara sahip bir hanzoyu yansıtmaktan ziyade; toplumsal bir çatışmanın üzerine gitmiş ve sınıf bilincinin farkında olan, günlük yaşam pratiğine sahip güçlü birey ile, bu mefhumu çoktan kaybetmiş ve hayal aleminde gezen güçsüz bireyin, sonucun aşikar olduğu bir savaşa girmeleri ve savaşın beklendiği gibi sona ererek, basitliğin zarafeti yenmesini anlatmış gibi geldi bana.

    tabii ki tüm bunları sadece brando'ya mal edemeyiz; zira vivien leigh'in muhteşem performansı film boyunca hiç azalmak bilmedi ve blanche karakteriyle, "benim anladığım kadarıyla" yukarıda anlatılanların tümünü yansıtmada kilit rol oynadı. brando'nun üzerinde daha fazla durmuş olmam ise, en iyi kadın, en iyi yardımcı kadın ve en iyi yardımcı erkek ödüllerini toplayan bu şahaserin eli boşta kalanının, akademi tarafından en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmeyen marlon brando olmasıdır ki, oscar ödüllerini ciddiye almamak için sayamayacağım kadar çok olan sebeplerin arasına bir çizik daha atmıştır bu kararıyla akademi.

    blanche dubois'nın ürkekliği, kırılganlığı, hayalinde kendine alternatif bir hayat kurmuş olması, geçmişten bir türlü kopamaması ve hatta kopmaya çalıştıkça, yaşamını büsbütün alt üst etmesi de vivien leigh tarafından yine çok üst seviyede bir oyunculukla canlandırılmış. yükses ses, kavga, gürültü, kısacası sokağa dair olan her şey, onda öylesine bir tiksinti yaratıyor ki; tıpkı ismi gibi bembeyaz bir ormana götürmek istiyor insan gözlerine bakıp, içine düştüğü dehşetin farkına vardığında. bir türlü yeni yaşamını kabullenemeyen bu sofistike kadının tek istediği, el değmemiş, sessiz, huzurlu ve biraz da şiirsel, beyaz bir orman aslında. stanley'nin temsil ettiği her şeyden öylesine nefret ediyor ki, şu cümleyi kurarken yüzü öfkeden kıpkırmızı oluyor: "deliberate cruelty is not forgivable!"

    son olarak, tıpkı cat on a hot tin roof'da olduğu gibi, yine bir tennessee williams uyarlamasında sansürle karşılaşıyoruz ki, sanırım stella'nın hastanede kaldığı gece, stanley'nin blanche'a tecavüz ettiğini anlamak için alim olmaya gerek yok. tecavüzle beraber, blanche'ın hayata tutunmak için elinde kalan son gücünün de tükendiğini ve o zarif yaseminin artık dalından tamamıyla koparıldığını görürüz ki, aslında hayatının son döneminde yaşadıklarından sonra yabancılara zerre kadar güvenmek için hiçbir gerekçesi olmamasına rağmen, onu hastaneye yatırmak için eve gelen doktorun koluna girdiğinde kurduğu cümleden gerçeklik kavramını tamamen yitirdiğini teyit ederiz: "i have always depended on the kindness of strangers."

    --- spoiler ---
  • "i don't want realism. i want magic!" demiştir blanche ve göz pınarlarımızı açmıştır.
  • yabancıların nezaketine her zaman guvenmisimdir repligine baska bir cok filmden gonderme olan eser.
  • tennessee williams'ın ilk başta adını "poker gecesi" koyduğu, daha sonra bakış açısının stanley'den blanche'a doğru kaymasıyla "arzu tramvayı" olarak değiştirdiği, blanche dubois için "o şeytani bir varlıktı; taşıyabileceğinden daha üstün ve güçlü duygulara sahipti" dediği, tüm oyunun aslında bir poker oyunu olduğu tiyatro eseri. bu poker oyununda kaybeden, erkeklerin dünyasında yaşamaya çalışan blanche, kazanan ise ilkelliği, vahşiliği ve amerika'nın değişen yüzünü sembolize eden stanley'dir. oyunda ışığın ve renklerin yeri çok önemlidir. stanley'nin olduğu sahnelerde açık, parlak ışıklar ve canlı renkler kullanılır. blanche ise silik renkler ve ışıklarla gösterilir.
  • filmle ilgili bir problem var; yaşlı ve artık erkekler için cezebedici olmayan kadın rolü vivien leigh'e verilmiştir ki kendisi bu rolde oynadığı sırada 38 yaşında taş gibi bir hatundur, küçük kız kardeşinden kat çekici ve diridir, yüzünde 1950lerin başarısız makyajıyla, yüzü bolca pudralanarak, güya yaşlı ve çirkin gösterilmeye çalışılmış ancak başarılamamıştır. kadının fiziksel görüntüsüyle ilgili takıntıları inandırıcı gelmediğinden izlerken, özellikle de, filmin başlarından kafanız karışır. filmi izlememiş olanlar için şöyle izah edeyim; nicole kidmanın ayna karşısına geçip 50 yaşında olduğunu iddia etmesi ve çirkinim diye depresyona girmesini izlemek gibi bişi. bu durum çok sorgulanmadan tamam bu kadın yaşlı ve çirkin diye kabul edilip izlenilirse problem çıkmaz, şahsen en sevdiğim filmlerden biridir.
  • tennessee williams'ın aynı adlı oyunundan uyarlanmış,1951 yapımı film."yasemin kokusunun cazibesine kapılacak erkekler"den olmayan stanley ile blanche'ın aslında çoktan darmadağın olmuş o dantellerle bezeli,zarif,kırılgan dünyasının savaşını,stella'nın vahşi çekiciliğe olan zaafını,etrafta yaşanan bütün ilişkilerin şehvet ve şiddet ekseninde sürüp gitmesini,dar sokaklarında arzu isimli tramvayın dolaştığı boğucu,kasvetli bir şehir tasviriyle beyazperdeye taşıyan film,metnin ağırlığı karşısında ezilmemiş,etkileyici görüntüler ve çok başarılı oyunculuklarla daha da güçlenmiş.vivien leigh'in sonuna kadar teatral oyunculuğu marlon brando'nun doğallığıyla birleşince oyunculuk bakımınan alışılmışın dışında bir filmin izleneceği ilk dakikalardan anlaşılıyor.blanche'ın "ben hep yabancıların inceliğine sığındım" repliği,hala umutsuzca aradığı o zerafeti,içindeki o koca boşluğu bastırmak için yabancılara yanaşması,nıher yanaşmasında daha da batmasını,daha aşağılanmasını,ve stanley'in de üzerine çullanmasıyla tamamen kendini kaybetmesini özetler niteliktedir.
    filmden sonra o sırada 27 yaşında olan marlon brando için bir kaç satır yazmamak ayıp olur.hem bu kadar çekici,hem bu kadar tatlı,hem de bu kadar itici görünebilmek,hem bu kadar doğal hem de bu kadar görkemli bir oyunculuk sergileyebilmek çok az aktörün harcı olsa gerek.aslında sırf kendisi için bile bir kere daha izlenebilir arzu tramvayı,her bakışı ayrı ayrı değerlendirilmeli,kendisine hayran olunmalıdır.
  • sıkıcı ve banal gündelik gerçekliğe "ben bir büyü yaratmak istiyorum" diyerek savaş açan bir karakterin bindiği "hızlı tramvay"ın adıdır. "yabancıların şefkatine" inanmıştır ("i have always depended on the kindness of strangers") ve kendini içinde bulduğu tramvay sağa sola çarparak son sürat giderken en nihayetinde kalın ve yekpare bir duvara toslamıştır. işte "gerçeklik", o duvarın adıdır.
hesabın var mı? giriş yap