• --- spoiler ---

    fizikçi değilim sosyal bilimci sayılırım. bu yüzden yazdıklarım bu teorileri iyi bilenlere ters eksik tutarsız gelebilir ama schroedinger'in kedisini derslerinde anlatan ve bu teoremi anlamakta ne kadar zorlandığını söyleyen fizik profesörümüz larry gopnik'in başına gelenleri bu teoremle yorumlanabileceğini söylemek lazım. coen brothers boşu boşuna adamımızın anlattığı dersin konusunu bu kedi üzerinden kurmadılar.

    anlayabildiğim kadarıyla foton deneyinde biz gözlem yapana kadar bir fotonun ateşleyeceği namlunun ucunda duran kedicik aynı anda hem canlı hem ölü. ama gözlem yaptığımız anda kediciğin ya canlı olduğunu ya da öldüğünü gözlemleyebiliyoruz. yani ihtimaller kedinin canlı oluşuna ya da ölü oluşu gerçeğine çöküyor.

    filmin giriş hikayesinde de kadın dybbuk olduğundan şüphelendiği yaşlı adamı bıçaklayarak gözlem yapıyor. adamın göğsüne kan yayıldığına göre canlı olduğunu gözlemliyor. aynı şekilde gopnik çocuğun notunu değiştirip değiştirmemeye karar verdiği anda bir gözlem yapmış oluyor. daha önce sadece film çektirmeye gittiğini biliyoruz. belki film başında gopnik zaten kanserdi ve film sonunda öğrendi bunu diye düşünenleriniz olabilir ama bu hem çok deterministik bir bakış açısı hem de tanrının olaylarla oynama gizemini araştıran ve aynı zamanda rasyonel bir bilim adamı olma peşinde tenure bekleyen ve araştırma alanı olarak quantum belirsizliği teorilerine de kafayı takmış bulunan gopnik için yetersiz bir açıklama. bu gözlem anına kadar gopnik hem kanserdi hem de değildi. belki de tanrı tam da bu sırada olaya müdahil olup evreni gopnikin kanser olduğu ihtimaller üzerine çökeltti. yani gopnik kötülüğü seçerek çocuğun notunu değiştirerek tanrının esirgemesinden tam da o anda mahrum kaldı.

    gopnik bu ana kadar tanrıyı çok sorguladı. ilk hahamdan aldığı cevap olağanüstülüğü, tanrının yardımını, sezgisel olarak zaten var olan basitliklerde aramasıydı. bu basitliklerin hepsi tek başına mucize, hayranlık uyandırıcı değilmiydi? (yunuslar, balıklar, arabaların park yeri)

    larry yetinemedi bu cevapla. ikinci hahama danıştı. bu sefer aldığı cevap gerçekten merak uyandırıcıydı. ikinci hahama daha önce danışmaya gelen cemaatin diş hekimin anlattığına göre, tanrı kelamını gerçekten sıradan bir kulun dişlerine toranın harfleriyle kazımıştı ve bunu farkeden de alelade bir insan olan bu diş hekimiydi. diş hekimi bu mucizesel ve doğrudan tanrının eliyle müdahele ettiği bariz olan bu olay karşısında çok korkmuş ve şaşırmıştı. dile kolay ben açtığım meyvanın içinde kuran'dan bir ayet görsem nasıl altıma ederim belli değil. peki tanrı neden mucizesini bu yine sıradan diş hekimine göstermişti? diş hekimi uzun süre düşündü, yardımsever, tövbekar bir insana mı dönüşmesi gerektiğini sorguladı. haham diş hekimine başına geleni olduğu gibi kabul etmesin gerektiğini söyledi, zira diş hekimi normal hayatına geri dönemiyor, uyuyamıyor, nefes alamıyordu. yardımseverlik meselesine gelince zararı olamazdı ya varsın yardımsever ve tövbekar biri olsundu dişçi. gopnik'in aklı karıştı. ilk hahamın tavsiyesinde hiçbir olağanüstülük yoktu, ikinci hahamın hikayesi ise hiçbir modern rasyonel insanın kaldıramayacağı türdendi.

    bu hikayeden de tatmin olmayan larry en büyük hahamı görmeye karar verdi. halbuki hata içindeydi. birinci hikayeden etkilenmeyen (hiç bildiğimiz anlamda mucize barındırmayan) ikinci hikayeden de (yaşadığımız günlük hayata göre mucizeler içeren) etkilenmiyorsa birbirinin tam zıttı ve tamamlayıcısı olan bu hikayelerden de tüme varamıyorsa gerçekten üçüncü ve en yüksek hahamı görmesine gerek yoktu. çünkü üçüncü hahamın larry'ye anlatabileceği mucizeli ya da mucizesiz hiçbir hikaye kalmamıştı. nitekim 3. haham bu iki hikayeden de hiçbi ders çıkaramayan larry'yi görmeyi reddetti. kendimizi larry'nin yerine koysak mucizesiz dünyada hiçbir tanrısal olağanüstülük görmeyerek tanrıyı ya da evrenin ya da her ne ise absürd bulup mucize görmeyi de dileyebiliriz. halbuki dişhekimin gördüğü gibi gerçek mucizeye tanık olsak biz de bir süre sonra bu mucizeyi de kanıksayarak sıradanlıklar arasında saymazmıyız? insanoğlu yüz yıldır uçmakta ayakları yerden kesilmekte. insan ya da hayvan gücüyle çalışmayan binek arabalarıyla yüzyıllar öncesinin aylar alan yolculuklarını saatler içinde yapmakta ya da çok uzaktaki insanlarla telefon aracılığıyla konuşabilmekte. bunlar da kendi içinde bir mucize iken hepsini ne kadar da kanıksadık, aslında bu diş hekiminden hiç de farkımız yok bir anlamda. tanrı bize isa'yı musa'yı tekrar gönderse denizleri yarsa, güneşi batıdan doğurtsa iki gün sonra kanıksarız.

    larry 3. hahamı göremezken biz izleyiciler şanslıydık, onu oğlunun gözünden bar mitzvah sonrası gördük. nitekim 3. hahamda aslında hiç de önemli gözükmeyen ama biz insanlar için altın öğüt değerinde birkaç cümle sarfetti larry'nin oğluna:

    “ when the truth is found to be lies
    and all the joys within you dies,
    don't you want somebody to love” bir rock grubunun şarkı sözleri

    ve son olarak altın anahtar değerinde “be a good boy.” çünkü insanoğlunun elinde sevecek insanlar arasında olmaktan, evrenin esrarengizliğini sezgisel olarak kabul etmekten ve yine sezgisel olarak iyi biri olmaktan başka hiç bir anahtar ya da ana öğüt yoktu. larry'nin oğlu bunları dinledi ama larry'nin bunlardan haberi olamadı. filmin en sonunda bunalmış bir halde iyi adamlıktan ve dürüstlükten kötü adamlığa adım attı ve koreli elemanın notunu haksız yere yükseltti. tam bu sırada evren kötü ihtimaller üzerine çökeldi (kutudaki kedi ölü olarak gözlendi diyelim) ve larry kanser olduğuna dair o uğursuz telefonu aldı. larry, eyüp peygamberin çile sınavını kendisi için verememiş oldu ve musibetler devam etti.

    filmin başındaki kadın da gözlem yapmaya cesaret ederek ve kötülüğü seçerek, eve gelmiş tanrı misafirine öldürücü darbe vurarak evrenin ihtimallerinin kendisinin haksız olduğu dybbukun aslında yaşlı ve hayatta olan yaşlı bir adam olduğu evrenin üzerine çökelmesine yol açtı ve tanrı tarafından lanetlendi. yanlışı seçti.

    evet bu da filmi bir okuma biçimi, okuduğunuz için teşekkürler.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    (bkz: #3510264)

    filmin başındaki kısa bölümde, hatun kişi gelenin şeytan olduğunu düşünür ve olay daha başlamadan "şeytan"ı gönderir. bizim job'ımızın başına bin bir bela gelmektedir ancak o inanç sorgulamasına girişmeksizin [columbia house records ile yaptığı telefon konuşmasında "abraxas istemiyorum" dese de - (bkz: #111147) ] birbiri ardına hahamlara danışmaya devam etmektedir. cevaplar arar, ancak -o almasa da- her biri farklı birer bakış açısı verir. elinden geldiğince ahlaklı duruşunu korumuştur, fakat en sonunda, bizim namuslu gibi, "gizemi kabul eder" ve parasını geri ver(e)mediği öğrencisinin notunu geçer notla değiştirir. anında kendisine kötü haber vereceğini anladığımız telefon gelir. o sırada oğlu da arkadaşına bir türlü veremediği borcunu verecektir ki yaklaşan fırtınaya bakakalır. tıpkı tanrı'nın job'a kasırganın arkasından bu kötü şeylerin neden başına geldiğini açıklamayacağını söylemesi gibi, coen'ler de filmi bitirir.

    --- spoiler ---

    film ne karaktere, ne de bize cevaplar verir. sadece kara hikâyeler anlatır, ki asıl anlam taşıyan da budur.
  • woody allen uzun bir süredir varoluşçu maroluşçu komedi yapmaya bir tını yakalamaya çalışıyor ya? onu düşünün. düşündünüz mü? şimdi o bir türlü olmayan, çekilemeyen komedinin gerçekten sinema ve mizah duygusu çağının ötesine yön verecek derecede yetkin ve gelişkin 'büyük usta' seviyesine gelmiş iki kardeş tarafından nihayet çekildiğini düşünün, sevinin.

    no country for old menden beri coenlerin olgunluk dönemlerini geride bırakıp ustalık dönemine geçişlerini sınırsız bir haz ile izliyorum. ki düşün adamların olgunluğunda vudi elın gibi bir düzine 'usta'nın bir ömür adayacağı 'ustalık'ta eserler var. büyük usta-grand master olmak böyle bir şey sanırım, diğer ustaları çırak gibi göstermek. bu filmi de no country for old men gibi yüz üstü bırakmayıp hakkını vererek analiz manaliz etsem, kendime verdiğim sözü tutsam, öyle mutlu olacağım ki, anlatamam. hakkında yazmak bile heyecanlandırıyor.

    bu arada entry de focus filmden para almışım gibi oldu. ama olsun. verseler alırım. focus benle irtibata geç.
  • film bittiğinde sinemadaki bir amcanın, durun daha bitmedi, film bozulmuştur gibi yakarışlarına maruz kalan bir garip sinema eseri. alt metin asıl o amcanın yüzündeki ifadede gizliydi. teşekkürlerimiz coenlere gidiyor.

    (bkz: hayal kırıklığı)
  • kanımca, filmin başındaki kısa bölüm, rashi'nin sözü ile tamamen tutarlıdır (gerçi birazdan da gözlemlediğim şeylerde emin olduğumu iddia ederek kendimle çelişeceğim ama neyse artık bana da biraz nefes alma payı bırakın) :

    şöyle ki : olasılık açısından gercekleşebilecek ihtimallerin bir hududunun olmadıgı bir evrende; bildiğini sandığın şeyleri hepsini doğru, duyumsadigin seylerin tümünü gercek addersen, basına gelecek olan şeylere bu kanılarının üzerinden "çok ciddi" tepkiler vermek, seni, bu tepkiyi verirken niyetlendiginin tam tersi bir noktaya götürebilir.

    nasıl mı ? dönüp olanları ve dora'yı bir inceleyelim :

    duyum 1 : taitl groshkover 3 ay önce tifo'dan öldü.
    tesadüf 1: yanlis duyum alınmış. adam aslında yaşıyor. belki de adamın yeğeni pesel dora'yı işletiverdi.
    dora'nin vardigi sonuc 1 : bu adam bir "dybbuk".

    esnek gercek: adam çorba icmeye çağrılmış ama buna rağmen
    çorbayı icmiyor. hortlaklığını saklamaya çalışıyor olabilir.
    tesadüf 2: adam gece geç saatte çorba icerse rahatsız olacağını
    bildiginden reddediyor.
    dora'nin vardığı sonuc 2: bu adam bir dybbuk.

    duyum 2: anlaşılan yahudi inanışına göre şeytan, bir kimseyi, ölürken cesedinin başında kimse durmuyor ise alabiliyor. büyük ihtimalle cesedin başında duran pesel'in anlattığına göre, ölmeden önce (veya sonra) sakal traşı yapılıyormuş ve pesel'in babası kısa bir süreliğine dışarı çıktığında adam vefat etmiş. o yüzden de
    sakal traşı yarıda kalmış. yani sağ yanağı tam traşlı değilmiş öldüğünde... ve evdeki adamın da trasi yarım idi.
    tesadüf 3: adam sabah traş olurken yanağının sag tarafinı düzgün almamış gercekten...
    dora'nin vardığı sonuc: bu adam bir dybbuk !!!

    görüldüğü üzere öyle bir tesadüf kombinasyonu gercekleşebiliyor ki , böylesine acaip bir kaza (bu saçma salak cinayete şimdilik kaza diyorum), koruyucu mantıksal teyit ve test filtrelerine rağmen aradan süzülüp gerçekleşmeyi becerebiliyor. duyumlar/bilgiler ile tesadüf birbirleri ile çelişmeden - foton dualitesi ? taitl groshkover hem dybbuk hem de değil ?- saniye saniye ilerliyorlar.

    ya peki benim bilge yaşlı amca ne yapıyor ? göğsündeki buz kıracağına rağmen adamlara bir "mitzvah" daha yapıp evlerinde ölmemek için sokağa çıkıyor. çünkü o neden böyle bir durumun olabildiğini anlıyor. başına gelenleri sadelikle karşılıyor.

    bütün bu alt metin gayet bariz şekilde ortada, ya da belki bütün bu duyumsamam da ilk başta belirttiğim üzere bir tesadüf...

    hatırlarsanız larry'nin göğüs röntgenini de filmin başında çekmişler, sonuçları ise filmin sonunda öğrenmemizi sağlamışlardı. yani ? larry rüsvet almadan once kanserdi zaten... rüşvet almış olması ile kanser olması arasında nasıl bir bağ olabilir o zaman ? geleceği şimdi değil de, şimdiyi mi gelecek belirliyor ? hangisi ?

    insan bir yerden sonra kedinin konduğu kutunun içine bakmaya korkar hale geliyor artık... gideremediği korkular var insanın gerçekten de (stilgar'ın tabiri ile (bkz: dune) "gideremeyeceği hatalarına karşı olan korkuları...") böyle olunca da insan elden ayaktan düşüyor, eylemsizlikten kesiliyor, pasifleşiyor... çünkü çok da farkında olmadan kedilerin yaşaması veya ölmesinde rol oynayabilecek olmanın ağırlığı bizleri sarsıyor -bütün mitler de bunun üzerine kurulu değil mi zaten ? "öğrenme ! pişman olursun"-.

    peki ne yapmalı ? emin değilim ama elden geldiğince serinkanlı ve mütevazi olarak , yapacaklarımızı (buna araştırılacak şeyler de dahil işte gördüğünüz üzere), sonuçları göz önüne alarak yapmalı... zaman elverdiğince...
  • --- spoiler ---

    jefforson airplane'in "somebody to love"i yerine temposu biraz yukseltilmis candan ercetin'in 'yalan' sarkisi da soundtrack olarak iyi olurmus..

    her sey gozunde buyuttugun ve inanmak istedigin kadar vardir diyor bu film bence. ne kadar ekmek o kadar kofte. aynisi filmin ta kendisi icinde gecerli;

    filmin basindaki bir kac dakikalik filmden bagimsiz -gibi- gozuken kismi istersek pixar'in film baslamadan onceki animasyonlari gibi dusunebiliriz, istersek de sonun onemi yok deriz, bir seyin gercekten ne/ neden oldugunu bilmek istemek normal, bilememek de normal, bunu kabul edicez deriz. film boyunca her karakter bunu kafaya vura vura gosteriyor.

    1. rabbi "parking lot"a cok fazla anlam yukluyor. larry'e ve bize hic bir sey ifade etmiyor,merak uyandirmiyor. daha yuksek, erisilmesi guc olan rabbi a umit bagliyoruz.
    2. rabbi , cok ilginc bir hikaye anlatiyor. bu sefer daha fazla anlam yukleme sirasi bizde, hikayenin bilinen sonu kesmiyor bizi.

    daha da yukari ve en bilge rabbi a sira geliyor. o kadar mesgul ki larry ile gorusemiyor bile. cozumun onda olduguna emin oluyor ve oyle kaliyor larry. oysa biz larry'nin oglu 3. rabbi'nin odasina girince onun da siradan biri oldugunu goruyoruz.

    filmin iki kilit cumlesi var, biri koreli cocugun cumlesi : "mere surmise, sir"

    ikincisi de koreli cocugun babasindan " accept the mystery "

    filmi ne kadar ufak parcalara ayirirsak her parcasinda mystery'i kabul ettirme goruyoruz. hatta film icinde deneme yanilma yontemiyle sinaniyor bu; larry'nin abisi kano'ya binip uzaklasirken, bunu normal karsilamaya basliyor insan.

    sonra...kasirga olmus, xray lerde sorun cikmis, kime ne..

    --- spoiler ---
  • edebiyatla sinemayı ayıran en karakteristik şey betim herhalde. kitapta, runtime gibi bi dert olmadığı için, karakterleri, olayları mekanları vs uzun uzun, keyfince betimleyebiliyor yazar. oysa sinemada, bi kanun gibi olmasa da, içtihatımsı, teamülümsü bi "bir saat elli dakika" sınırlaması var. büyük bi trilojinin son filmi ya da bu dekeyd'in en iyi filmi gibi bi iddiası olmayan bir film, (andy warhol'un ve david lynch'in de değilse) bir saat elli dakikayı aşmıyor. coen'ler artık işin pisliğinde. sinema dili zaten oyuncak artık ellerinde, o tamam, ondan yana bir sorun yok, şimdi güçlerini deniyorlar. "teamüllere sadık kalarak edebiyata ne kadar yakınsayabiliriz" bunun peşinde olabilirler diyorum ben. kubrick, woody allen falan demeyin, rica ederim, şaka gibi bu isimler artık. kubrik zaten tiyatro yönetmeni, sinema dilini bile anlayamamış bir adam. sayın allen, aslında çok parlaktı, atom mühendisi bile olabilirdi ama benim "sergen yalçın sendromu" dediğim şeye yakalandı. motivasyonsuzluk. bi yandan bu çok doğal, kendisinin ne kadar üstün olduğunu gerçek anlamda farkeden bir insan, bunu diğer insanlara göstermek konusunda dramatik derecede motivasyonsuz kalıyor, tıpkı otisabi'nin bu noktaya gelemediği için kendini göstermek konusunda ciddi miktarda motivasyonlu olması gibi. (stalker'ı sadece bu yönde bir ifade içerdiği için bile çok sevmiştim) neyse. sayın allen, şu ya da bu şekilde, ırkımızın algısının ötesinde bir forma ulaşmış olsa dahi, sonuç itibari ile harika ürünler vermiyor. dikkat edin, sabit giderlerini karşılayacak, izleyicileri izlediğine pişman ettirmeyecek kadar bişiler yapıp bırakıyor. birlemiş devletlerin hatrı sayılır bi kısmına nafaka ödemek zorunda olmasa muhtemelen bu kadarını da yapmayacak. kubrick, dediğim gibi, sinemacı değil zaten, asla olmadı, iyi adam, hoş, bi vizyonu var, yok değil, ama keşke sinema diline biraz daha şeetseydi.

    coen'ler başka. coen'ler, böle... ya adamlar sanki "pislik" olsun diye yapıyolar, birilerine kapak olsun diye ya da ne biliim, hastalıklı bi zevk alıyolar bu kadar titizlenerek, bu kadar ince ince örülmüş, almaya hazır olağan birinin almaya hazır olmayan bir dehadan çok daha kolay anlayabildiği filmler yapmaktan. aylarca uğraştıkları detayların çoğu kişi tarafından farkedilmemesinden piskopatça bi zevk alıyolar belki. anlamıyorum motivlerini. filmlerini anlıyorum bi derece, anladığım kadarı bile "çok iyi, acaip iyi, ..... .....ları, acaip iyi" diye küfür ederek izlememe yetiyor.

    ana plot hakkında bir sürü yorum yapılmış, bu kadar yorum üzerine ben şimdi kalkıp "görev tanımında kesinsizlik teorisini öğrencilerine anlatmak olan bir akademisyen/bilim adamının, bir din adamının öğütleri ile kesinlik bulmayı ümit etmesindeki ironi"ye dikkat çeksem ne olur, çekmesem ne olur? sanki ne desem çok cılız kalacak.

    yahu düşünün, fargo'daki güç figürü zeki kadın ve yanındaki ahmak erkek polis memurlarını, bu kadının pullara resim yapan zavallı kocasını, the man who wasn't there'deki astımlı adamı, "bodily fluids" diye kafayı kırmış adamı, the ladykillers'taki ibs mağduru mountain girl'i, büyük lebowski'deki dangalak walter'ı, no country for old man'deki olgun şerif figürünü (oha lan bu arada amma coen filmi izlemişim), burn after reading'teki "döşeme takıntılı adam"ı... bunlar işte, coen'lerin sadece plot'ta değil, karakter üretirken kullandıkları karikatürizasyonun dozajında da grand master olduklarının dalaleti. a serious man'da iyice artık. yani, karakterler biraz "cins" ama gerçek olabilecek kadar cinsler, hani bazen yalan söylerken her şeyi düzgün kurduğumuz için yalan söylediğimiz belli olur ya, (benim bununla ilgili "the ultimate lie" diye bi çalışmam var, iki senedir üzerinde uğraşıyorum, bittiğinde bir daha hiçbirimiz sevgilimize yalan söylerken sıkıntı yaşamicaz.) oysa gerçek genellikle nispeten daha az düzgün ve biraz "cins"tir. işte coen karakterleri, gerçek olabilecek kadar garipler. bu ultimate karikatürizasyon dozajını yakalamak, sanıyorum, pek fazla kişinin harcı değil.

    filmi düşünüyorum,

    redneck komşu, bu adam yahudi düşmanı ama aynı zamanda xenophobik, bi yabancı ile bi yahudi karşı karşıya gelince yahudiden yana tavır alıyor. adamın her konuda bi tavrı var çünkü. değerleri var, bu değerler için kavga etmeye hazır. kambur akademisyen çok tatlı bi sefer. kapıya yaslanma tripleri harika. ikide birde göze giren bi 501 var, evet evet, the red label, levi'in efsane jean'ı. gopnik'in oğlunun sınıf arkadaşı giyiyor. cüsse iyi ama kondüsyon sıfır, yirmi otuz metreden fazla koşamıyor. red label'ının göründüğü açıdan harika makrolar veriyor, nefes nefese. sevgilisi öldüğünde kocasının evinde zırıl zırıl ağlayan kadın, kendince tek bir şeyi anlamlandırdığında hayatı çözdüğünü sanan jünyor haham, rasgele anektodlarla zeki görünmesi gereken senior haham, kalemleri traşlı kalp krizi eğilimli yaşlı avukat amca, arthur "the extractor", sevgi adamı sy "the anonymous letter" ableman... able man!

    bu da mı gol değil?
  • --- spoiler ---

    "gerçek yalanlarla bulunduğunda içindeki tüm umut ölür. sonra ne olur? grace slick, marty balin, paul kantner, jorma kaukonen...
    bunlar, tayyarenin üyeleridir. iyi çocuk ol."

    --- spoiler ---
  • hayatın anlamı üzerine bir film.

    --- spoiler ---

    filmin başındaki eski hikaye hemen zihnimizin "örüntü arama" (bir düzen bulma, mana katma, hikayeleştirme) nöronlarını tetikliyor. ilginç bir hikaye girişi var önümüzde; yaşlı, hatta ölmüş olması gereken bir adam, tedirgin bir ortam vb. sonra ne olacak diye bekliyoruz... bekliyoruz... bir şey olmuyor.

    adamın hasta erkek kardeşinin denklemleri. bir yere varacak, buradan çok önemli bir şey çıkacak gibi. bekliyoruz... bekliyoruz... bir şey olmuyor.

    muhtemel facia olacak hava olayı. bekliyoruz... bekliyoruz... bir şey olmuyor.

    dişlerin arkasındaki gizem. bekliyoruz... bekliyoruz... bir şey olmuyor.

    adamın muhtemel ölümcül hastalığı. bekliyoruz... bekliyoruz... bir şey olmuyor.

    ...ve filmdeki bu türden diğer yarım - yamalak hikayeler. bir anlamı var gibi, bir şey olacak gibi, ama bir yere bağlanmıyor, eksik gedik kalıyor.

    adam, anlam arayışını kendisi sonlandıramıyor. hahamlara -yani dine- başvuruyor. onlar da çok manalı olabilecek bir şeyler söylüyorlar, ama aslında manalı bir şey söylenmiyor. sadece son haham, ona eksik, tamamlanmamış bir hikaye anlatarak şunu demek istiyor: hayat bu, yarım yamalak, eksikli, defolu, anlamsız bir öykü. biz bu öyküye bir anlam katmaya çalışarak, hatta bir öykü yaratmaya çalışarak komik duruma düşüyoruz. zihnimizin örüntü arama eğilimine yenik düşüyoruz. bir şeyin sonu yok, çünkü biz zaten başlangıçları zihnimizde yaratıyoruz. bir öykü yok, tamamlanabilecek bir süreç yok. sonsuz zaman içinde sonsuz devinim ve dönüşüm var. hayat sadece şimdiden ibaret, zihnimizde şimdiyi genişleterek öykü kurmaya çalışıyoruz. her zaman şimdiydi, ve her zaman şimdi olacak.

    tabii biz bu bilgiyi anında alıp özümseyerek hayatta bir örüntü, bir anlam aramayı bırakmayacağız. hayatın şu anın çevresindeki bir daire olduğunu algılamak yerine başı ve sonu doğru bir öykü algılama eğiliminde olacağız. o doğru üzerinde geçmişten gelip geleceğe doğru yol aldığımızı görme eğilimimize tutunacağız.

    --- spoiler ---

    bekleyeceğiz, bekleyeceğiz... bir şey olmayacak.
hesabın var mı? giriş yap