• mezzanine nin radyosuda bir zamanlar yaptığı bir saatlik radyo programının ismi
  • aksanat ta 8 mayıs'a dek görebileceğiniz bir serginin de ismi aynı zamanda
    bakın
  • borges'in mekansal olarak değil, zamansal olarak labirente dayanan öyküsünden yola çıkarak hazırlanmış olan sergi. sergi istanbul'un küratör claire le restif'e çağrıştırdıkları üzerine kuruluyor. istanbul, istanbul’da sanat yeniden yorumlanıyor. sergiye davet edilen sanatçılar seçilirken de "entropi, ifşa, kazı, kayıp, kayıt, eleştiri" terimlerini merkez olarak alan isimler tercih edilmiş.
    sergiye katılan sanatçılardan lara almarcequi; kaybolmaya ya da yeniden hayat bulmaya adanan şehirler ve banliyölerin "zaman aralıkları" ile ilgileniyor. jordi colomer; şehirlerin mimarisi çerçevesinde bir çalışma yürütüyor, tesadüfün müdahaleleri gerçekleşebilsin diye sapmaların yolunun takipçisi oluyor. guillaume leblon; yapıtlarının zamansallığı geçmişle gelecek arasında algılanamaz bir alanda konumlanıyor, yaratımın ve yıkımın öğeleri toprak, su, ateşi kullanıyor.
  • borges' in, her muhtemel olay için ayrı ayrı ama aynı anda oluşan(çatallanan) paralel evrenleri anlattığı hikayesi.
  • jorge luis borgestarafından yazılan öykü kitabı.

    --- spoiler ---

    "şafağa doğru clementine kütüphanesinin yüksek tavanlı, dar koridorlarından birinde gizlenmiş olduğunu gördü rüyasında. kara gözlükler takmış bir kütüphane memuru sordu: “nedir aradığın?” hladik cevap verdi: “tanrı’yı arıyorum.” kütüphane memuru şöyle dedi: “tanrı, clementine kütüphanesindeki dört yüz bin cilt kitabın sayfalarından birindeki bir harftir. atalarım ve atalarımın ataları bu harfi arayıp durdular; ben o harfi ararken kör oldum.” gözlüklerini çıkardı ve hladik onun ışıksız gözlerini gördü."
    --- spoiler ---
  • "bir ölüyü bekletirken, çürüme sürecinin cesede eski yüzlerini kazandırdığı görülür. o telaşlı altı haziran gecesinin
    bir anında clementina villar sanki bir büyü sonucu yirmi
    yıl önceki halini aldı; yüz çizgileri gururun, paranın, gençliğin, belli bir üstünlüğe sahip olduğu bilincinin, hayalgücü
    kıtlığının, kısıtlamaların, vurdumduymazlığın verdiği o
    sertliğe yeniden kavuştu. nedense, diye düşündüm, hiç peşimi bırakmayan bu yüzün hiçbir hali belleğimde bunun
    kadar uzun süre yer etmeyecek; bunun son yüzü olması
    yersiz değil, çünkü ilk yüzü de olabilirdi. "
  • "newton'un aksine atanız mutlak bir zamana inanmıyordu, zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. birbirine yaklaşan, çatallanan bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktaydı.

    biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; bazılarında siz var olursunuz ben olmam; bazılarında ben var olurum, siz olmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben var olmayız.

    talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama ben bir aldatmaca, bir hayaletim."
    (bkz: jorge luis borges)
  • kitap pdfsesli kitap youtube

    borges’in şu sözleri onun kurmacasını belki de en iyi özetleyen cümleleridir: “kaderimiz... korkunç değildir, çünkü gerçek değildir; korkunçtur çünkü değiştirilemez ve kaskatıdır. zaman, yapıldığım maddedir. zaman beni taşıyan bir nehirdir, ama ben nehirim; beni harap eden bir kaplandır, ama kaplan benim; beni yakıp yok eden ateştir, ama ateş benim. eyvah! dünya gerçektir. eyvah! ben borges'im.” (2008)

    “ el jardin de senderos que se bifurcan- yolları çatallan bahçe ” öncelikli olarak olağan bir dedektif hikâyesi gibi başlasa da sayısız ilişkiler, kurgular aracılığıyla birbirini kesen, birbirine dönen ve birbirinin üstüne düşerek sonsuz ihtimaller, yollar ve dolayısıyla tek tip gerçekliğin yerine çok katmanlı gerçekler yaratan zamansız, mekânsız bir öyküdür.
    hikâye ilkin üst anlatıcı tarafından birinci dünya savaşı’nda yaşanan bir olaya gönderme yaparak başlar.''lindell hart’ın birinci dünya savaşı tarihi’nin 22.sayfasında, 24 temmuz 1916 günü on üç ingiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- sere montauban` hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız. “hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur”, diyor yüzbaşı liddell hart.

    ardından yüzbaşı liddell hart’ ın birinci dünya savaşı’ na dair açıkladığı bir talihsizlik ve beraberinde getirdiği sorgulama ile dr. yu tsun’ un beyanı—kendisinin aslında bir alman casusu olduğunu açıklaması—üzerinden ilerler. dr. yu tsun ile bağlantılı olan kişinin öldürülmesiyle açığa çıkan olayların ardından kendisinin almanlara çok önemli bir mesaj iletmek zorunda olduğu öğrenilir. yu tsun aslında bu işi neden yaptığını ''almanya için yapmadım, hayır. bana casus olma alçaklığını
    yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum.'' ve ''şef’in benim ırkımdan insanlardan -benim kimliğimde eriyip
    birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. sarı derili bir adamın ordularını kurtarabileceğini kanıtlamak istedim ona. '' sözleriyle açıklar (s.34). hikâyede stephan albert da burada devreye girer. stephan albert almanlar’ a mesaj iletme konusunda ona yardım edecektir. aynı anda ingiliz istihbarat servisinin casuslarından irlandalı richard madden de yu tsun’ un peşine düşer. madden'i ''madden, son derece acımasızdı. ya da belki öyle olmak zorundaydı.
    ingiltere’nin hizmetinde bir irlandalı’ nın, gevşeklik ve hatta ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevi bir fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi?'' şeklinde tanımlar. ondan kaçmak ve mesajı iletme arzusunda olan yu tsun, stephan albert’i
    buluşunu '' bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzım o gizli yerin adını ta almanya’dan duyulacak biçimde haykırabilse... insan
    bedenindeki ses yetersizdi. nasıl yapmalı da, o adı şef’in kulağına ulaştırmalıydım? '' ve ''on dakika içinde planım hazırdı. mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon rehberinde yazılıydı; trenle yarım saat
    çeken fenton’ın bir banliyösünde oturuyordu'. sözleriyle açıklar. stephan albert'in evine gittiğindeyse, albert onu eski çin konsolosuna benzetir ve kendisinin özenle hazırladığı bahçesini görmeye geldiğini düşünür. ne var ki büyük bir tesadüf eseri stephan albert, dr. yu tsun’ un atası olan ts’ui pen tarafından kurulmuş lâbirent bahçenin ikizini yaratmıştır. dahası, önemli bir yazar olan ts’ui pen’in atası da bir yabancı tarafından öldürülmeden önce “yolları çatallanan bahçe” adlı sıra dışı hikâyesi üzerinde tam on üç yıl çalışmıştır. (intratextualidad- kendi eserine gönderme) hikâyenin ve söz konusu insan yapımı lâbirent bahçenin kesişen yolu ve hikâyenin asıl büyüsel şekli tam bu noktada kendini gösteriyor diyebiliriz. zira stephan albert, lâbirent bahçesiyle uğraşmanın yanı sıra söz konusu roman üzerine derin düşüncelerle doludur ve hâlihazırda çalışmalar yaparak romandaki—ve bahçesindeki— labirentin de gizine varır:

    -“doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”

    -“bir an düşündükten sonra cevap verdim, “satranç sözcüğü.”

    -“tam üstüne bastınız” dedi albert. ”yolları çatallanan bahçe” konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. bir sözcüğü hiç kullanmamak, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur.”
    evrensel bir zaman ve aslında mekândan da bahsetmeyen borges, edebi söyleminde bireysel çoklu gerçeklikleri ve tıpkı bir nehir gibi akıp giden sonsuz bilgiyi kabul etmek için bir anlamda bütünden vazgeçer. zira lâbirent bahçe gibi her bilgi, her olay, her dönüş olası çeşitli geleceklere doğru açılır:

    “yolları çatallanan bahçe’mi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum. daha ilk bakışta anladım: “yolları çatallanan bahçe” o karmakarışık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallamanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. eseri iyice bir okuyunca kuramım doğrulandı. bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; ts’ui pen’in kurgusal eserindeyse yazar—aynı anda— hepsini birden seçiyordu. yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallaşan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte. diyelim ki fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; fang araya giren bu adamı öldürebilir; ikisi de kaçıp kurtulabilir; ikisi de ölebilir falan filan; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. bazen bu lâbirentlerin yolları kavuşur; örneğin siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum.”

    böylece doğrusallıktan uzak, birçok seçeneğin, zamanın ve mekânın bulunduğu ve
    oyl ayrımlarının giderek çatallaştığı, gerek yöndeşik gerekse ayrıksı durumlarda bireyin
    bütün bunları ayrı, zaman zaman da aynı anda yaşayabilmesinin büyüsel söylemini yaratır borges. bu söylemde geçmiş yaşanmamıştır; zira zaman çatallanır ve gelecek asıl şimdi var olur. dolayısıyla yu tsun, albert ile kendisnin pek çok zaman diliminde aynı anda birlikte var olduklarını derinden hisseder:

    “yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirine den habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır. biz bu zamanların birçoğunda varolmayız; bazılarında siz varolursunuz, ben olmam; ötekilerde ben varolurum, siz olmazsınız. talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama ben bir aldatmaca, bir hayaletim.”

    “zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallaşıyor. bunlardan birinde sen sizin düşmanınızım.”

    “gelecek şu anda var oluyor, “ karşılığını verdim, “ama ben dostunuzum sizin. şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?” (albert’in, yu tsun’un atasına ait söz konusu mektubu göstermek amacıyla oturduğu yerden ayağa kalkmasıyla birlikte yu tsun ona arkadan ateş edip onu yere yıkarak öldürür. artık mesaj iletilmesi gereken yere ulaşmıştır; saldırılması gereken kentin adı berlin’e bildirilir. zira yu tsun, albert adlı kente işaret ediyordur ve bunu yapmak için de aynı adı taşıyan adamı öldürmekten başka çaresi yoktur; konu hakkındaki giz perdesi aralanmıştır artık: “gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten” diyerek bitirir hikâyesini yu tsun.

    bu noktada aslında ötelenmiş bir eylemin sonucudur albert’in yu tsun tarafından öldürülmesi. yu tsun, yüzbaşı richard’dan kaçarken bir anlamda kendinden, kendi yıkımından kaçar. hikâyenin başlangıcında “bir aynada vedalaştım kendi kendimle” derken çektiği acılardan kendi kendini önce yok eder ve ardından bir başka biçimde, farklı zamanların çatallaştığı tekinsiz noktalarda yeniden yaratır benliğini. yu tsun ya da ölümle karşılaşan albert bile artık zamanın sayısız geleceğe doğru durmaksızın çatallanan yollarında çeşitli kisveler takınırlar; öznelliklerini çok katmanlı olarak inşa edeler. zira albert için ölüm bile bir aldatmaca bir hâyalettir aslında. bir başka deyişle özne dış unsurlarda temas kurduğu alanlarda bir kayma yaşayarak belirsizleşir. borges çoklu zaman ağını kurmacasının odağına yerleştirirken, her tip zamanda kurduğu sayısız ilişkiler ve bağlantılar aracılığıyla karakterlerini var edip ardından onları parçalar. böylece karakterler de başka zaman boyutlarında türlü biçimlerde etkin kılınırlar. zamanın çizgi biçimindeki doğrusallığını ve tek tip gerçekliğini reddederek yarattığı karakterleri yoluyla sorgular. zamanın da tıpkı detektif hikâye kurgusu içindeki bireyin sonsuz devinimleri gibi açık uçlu, değişken ve güçlü biçimde sorgulanabilir olduğunu gösterir bize.

    çoğu öykü yazarı başlangıç noktasını ve girişi bulduktan sonra öyküyü yazmaya daha kolay devam edebildiğini söyler. oysa borges öykünün başlangıç ve son kısımlarının her zaman kendisine belirdiğini, aradaki kısmın ise muallak olduğunu ve bulması gereken öykünün de bu arada olanlar olduğunu söylüyor bir söyleşisinde.

    arjantin edebiyatını “yoksul” buluyordu borges. tıpkı hayatlarımız gibi, bu yoksulluğun hayal gücü ve coşku eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyor, yoksulluktan kurtulmak için de zengin düşleri, büyüleri, imgeleri bolca ve hakkını vererek kullanıyordu eserlerinde. eserlerinin konularını nasıl seçtiği sorulduğunda “bu konuları ben seçmedim, konular beni seçti. yazarların konu arayıp seçmeleri gerektiğine inanmıyorum. konuların yazarları arayıp bulmaları daha uygundur” diyordu.
    doğumundan itibaren glokom hastalığı nedeniyle görme yetisini giderek tümüyle yitiren j. l. borges, 1955 yılında arjantin ulusal kütüphanesi müdürlüğüne getirildiğinde yüz binlerce kitabın arasında kördür.

    borges’in büyülü dünyasına damgasını vuran ve yaşantısının ayrılmaz bir parçası olan gerçeklik ise şüphesiz “körlük” olmuştur. görme yetisini tamamen yitirdikten sonra hayata küsmeyen, tam tersine zamanın farklı akış biçimlerini duyumsama şansı yakaladığını belirten borges "armağanlar şiiri’nde okurlarına şöyle sesleniyor: “kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın bu lütfundan yüce tanrının. bana ilahi bir şaka yaptı, kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.”:https://youtu.be/v3lj_1rcdow borges röportaj`

    kaynakça

    borges, j.l. (2010), ficciones hayaller ve hikâyeler, istanbul: iletişim yayınları.

    notos dergi aralık-ocak 2012 32. sayı- deniz gündogan
  • "korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli. "
hesabın var mı? giriş yap