73 entry daha
  • atatürk'ün 1923 kasım 14'de izmit'te kürtlere özerklik verildiğini açıkladığını iddia eden yazar
    kaynak: ntv haber
  • böyle başladı beraberliğimiz. benim için hiç bitmez. ölse de bitmez. belki ben ölsem de bitmez:
    << çakırdikeni en pis, en kıraç toprakta biter. bir toprak ki bembeyaz, peynir gibidir. ot bitmez, ağaç bitmez, eşek inciri bile bitmez, işte orada çakırdikeni keyifle serile serpile biter, büyür, gelişir.
    en iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. bunun sebebi, bir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. bir de, öyle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez.
    ne iyi, ne kötü boş bırakılmış orta halli toprakta da biter çakırdikeni. çakırdikenini söker, yerini ekerler. toros eteklerinin doruklara yakın düzlükleri bu minval üzeredir.
    en uzun çakırdikeninin yüksekliği bir metre kadar olur. bir sürü de dalları vardır. dallar dikensi çiçeklerle donanır. bu çiçekler beş perli, yıldız gibi, uçları sert, sivri iğnelerin ortasmdadır. her çakırdikeninde bunlardan yüzlerce bulunur.
    çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. iğne atsan çakırdikeninden yere düşmez.
    baharda zayıf, açık yeşildir. hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. açıkça bir mavidir bu... sonra mavi gittikçe koyulaşır. bu en güzel bir mavidir. bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. gün batarken sular nasıl kıza-1 rır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır.
    güze doğru dikenler kurur. mavilik beyaza döner. çatırtılar gelir çakırdikeninden.
    düğme büyüklüğünde sütbeyaz sömüklüböcekler vardır hani. bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur.
    değirmenoluk köyü çakırdikenlik... tarla yok, bağ, bahçe yok. safi çakırdikenlik.
    çakırdikenliğin içinden koşan çocuk soluk soluğaydı. çoktan beridir ki durmamacasına koşuyordu. birden durdu. bacaklarına baktı. dikenlerin yırttığı yerden kan sızıyordu. ayakta duracak hali yoktu. korkuyordu. ha yetişti, ha yetişecekti. korkuyla arkasına baktı. görünürlerde kimsecikler yoktu. ferahladı. sağa saptı. bir zaman koştu. sonra yoruldu. yorulunca çakırdikenlerinin içine yattı. sol yanında bir karınca köresi gördü. karıncalar iri iri. körenin ağzında cıvıl cıvıl kaynaşıyorlar. bir zaman her şeyi unutup karıncalara daldı. ve birden aklına gelince sıçradı. sağa saptı. biraz sonra da dikenlikten çıktı. dikenliğin kıyısına dizleri üstü çöktü. baktı ki dikenliğin üstünden başı gözüküyor, kıçı üstü oturdu bu sefer de. bacakları kanıyordu. kan sızan yerlere toprak ekelemeye başladı. toprak yaralara düşünce yaktı.
    kayalıklar azıcık ötedeydi. kayalıklara doğru var gücünü harcayarak yeniden koşmaya başladı. en yüksek kayanın altındaki çınar ağacına vardı. ağacın dibi bir kuyu gibi derinlemesi-neydi. sapsarı, altın renkli, kırmızı damarlı yapraklar ağacın dibini doldurmuş, gövdeyi yarı beline kadar örtmüştü. kuru yapraklar hışır hışır ediyordu. gitti, kendisini yaprakların üstüne attı. çınarın çıplak dallarından birisinin en ucunda bir kuş duruyordu, çıtırtıyı duyunca uçtu gitti. yorgundu. bitmişti. burada, bu yaprakların üstünde gecelemeyi geçirdi aklından. yumuşacık. oturduğu yerden kalkamayabilir de. sonra, "olmaz," dedi kendi kendine. "adamı kurt kuş yer." ağacın üstünde kalmış yapraklardan birkaçı dolana dolana geldi öteki yaprakların üstüne düştü. sonra boyuna birer ikişer düşmeye başladı.
    kendi kendine konuşuyordu. sesli sesli konuşuyordu. sanki, yanında birisi var da ona söylüyor:
    "giderim," diyordu. "giderim bulurum o köyü. kimse bilmez oraya gittiğimi. gider bulurum. giderim işte. çoban olurum işte. çift sürerim işte. anam beni arasın işte. arasın aradığı kadar. keçi sakallı göremez yüzümü. göremez işte. ya köyü bulamazsam? bulamam! aç kalır ölürüm. ölürüm işte."
    ılık bir güz güneşi vardı. kayaları, çınarı, yaprakları yalıyordu. toprak taze, apaydınlıktı. bir iki güz çiçeği toprağı yarmış, ha çıktı, ha çıkacak. çirişler acı kokuyor, ıslak ıslak da parlıyordu. dağlar, çiriş kokar güzün.
    bir saat mı, iki saat mı ne kadar kaldı orada, belli değil. ama, gün yıkıldı gitti dağların ardına. neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp, kendini toparladı. birden aklına düştü ki, arkasından geliyorlar. deliye döndü. güneşe bir göz atmayı da unutmadı. güneş başını almış gidiyordu. şimdi nereye gitmeliydi? hangi yöne? bilmiyordu. kayaların arasından incecik bir keçi yolu geçiyordu, ona girdi koşmaya başladı. kaya demiyor, çalı, taş demiyor koşuyordu. yornuğunu iyi almıştı. duruyor, bir an arkasına bakıyor, sonra gene koşmaya başlıyordu.
    ayaklan biribirine dolanıyordu. bu minval üzere koşarken, çürümüş bir ağacın üstünde küçücük bir kertenkele ilişti gözüne. nedense buna sevindi. kertenkele onu görünce ağacın altına kaçtı...
    bir sallandı, sonra durdu. başı dönüyordu. gözleri karardı. etrafındaki dünya topaca dönmüştü. nasıl da fırlanıyordu! eli ayağı da titriyordu. arkasına baktıktan sonra gene koşmaya başladı. bir ara önünden bir keklik zurbası parladı. kekliklerin kalkışından irkildi. en küçük bir çıtırtı duysa hep irkiliyordu zaten. yüreği, bu sebepten, hep deli gibi çarpıyordu. umutsuz-casına arkasına gene baktı. kan tere batmıştı. dizlerinin bağı çözüldü. yere oturuverdi. düştüğü yer ufacık taşlı bir yamaçtı. ekşi ekşi bir hoş ter kokuyordu. burnuna tatlı bir çiçek kokusu geldi. gözlerini zorla açabildi. başını ağır ağır, korka korka kaldırdı aşağılara baktı. gün battı batacaktı. gölgeler öylesine uzamış. aşağıda hayal meyal bir toprak dam gördü. sevinçten yüreği ağzına geldi. evin bacasından duman da çıkıyordu. duman, ağır ağır, salma salma çıkıyordu. duman, bir kara duman değildi. dumanın rengi hafif mora çalıyordu. arkasında ayak sesine benzer bir patırtı duydu. başını hızla çevirdi. sol yanın-
    da orman kapkara kesilmiş bir sağnak gibi gökten yere iniyordu. orman üstüne üstüne geliyordu. gene konuşmaya başladı. ama bağıra bağıra konuşuyordu. hem ormandan kaçarcasına, aksi yöne yürüyor, hem olanca gücüyle:
    "giderim derim ki onlara... giderim derim ki... size derim... size çoban olmaya geldim. çift de sürerim... ekin de biçerim. derim ki benim adım mistik derim, kara mistik... anam yok, babam yok... abdi ağam da yok derim. sizin davarınızı güderim... sizin çiftinizi sürerim. sizin çocuğunuz da olurum. olurum işte. benim adım ince memed değil. kara mistik derler bana. anam ağlasın. olurum işte. gavur abdi ağa da arasın beni. çocukları olurum işte."
    sonra bağıra bağıra ağlamaya başladı. karanlık orman akıyordu. ağladıkça ağlıyordu. ağlamaktan, yalnız, avazı çıktığı kadar ağlamaktan müthiş bir tat duyuyordu.
    yamaçtan aşağı inerken ağlaması kirp diye kesildi. akan burnunu sağ kolunun yenine sildi. yen, yamyaş oldu.
    evin avlusuna geldiğinde karanlık kavuşmuştu. ötelerde birçok ev karartısı daha gördü. bir an durdu. düşündü. bu köy, o köy mü ola? kapının önünde uzun sakalı sallanan bir adam semerle uğraşıyordu. başını kaldırınca sakallı, avlunun ortasında, dikilmiş kalmış bir karartı gördü. karartı kendisine doğru bir iki adım attı durdu. adam aldırmadı. işine daldı. ortalık iyice kararınca adamın gözleri görmez olup, uğraşmayı bıraktı. ayağa kalktı. soluna dönünce deminki karartıyı olduğu yerde öylece dikilmiş durup durur gördü:
    "hişt! hişt!" dedi. "hiştişt! ne işin var burada?"
    karartı:
    "ben," dedi, "çoban olurum sana dayı. ben çift de sürerim. her bir iş yaparım size dayı."
    sakallı adam karartıyı kolundan tuttu içeri çekti:
    "gel hele sen içeri, sonra konuşuruz hepsini...">>
    yaşar kemal / ince memed 1 / 1955 / sayfa 11-14
1136 entry daha
hesabın var mı? giriş yap