• orjinali the rainmaker olup bu isimle* türkçeye çevrilmiş ve başrollerini burt lancaster ve katherine hepburn un paylaştıkları 56 yapımı bir film daha vardır.

    başarılı bir oyun uyarlamasıdır. filmde, burt lancaster, uzun zamandır kuraklık çeken kasabaya yağmur yağdıracağını iddia eden bir dolandırıcıyı ve katherine hepburn da ona aşık olan evde kalmış bir kadını canlandırmışlardı. eğlenceli bir romantik komedi diyebilirim. ayrıca, film hepburn a oscar adaylığı getirmişti.
  • kars'da bir disko-bar. zannımca kars'da en gidilebilir mekan. cuma aksamları gelen gurup muhtesem caliyor ve soyluyor. icerisinde bir de ozel mekan tadında ayrı bir bolum var, biraz daha kodamanlara yönelik. fiyat da biraz daha değişik oluyor. tabi.

    alternatifi için (bkz: bolero)
  • aşka adanmış bir ümit yaşar oğuzcan şiiri.

    bir yağmur mevsimi sevişmeliyiz seninle
    o kapkara
    o deliniş gökkubbenin altında
    çılgınlar gibi
    ıslak çimenlerin üstünde boyluboyunca

    yağmur altında saatlerce günlerce
    hep benim olmalısın böyle serin, böyle soğuk
    baksana çıplak atlar üşüyor mu
    ne boyunlarında atkı
    ne üstlerinde yağmurluk

    bir yaz elbisesi giy
    öyle gel benimle yağmur altına
    ayakların çamurlu
    elbise tenine yapışmış olsun
    hep böyle kadın
    hep böyle istekli
    ve gözyaşların yağmura ıslanmış olsun.
  • bakırköy belediye tiyatrosu'nda sahnelenen bir oyun. metin 1950'de broadway için yazılıp sahnelenmiş, iki yıl sonrasında hollywood'da sinemaya uyarlanmış. türkçe'ye taa 1962'de çevrilmiş olan piyes kitabı sahaflarda aranırsa bulunabilir. bunca sene sonra tekrar sahnelenmesi iyi olmuş. klişe bir dramatik yapısı olsa da ortalama ödenekli tiyatro kalitesi tutturulmuş. rakamlarla oyunun özeti şöyle; üç dekor, dokuz plan, yedi oyuncu, iki saat ve iki perde. ilk yarısı görece sıkıcı olsa da (sadece üç plan ve uzun ama çarpıcı sayılamayacak diyaloglar) ikinci perdede düğüm grafiği giderek yükseliyor ve iyi bir finali var. karakterlere gelince; evlerinde izlediğimiz dört kişilik bir aile, ofisinde gördüğümüz şerif ve yardımcısı, ve tabii ailenin evine ansızın gelip olayların akışını değiştiren 'yağmurcu'. oyunun merkezindeki karakter, babası ve iki erkek kardeşinin arasında yalpalayan, evin kızı lizzie. anne bilinmeyen bir sebeple ortalarda yok, tahminen mefta olmuş. lizzie'nin derdi 1950'lerde yaşayan her kadının derdiyle aynı; evlenip çoluk çocuğa karışmak ancak lizzie bu isteğini entelektüel tarafıyla bastırıyor, ev fertleriyse ona bir koca bulmak için çaba gösteriyorlar. bunun için kafalarındaki ideal kişiyse herkese karısının öldüğünü söyleyen, oysa ki terkedilmiş olan şerif yardımcısı. yağmurcunun kasabaya gelişine kadar ki süreçte hem lizy, hem de şerif yardımcısı birbirlerine yüz vermiyorlar ve olaylar gelişiyor...

    bakırköy belediye'nin geçmiş yıllarda izlediğim diğer oyunlarıyla kıyaslamaya gelince; elbette prodüksiyon olarak sezuanın iyi insanı veya bahar noktası'yla aşık atamaz ancak kendi kategorisindeki görece minimal oyunlarla karşılaştırılırsa izlendiğine pişman etmeyen ve çok da ihya etmeyen bir oyun. dramatik yönü ağır basıyor, zaman zaman güldürüp tansiyonu düşüren mizahi tonu yerinde, oyun bittikten sonra pek bir tortu bırakmıyor dimağda. buna rağmen fazla anlam yüklenmeyip sadece iki saat vakit geçirmek için gidilirse üstüne keyifle sigara yaktıran bir seyirlik.

    bu da oyunla ilgili ayrıntıların ve tanıtım metninin olduğu sayfa;
    http://bbt.bakirkoy.bel.tr/…spx?pid=10025&nid=44553
  • az evvel çıktığım oyun. konu nispeten hafif olsa da izlemesi güzel, sürükleyici bir hikayesi var. tavsiye ederim, gitme şansı olanlara. ragıp abi cidden yakışıklı adammış onu anladım bi de. bir de sosyal mesajım var: oyun boyunca beni kesen itülü kız arkadaşım, yanımda annem var görmüyor musun *
  • semih kaplanoğlu karşılaşmalar isimli köşesinde yağmurcu başlığıyla bir yazı yazmıştı kimileri bu yazıyı okuduktan sonra çocuklarına yağmur ismini koymaya karar vermiş. madem bu kadar önemli ben de yazayım bari dedim.

    yağmurcu

    onunla şehrimizin denize kavuşan yokuşlarından birinde, bir sabah vakti, sizler henüz uyurken bastıran bahar yağmurunun altında karşılaştım. eski, ahşap bir istanbul evinin saçak altına sığınmış, çinko yağmur oluğundan köpürerek akan suya teybini uzatmıştı. elli, ellibeş yaşlarındaki bu sarışın, sırılsıklam adamın yanından merakımı bastırıp geçip gidecekken, eliyle beni durdurdu, kıpırdamamamı işaret etti. sokakta, bir süre sağanağın oluktan fışkıran sesinden başka hiçbir tını, su birikintilerini karıştıran damlalardan başka hiçbir hareket olmadı.

    gülümseyerek, teybinin stop düğmesine bastı ve bir kaç dakika ara verdirdiği; ses için dondurduğu hayatı tekrar başlattı. bir anda kargalar bağırarak uçup konmaya, yandaki evde uyuyan bebekler ağlamaya, kediler çöp bidonlarını devirmeye kaldıkları yerden devam ettiler. kimbilir nasıl bir merakla bakmış olmalıyım ki eyüp'ün daracık bir sokağında rastladığım bu sessiz, uzun adam suskunluğunda daha fazla inat etmedi ve ona eşlik etmeme bir süre için izin verdi. sokağı birlikte inmeye başladık.
    ''şehriniz'' dedi yabancı, '' yağmurun en derin manalarını barındıran kentlerden biri. yağmur, her sokağınıza, her semtinize, dakikanıza, sabahınıza, gecenize başka yağıyor... dün topkapı sarayı’nın bahçesinde kaydettiğim sağanağın sesinde sizin göçebe ruhunuzu buldum.aya sofia’nın kubbesine çarpan damlalarda tanrı’yı işittim. lodoslu çiseltilerle ıslanan ezanlarda müslümanların sırrına erdim. ermeni-rum okullarının karanlık camlarına vuran damlalarda şehrinizin huzursuz çocukluk uykularını gördüm. okulu kırmış genç sevgililerin yağmur parklarındaki utangaç hallerini kem gözlerden koruyan ve onları birbirine daha da yakınlaştıran yağmurun perdesini araladım. mezarlıklarınızda ölülerinize yağan rahmetle ıslandım. genç amelelerinizin paydostan sonra doğunun ağır yağmurlarına özlem duyan yanık türkülerini de kaydettim… sonra…
    bıraksam devam edecekti türk yağmurlarının manalarını sıralamaya. kibarca susturdum. kimdi, meselesi neydi, bu yağmur tutkusu nasıl başlamıştı?
    nazik bir şekilde yanıtladı.’’ başlangıçta özel bir nedenim bir tutkum yoktu. on yıl önce amatör bir kamera almıştım ve diğerleri gibi eşi dostu etrafımı tatillerde seyahat ettiğim ülkeleri çekiyordum.ilk birkaç yıl böyle geçti. daha sonra, kendi kendime, kameramla neden bir günlük tutmuyorum görüntülü bir günce ilginç olur dedim. bu da beni kesmedi. tek bir konuya, temaya ağırlık vermeli diye düşündüm. yağmuru hep sevmişimdir. konu böylece yağmur oldu. özel bir nedeni yok. her neyse, yağmuru çekmeye başladım. derinleştikçe ilgim arttı. kentlerden kırlara,ülkemin yağurlarını damla damla saptadım. ya bütün dünyanınkiler… ilk musonları görüntüledim. hint yağmurlarını mutlaka yaşamalısınız. sonra çöller geldi. üçyüz altmışbeş günde sadece bir gün, o da birkaç dakika yağan çöl yağmurlarını kaydettim. güney amerika, avustralya, çin, rusya, afrika dolaşıp duruyorum. son zamanlarda yağmur sesini de gördüğünüz bu hassas cihazla saptamaya başladım… yani işim bu… binlerce kasetlik bir görüntü ve ses arşivim var. kimin işine yarar bilmiyorum, umrumda da değil… şimdi müsaade ederseniz fener patrikhanesine gideceğim… kusura bakmayın,işiniz yağmursa çabuk olmak zorundasınız, mevsim bahar, her an güneş açabilir, hoşçakalın…’’ yanımdan uzaklaşan adama bir şey söyleyemedim,pus içinde uyanan şehrime baktım, bir erik ağacı hemen yanı başımda çiçelerini döküyordu, küçük bir yağmur dereciği dağılan çiçek yapraklarını önüne katmış mırıltıyla akıp gidiyordu…
  • reenkarnasyonu uyku haliyle ilşkilendirerek, reenkarnasyona farklı bir açıdan yaklaşan salih mirzabeyoğlu kitabı. kitabın ilk bölümü necip fazıla övgülerle geçer. her ne kadar yazarıyla hayat görüşü olarak farklı farklı yörelerde dolaşsakta okunası bir kitaptır.
  • salih mirzabeyoğlu kitabı.

    kitap, ismini, carl gustave jung 'ın, çin’de yaşayan arkadaşından naklettiği bir “yağmurcu” hadisesinden almış. eserde, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ve batılıların parapsikolojik olarak adlandırdığı hadiseler örneklendirilerek, bunların islam tasavvufu ve tefekkürü zaviyesinden hakikati ortaya koyulmuş. bu tür “mistik-sırra dair” hadiselerin olabilirliği üzerinden, hem insandaki “din ihtiyacının” merkezi rolü, hem de insan ruhunun derinliklerinde olan bitenlerin hakikati işlenmiş.
  • trabzon devlet tiyatrosu'nun sahnelediği oyunu izledim. oyun film gibiydi, sanki sinemadayım ve bir western filmi izliyorum gibi hissettim. seyir zevki yüksekti. sahne, dekor,kostüm, oyunculuklar çok iyiydi. müzik kısmı da iyiydi ama şarkıları muhtemelen ingilizceden türkçeye çevirmişler. bu da kulağa garip geliyordu bazı şarkılarda. müzikal kısımlarını yine de çok sevdim, dansları da keyifliydi.
    ayrıca şöyle bir tespitim var.yıllardır devlet tiyatrosu oyunlarını izlerim. ilk kez bu sezon bir oyun hariç ki tamamen benim tarzım olmadığı için sevmedim, tüm izlediğim oyunlar çok iyiydi. belki de bu durum tamer karadağlı'nın başarısıdır. bu da burada kalsın. :)
hesabın var mı? giriş yap