• murat çelik ve haldun arslancan'ın otostopla tatil izlenimlerini anlattıkları afiyetle okunası yazı. umran dergisinde iki bölüm halinde yayınlanmıştı (sanırım geçen yıl bu zamanlardı) ondan önce ise konya'da çıkan alfabe dergisinde birkaç bölüm olarak yer almıştı.

    --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o ---

    16.08.2002

    ".....onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzere yatarken her an ..... " (1) tatilimizin ilk gecesinde deniz kıyısına serdiğimiz uyku tulumlarımıza uzanmış gökyüzünü seyrederken göz kapaklarımıza inen uyku tozlarına karşı koyamayacağımızı anlamış ve sohbetimizin en son cümlelerini üzerimize yorgan diye örtmeye hazırlanırken eminim ikimizin de içinden bu ayetler geçiyordu. biz gecenin bu tarafına yerleştirilmiş iki küçük yıldız gibi bu madde aleminin iki yorgun seyyahı evvel zamanda unutulan bir mutluluğu denizin şarkısına taşıyorduk. dalgaların sesi çoktan unutulmaya yüz tutmuş bir masal anlatıcısının ağzından dökülen o büyülü cümleler gibi üstümüze doğru yağarken biz ruhumuzun düş yolculuğuna hazırlanıyorduk. bir başkasının düşünde kendi düşümüzü kuruyorduk. büyümüştük ama hala ninnilere! ihtiyaç duyuyorduk. belli ki içimizde bir türlü eskitemediğimiz bir çocuğu saklıyorduk; ve gözlerimiz rabb'imizin " ... andolsun ki biz dünyaya en yakın olan göğü kandillerle donattık... " (2) dediği o lacivert panayırı seyretmekten yorgun iç yolculuğumuza doğru ağır-ağır kayarken birbirimizden habersiz peygamberimizin (s.a.v) duası dudaklarımızdan gecenin kuşatıcı kollarına doğru bir yıldız gibi sessizce kayıyordu; "allah'ım eğer ruhumu alırsan ona merhametinle muamele et, geri gönderirsen de iyi kullarını koruduğun gibi onu da koru, amin. "

    yalova çıkışında yaklaşık bir saatlik otostop denemesi sonunda bir kamyon durdu. çölde su bulmuş iki bedevi gibi sıcaktan bunalmış bir şekilde kamyona doğru koşuşumuz görülmeye değerdi doğrusu. otuz yaşlarında bir gençti, dikkatli baktığınızda ömrünün asfalt yollarını yüzünde görebilirdiniz. istikamet bursa... bizi turist sanmış. nereden gelip nereye gittiğimizi sordu. biz de istanbul'dan gelip marmaris'te eski bir dostumuzu görmeye gittiğimizi bu arada da biraz tatil niyetinde olduğumuzu söyledik. otobüsle rahat bir şekilde değil de niye otostopla yola çıktığımızı sorduğunda ise tercihimizi hem ekonomik hem de istediğimiz yerde durup gezebilme olanağı ve biraz da macera niyetimizle açıkladık. artık eskiye oranla çok az otostopçu görüyormuş yollarda. her gördüğünü de alırmış. bir kez daha teşekkür ettik. neler yaptığımızı ve mesleklerimizi konuşup biraz da işlerin eskisi gibi olmadığından ve de memleket meselelerinden (radyoda, peş peşe gelen milletvekili istifalarını dinliyorduk) bahsettikten sonra muhabbet yerini yolların insanı alıp götüren sessizliğine bıraktı. bu bitmez tükenmez yollara yıllardır artık bir yorgun sırdaş olmuş genç ve yakışıklı şoförün bu yol sabrına imrenerek bakarken aklımdan aytmatov'un o güzel öyküsü al yazmalım selvi boylum'u geçiyordu. bir kez daha baktım bu direksiyon başında gözlerini yolların kara büyüsüne ödünç veren gence. kim bilir neler saklıyordu geçmişiyle şu anın kesiştiği yerin bir izdüşümü olan yüreğinde. hele bir de gecenin, o karanlık perdesini yolların en derin sessizliğine bir bıçağın deri üzerinde yavaş-yavaş kayışı gibi içsel bir çığlıkla bırakıverdiği saatler, ya bu saatlerde neler hissederdi, hangi anların, hangi özlemlerin yol ayrımında gezinirdi insan?

    bursa’da, izmir çıkışında indik. bir cami bulup öğle namazını kıldıktan sonra karnımızı doyurup tekrar yola koyulduk. hem yürüyor hem otostop çekiyorduk. kısa bir bekleyişten sonra bir araba bizi aldı. arabanın kaset çalarından çıkan sesler bizde hem şaşkınlık hem de bir inşirah etkisi bırakmıştı. kuran-ı kerim’den aşr-ı şerifler dinliyorduk. beraberliğimiz fazla uzun sürmedi yaklaşık elli km sonra bir yol ayrımında indik. uygun bir yer bulana kadar yürüdük. tekrar otostopa başladığımızda artık güneş bizi tamamen etkisi altına almıştı. burada biraz fazla kaldık. kollarımızı uzatmış öylece ayakta durmaktan (her ne kadar bu işi nöbetleşe yapsak da yol kenarında ağaç olmadığından yine güneş altında kalıyorduk) artık iflahımız kesilmiş, (üstelik suyumuz da yoktu) altımızda asfalt yolun o sıcaktan bunaltan kokusu ve yakıcılığı bizi adeta patlamaya hazır bir volkan haline getirmişti. tam, bittim noktasındaydık ki (içimizden allah'a yalvarıp ya müstean (3) çekiyorduk) bir kamyon durdu.

    bir kamyon ki evlere şenlik. ömür boyu unutmayıp tatlı bir tebessümle hatırlayacağız. kapıyı açtık, selam verip içeri daldık. nereye gittiğini dahi sormadık. yeter ki bizi oradan alsın da nereye giderse gitsin diyorduk. bir düşün bir gerçeğe dönüştüğü yerin kapı aralığındaydık.

    ilk manzara, bize gülerek bakan ve boyu neredeyse direksiyonla ayni hizada çocuk yüzlü bir genç. dışardan bakan birisi kamyonun kendi kendine gittiğini sanabilirdi. kendi gerçeğini yolların ufkunda arayan ama bulduğunun hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu daha anlayamadan geriye dönen koca bir çocuğu taşıyordu yüzünde. sürekli gülüp, devamlı sağa sola bakınıyor ve arada bir camdan neredeyse yarı beline kadar sarkıp gelip geçen kamyonlara laf atıp eğleniyordu. sataştığı kamyonların (hepsi arkadaşıymış) neler taşıdığını, nerelere takıldıklarını, kısa öz geçmişlerini araya büyük bir ustalıkla sıkıştırdığı açık saçık kelimelerle anlatıp duruyordu. sayesinde bursa-izmir arasındaki neredeyse bütün kamyoncuları gıyaben tanımış olduk. bu imajlar dünyasının her gün sahte prensler üretilen sahnesine beyaz kamyonatları ile girip çıkan bu gerçek kahramanlara kucak dolusu selam! bir gerçeğin bir düşle unutulduğu yerin kapı aralığıydı bu. aralığımız çok inceydi ve böyle bir aralıkta durmak ilk adımı atmaktan daha çok iz bırakıyordu. daha ayrıntılı muhabbetini ancak dost sohbetlerinde yapabileceğimiz, yolculuğumuzun tuvaline ani bir fırça darbesiyle kondurulmuş bir tipti kamyoncu kasım.

    - abi, karı-kız muhabbetine bayılırım. bak abicim bende, affedersin (burda sesini biraz alçaltmıştı -sanki kamyonda bizden başka birisi varmış gibi ) ..... , ...... ve hırsızlık hariç (ben hemen ya yalan diyorum) ha, evet abi bi de yalan hariç bende her şey vardır.

    zaman geçiyor ve o sürekli konuşuyordu. ben bozuk hoparlörden gelen son ses müzikimsi iniltilerden bunalmış, muhabbeti başka yöne doğru kaydırmaya çalışırken haldun, cam kenarında serin-serin esen rüzgarın nefesine kendini bırakmış bir yandan da yan gözle beni kesip sinsi-sinsi gülüyordu. zaten otostopun bu kısmından sonra bindiğimiz bütün arabaların şoför yanına onu oturttum.

    müziği son ses açıyor (belki de yıllardır bu yollarda tek başına olmanın verdiği yalnızlığı kulaklarına çarpan seslerin hayal dünyasında oluşturduğu tınısıyla çoğaltıyor, böylece kendini diğer kasımlara anlatarak kalabalıklaşıyordu. bir yalnızlığın bir başka yalnızlıkla kuşatıldığı yerin şarkısında bir notadan bir diğer notaya koşturup duruyordu) sonra da başlıyordu anlatmaya. bu zaman ve mekan yanılsamasında yerini bulamamış bir masal anlatıcısıydı. sizin dinleyip dinlemediğinizin o kadar da önemi yoktu doğrusu, o hep anlatıyordu. tam bir laf cambazıydı. o kelimelere tango yaptıran bir akordiyoncuydu! onun kişiliğinde bu toprakların bir başka rengini görüyorduk. açık saçık konuşmalarını kesmeniz mümkün değildi. o bildiğini okuyordu. o güzel gülümsemesiyle size bir bakması bütün buzları eritiyor hemen onu hoş görüyordunuz. yıllardır tek başına direksiyon salladığı bu yolların onda oluşturduğu nev-i şahsına munhasır bir grameri kullanıyordu! her ne kadar bu gramerin yabancısı sayılmasak da biz olaya fransız takılıyorduk!

    sadece üç-dört saattir tanıdığı bu iki seyyaha mola verdiğinde yemek ısmarlamasını, ayrılırken "sizin paranız yoktur, size para vereyim yanınızda bulunsun n'olur n'olmaz" demesini hangi gramerin hangi sıcak kelimeleri ile anlatabilirdik ki? kapı aralığında durduğumuz bu düşün masmavi gerçekliğinde kelimeler neyi ifade eder ki? peşinden koştuğumuz hayat bizi kadehlerle kandırıyor içindeki şarabı görebilenlere selam olsun!

    - arkadaş için ölürüm abi, arkadaşlık, delikanlılık benim için çok önemli. öyle insanlar var ki allah göstermesin abicim seni iki kuruşa satarlar, yarı yolda bırakırlar. ben fırlamayım abi, ben de her şey var ama benim için dürüstlük, mertlik çok önemli çok.

    hepimiz bir başkasının rolünü oynayıp içimizdeki yüzlerce, binlerce maskeden her gün birini takıp öyle çıkıyoruz hayat sahnesine. camdan değil cama bakıyoruz inatla! dilimizin tozlu rafında içini boşaltarak aktardığımız "... her ne olursan ol" un sayfa aralarından hayata karıştığı yerdeydi kasım. gelmişti ve gelişini saracak yürekleri bekliyordu. bizlerse koro halinde hala şarkılar söylemeye devam ediyorduk! içini yüzünde taşıyan biriydi ve rol yapmıyordu; hayatın pembe dizilerine figüran olarak kendi gerçeğini koyuyordu! bu yalan rüzgarı düzenin bir kara delik gibi ondan çok şeyi alıp götürdüğü bir gerçek ama hala ememedikleri bir şeyler kalmış kasım 'da, kasım gibilerinde;

    - ..... benim için dürüstlük, mertlik çok önemli abi....

    manisa salihli'de oturuyormuş. iki çocuğu varmış ve birinin sünnetini yapacakmış yakında.

    - bizim oralarda adettir abi, sünnet olacak çocuğu bir gün boyunca deve üstünde sokaklarda gezdiririz. önde mehter takımı arkada deve üstünde çocuk (deve üstünde derken şöyle bir kabarıyor) bütün sokaklar gezilir. bu sene mehter'in günlüğü 800 milyon oldu (bunu söylerken de kabaraklığı iniyor) bakalım n'apcaz abi.
    - nasıl vereceksin bu parayı, zaten işlerin çok kötü olduğundan bahsediyorsun boşver mehter takımını kestir gitsin işte, dediğimizde:
    - sen ne diyorsun abi, 800 milyon değil 8 milyar olsa ben yine de çocuklarım için bulurum o parayı. herkes öyle yapıyor abi. kasım'ın çocuğu niye mahrum kalsın. zaten yolda çok fazla tutmadığı gözünü bize şöyle bir çevirip; sizin çocuğunuz yok galiba abi diyor.(doğru. olur inşallah) siz onların o mahzun bakışlarını bilmezsiniz. nasıl acıtır o bakışlar adamı bi bilsen. bulur parayı yaparım evelallah.

    her zaman ki gibi konuşmasına devam ediyor ( bu sefer gözleri yolda);

    - çok para abi, çok.. zaten sırf içki parası nerdeyse bir milyarı bulur.
    - içki şart mı? mesela içki olmasa çocukların sana mahzun mu bakar?! dediğimizde, ne demek istediğimizi çakıyor. zaten ilk mola yerinde, 'burda mescid var mı' dediğimizde bize şöyle bir bakmış bir hayli şaşırmıştı. ibadetimizi yaptıktan sonra 'allah kabul etsin' deyip direksiyona geçmiş ve yolculuğumuzun ondan sonraki bölümünde cümlelerinde kullandığı kelimeleri daha bir seçer olmuştu. beyaz kamyonatlı kasım'ın gramerinde ufak bir değişiklik olmuştu, en azından bizle beraberken. umarız bu gramer değişikliği bundan sonrasına da yansır ve hep devam eder.
    - abi, allah affetsin. çok kötü yaşıyoruz abicim, çok kötü. kendimizi öyle bir kaptırmışız ki bu ekmek savaşında, bu yalan dolanda bir çok şeyi unuttuk abi. kurban olduğum allah affeder inşallah abi.

    öyle güzel öyle samimi söylemişti ki; "kurban olduğum allah". sonraları kasım'dan bana kalan ömür boyu taşıyacağım bir hediyeydi bu.

    marmaris'ten bodrum'un o şirin kasabasına geldiğimiz ilk gün, minibüsten inerken ikimizin de gözüne ilk çarpan şey küçük bodur bir minareydi. 'şu minarenin güzelliğini bak' , dedim içimden. murat sanki iç sesimi duymuş gibi aynı yere bakıp 'ne güzel değil mi?' diyordu bana. cami kasabanın en güzel yerine kurulmuştu. öyle güzel bir manzaraya oturtulmuştu ki hem camiyi hem de camiden dışarısını seyretmek harikaydı. deniz kıyısından yukarı doğru süzülen dik merdivenleri çıkınca ufacık bir bahçe-avlu karışımının bir kenarında düz çatılı adeta sade bir evi andıran camiyle buluşuyoruz. mekanın hemen dibine yapılan minaresi ise kısa boylu ve mükemmel işçiliği ile bizi büyülüyor. istanbul'da ne yazık ki sıkça rastladığımız kubbeli betonarme yüksek minareli "çoban mimari" den sonra bu mütevazi yapı sımsıcak bir şekilde bizi sarıyor.

    camiye girerken birden karşımıza kapının hemen dibinde uyuyan bir adam çıkıyor. bizi fark edince hafifçe başını kaldırıyor, belli belirsiz bir laf ettikten sonra tekrar uykuya dalıyor. daha sonraki günlerde de ne zaman gelsek onu hep orada (tam da kapının dibinde )uyuyor buluyorduk. yine bir vakit geldiğimizde bağırıp çağırıyordu;

    - burası allah'ın evi değil mi, ben de allah'ın kulu değil miyim niye içerde uyumama izin vermiyorsunuz!

    böyle bağırıp çağırıp hacıyatmaz gibi bir sağa bir sola sallanırken ağzından çıkan kelimeler de kulağınıza doğrudan gelmek yerine avluyu şöyle bir dolanayım öyle gelirim diyordu.

    kızgınlığı geçip oturunca bir ara muhabbete başladık. o masmavi gözleri kan çanağına dönmüş yanakları ise ezilmiş domates gibiydi. balon sattığını ( bize torbasındaki balonları gösteriyor) ve parası olmadığını söyledi. baloncu babanın (aramızda konuşurken ona böyle diyorduk) alkolle ciddi bir sorunu olduğu aşikardı. camide yatmak istiyormuş, o yüzden de caminin namaz saatleri dışında ( içeri girip uyumasın diye ) kilitlenmesine öfkelenip bağırıyormuş. 'allah'ın evine kilit vurulur mu hiç' diye tekrar söylenmeye başladığında ona bizim de dışarıda yattığımızı ve dilerse akşamları yanımıza gelip bizle beraber uyuyabileceğini ve bize arkadaş olabileceğini belirttiğimizde söylenmeyi kesti. pek sevindi. 'tamam', dedi ve çantasını sırtlanıp gitti. o gece onu bekledik ama gelmedi. o günden sonra bir daha ona rastlamadık. baloncu baba bütün balonlarıyla uçup gitmişti.

    caminin içine girdiğimizde ise dışarıdan algılanan samimiliğin yerini uydurukluğun izlerini taşıyan "idare eder" türünden bir dekorasyon bizi karşılıyor. caminin ahşap kaplama ve çok hoş tonda mavi boyalı tavanı içimizi açıyor. ancak kalın duvarlı yapının o güzelim köy evleri tarzı ahşap pencere oyuklarının alt hizasından yere kadar uzanan ve yapının içini boydan boya dolanan 16.yy osmanlı çini bezemeleri taklidi fayanslar tam bir kitch. keşke onları koymasalardı diyoruz içimizden. bir de camiye daha bir 'uluhiyet' kazandırmak için yapılan mihrap ve fayans bezemeleri de işin tuzu biberi. ne hazin bir durum. o kadar masraf ama sonuç mimari-estetik açıdan hüsran. ibadetlerimizin bitiminde o güzelim pencerelerden birinin dibine oturup denizi ve karşıdaki (köylülerin tavşan adası dedikleri) adayı seyretmek müthiş bir huzur veriyor. ne zaman oraya otursam yanımda fotoğraf makinesi olmadığına hayıflanıyorum. sıcak bir ikindi ışığında cami penceresi, deniz ve tekneler güzel bir anlatım olabilirdi. hele her dışarı çıkışımızda koyu tepeden gören cami avlusunun duvarına oturmak gelip geçenleri, denizi seyretmek en sevdiğimiz anları oluşturuyor. murat'ı bıraksam neredeyse baloncu baba gibi orada yatacak. çoğu zaman oradan ilk kalkan ben oluyorum. on beş sene önce buraya geldiğimizde burada yıkık bir kilise kalıntısı görmüştük. etrafta dolaşıyoruz ancak rastlayamıyoruz. musa öğretmenle yaptığımız sohbette o yapının bu cami olduğunu şaşırarak öğreniyoruz.

    caminin bulunduğu tepeden inip koyu dolaşmaya başlıyoruz. yıllar öncesinden pek farklı değildi. sadece insan ve tekne sayısında bir artış göze çarpıyordu bir de bir-iki restoran ve pansiyon fazlalığı. yıllardır artık neredeyse unutulan tahta masa ve sandalyeli çay bahçesini görmemiz (hem de toprak zemin üzerinde) bizi heyecanlandırıyor. hemen oturup iki çay söylüyoruz. bir de sokakların betonlaştırılmayıp doğal bir şekilde toprak olarak bırakılması koyu daha da güzelleştiriyordu. zaten orada kaldığımız sürece çoğunlukla yalın ayak gezdik. çayı getiren musa öğretmenle orda tanıştık. bize buraların sit alanı olduğunu söylediğinde koyun niye bozulmadığını daha iyi anlıyoruz; darısı bütün koyların başına!

    çay faslından sonra yıllar önce çadır kurduğumuz çesel camping'e geldik. tabii artık orası bir restoran olmuş ama o güzel yapısını bozmamışlar. yıllar önce içip-içip sarhoş olduğumuz, ayılmak için iki de bir kendimizi denizin serin sularına bıraktığımız yer şimdi bambaşka bir suretle bize bakıyordu. bakışlarımız biraz utangaç ama artık huzurlu bir şekilde yere doğru saygıyla iniyordu. yere inen bakışlarımız yanımıza gelen iki genç garsonla birlikte tekrar göz seviyesine çıkıyor. ayaküstü az sohbet! buraların on beş yıl önceki halini anlatırken meraklı gözlerle bizi süzüyorlardı. gülüşmeye başladılar, biz o zamanlar herhalde iki-üç yaşlarındaydık dediler. o zaman da mı otostopla geldiniz diye sorduklarında, biz evet o zaman da böyle otostopla geldiğimizi ve şimdi restoran önünde sıralanmış şu saçma şezlongların (ille de insanın toprakla ilişkisini kesecekler ya! zaten hepsi de plastik) olduğu yere uyku tulumlarımızı serip uyuduğumuz geceleri anlattık.

    - ilk bir-iki gece sadece biz vardık sahilde yatan. daha sonra her gece bir veya iki-kişi bize katılmaya başladı, birer ikişer çoğalıyorduk. üç-beş gün sonra sahil geceleri pansiyonlardan battaniyelerini alıp uyuyan yaşlı-genç insanlarla dolmuştu.
    - ne güzel, dedi garson çocuklardan biri.
    - güzel tabii... gelenlerin çoğu daha önce pansiyonlarda yatanlardı. dışarıda yıldızlar altında uyumanın tadını alanlar bir daha dört duvar arasına da dönmüyorlardı. hem ekonomik olarak da çok iyi gelmişti insanlara. çocuklu aileler bile vardı. her akşam ateşler yakılır, kimileri gökyüzünün o muhteşem panayırı arasında düşlere dalar, kimileri sohbetlerini koyulaştırır, kimileri de denize girerken biz de ağustos böcekleri gibi gitar çalıp şarkı söylerdik.
    - vay be, ne güzelmiş dedi sarı kıvırcık saçlı olanı.
    - güzel tabii, ama her şeyin bir sonu vardı ve güzel olan şeylerin sonu daha çabuk geliyordu; belki de daha güzel bir başlangıç içindir, kim bilir! on beş gün sonra nedenini anlayamadığımız bir şekilde jandarmalar gelip sahilde yatmaya artık izin vermediler. kimseyi de rahatsız etmiyorduk ve koca bir aile olmuştuk adeta, ama izin vermediler devam etmesine. bunu neden yaptılar hiç anlamadık, pansiyon sahiplerinin müşterilerini gecenin yıldızlarla bezenmiş büyüsüne kaptırmalarıydı sebep, belki de?! yıldızların ne suçu vardı yani, değil mi?!
    - şimdi yine sahilde mi yatacaksınız, dedi düz saçlı olanı.
    - evet, dedik, inşallah.
    - tıpkı eskisi gibi, dedi.
    - evet, aynen on beş yıl öncesi gibi ama hiç bir şey eskisi gibi kalmıyor ki; bu sefer sahilin suret-i müstakim yanına sereceğiz uyku tulumlarımızı.
    - nereye sereceksiniz?!
    - neyse, boşverin dedik.

    beyaz kamyonatlı kasım'a hakkını helal etmesini söyleyip indiğimizde karanlık
    iyiden iyiye çökmüştü. şimdi aydın yolu üzerindeydik ve bir hayli de yorulmuştuk. gecenin kömür yollarında ve arada bir gelip geçen arabaların parlayıp sönen far ışıkları altında büyüyüp küçülen ve yok olan gölgelerimize bakarak sessiz-sessiz yürüyorduk. bir ömür sürecek bir sessizliğin içinde kendi sesimizi arıyorduk, ya da aramıyorduk da sanki kulaklarımıza gelmeyen ama ruhumuzun merdivenlerini yalayarak geçen ve çok-çok eskilerden gelen bir sese doğru bedenimizi bırakıyorduk. biz böyle sessizliğin sesinde bir misafir gibi takılıp kendimize doğru yürürken bir araba durdu.
    sessizlik durdu.
    ben durdum.
    haldun durdu.
    gece rengini durarak boyuyordu.
    bu donmuş gibi duran zamanın perdesini aralayıp arabaya doğru koşan iki kişi vardı;
    selam verip içeri daldık. tabii ki haldun'u şoförün yanına oturttum. adam kuşadası'na gidiyormuş, gece ona yol arkadaşı oluruz diye bizi almış. sağ olsun. (bu arada yol arkadaşlarından biri beş dakika sonra arkada kestirmeye başlamıştı bile! :) aslında niyetimiz aydın yolu üzerinden dolaşarak marmaris'e gitmekti ama kuşadası da fena fikir değildi hani, böylece geceyi de orada geçirebilirdik. fakat kuşadası'na geldiğimizde oradan bir an önce gitmek için (öyle bir gürültü ve kalabalık vardı ki) hızlı-hızlı şehir dışına doğru yürüyüşümüzü ve artık yorgunluktan yatacak uygun bir yer arayışlarımızı hatırladığımızda bu fikrin hiç de işe yarar olmadığını anlamış gülüşüp duruyorduk. çok yorulmuştuk ve uyumak için uygun bir yer de bulamıyorduk; şehrin dışı diye bir şey yoktu ki söke'ye kadar neredeyse birleşmişti ve yolun sağı solu özel sitelerle, tatil köyleri ile doluydu. (en azından gece gözüyle uygun bir yer göremiyorduk.) en sonunda yemyeşil ve özenle düzenlenmiş özel bir sitenin bahçesine kendimizi attık. bir ağacın dibine uyku tulumlarımızı serip rabb'imize sığınarak uyuduk. yanımızda getirdiğimiz ufak bir masa saati vardı. onun sesiyle sabah uyandık. (yalnız görüntü mükemmeldi; çimenlerde yatan iki kişi ve baş uçlarında bir masa saati!) kimse görmeden –her ne kadar mecburiyetten de olsa yine de izinsiz girmiştik bahçeye- teyemmümlü sabah ibadeti ve tekrar yola koyuluş.

    genç garson çocuklardan ayrılıp sahilde gece için yatacak uygun bir yer aramaya başladığımızda sırt çantalarımız da iyice ağırlaşmaya başlamıştı. koyun çarşısından başlayıp tepelik yere kadar uzanan kumsalda yolu yarılamıştık ki sol tarafımızda sıralanan evlerden bir tanesinin önünde orta yaşlarda bir kadın bir elinde boya kabı diğer elinde fırça ile evin önünde yer alan sahanlığa daha önceden deniz kumu ve tutkal karışımı ile çizilmiş motif hatlarını renklendiriyordu. murat yürümeye devam ederken ben durup bu çalışmayı seyretmeye koyuldum. 'hanımefendi, boyadığınız figürü eğer sahanlığı çevreleyen evin duvarına doğru da devam ettirirseniz sanırım çok güzel bir görüntü elde edebilirsiniz' dedim, içimden! hatta bunun bir perspektif yanılsaması yaratacağını ve böylece gözde daha hoş bir etki bırakacağını düşündüm ve düşündüklerimi de aynen dile getirdim. kadın çalışmasının ilgi çekmesinden memnun ve biraz da şaşırmış bir halde tatlı bir tebessümle 'çok doğru' dedi, 'birazcık henri matisse gibi değil mi? ' bu sefer şaşırma sırası bendeydi: 'evet, matisse'in 'yemek sonrası' isimli resmi gibi dedim ve ekledim; ama birazcık! karşılıklı gülüşmeye başladığımızda murat koyun ucundan bana el sallıyordu. görüşmek dileğiyle izin isteyip (nitekim bir gün sonra sahilde bizi gördüğünde sahibi olduğu kafeteryada çalışmamız için bize iş teklifinde bulunmuştu. bu bana eskiden murat'la beraber beş parasız tatile çıkıp hem çalışıp hem tatil yaptığımız günleri hatırlattı) yanından ayrılıp kumsalın sonuna geldiğimde murat geceyi geçirebileceğimiz yeri çoktan ayarlamıştı bile. yatma işini halletmiştik geriye sırt çantalarımızı bırakabileceğimiz bir yer bulmak kalıyordu. bu işi de sağ olsun garson çocuklar halletti.

    çantaları garson çocuklara emanet edip gezerken ezan sesini işittik. orada işittiğimiz bu ilk ezan bizi sevindirdi. ama doğrusu çıkan ses hiç güzel gelmiyordu kulağa. belli ki caminin ses tesisatı çok kötüydü. cazır-cızırtılar içinde bir de okuyan kardeşimizin ara sıra detone olan sesi işin rengini bozuyordu biraz. müzisyen olduğumdan dolayı herhalde oldum olası rahatsız etmiştir beni bu mesele. şüphesiz her yerde böyle değil bu. ama genel de dikkat edin ses, makam güzeldir de tesisat çok kötüdür. (bu işi meşhur birkaç camide halletmişler, ama esas çoğunluğu oluşturan arka mahallelerde, neyse....) onca para toplanır ve caminin her şeyi yapılır, alınır; klimalar, yerden ısıtma sistemi, görkemli minberler vs. ama gel gör ki özel birkaç cami hariç hemen-hemen hepsinde de mahalle arasında dolaşıp domates-biber satan arabaların o iptidai ses tesisatı gibi bir tesisatla bu iş geçiştirilir. (çoğu zaman düşünmeden edemem, mesela diğer din mensuplarının insanları ibadete çağırma şekli bizim gibi seslenerek olsaydı eğer, bu işe ne kadar önem verirlerdi acaba?!) ben de buna kafayı takar kendimi yer dururum. bir de hani camide cemaat az olur da, müezzin ya da imam sesini doğal haliyle çok rahat ve güzel bir şekilde duyurabilecekken ısrarla mikrofona okurlar; anlamam bir türlü cami dolu olsa tamam. haldun'a baktım o da aynı dertten musdaripti.

    akşamın alacakaranlığında caminin o muhteşem manzaralı bahçesinde oturmuş etrafı seyrediyorduk ki ezan okunmaya başladı. aşağıda cüzamlı bir kalabalık, kimileri restoranların görücüye çıkardıkları balıkları seyrediyor, kimileri gruplar halinde yürüyor (o an hemen aşağımızda yürümekte olan iki-üç kişilik bir turist grubunun sesi duyunca bizim oturduğumuz yere doğru araştıran gözlerle şöyle bir bakmalarını her halde hiç unutmayacağız; o bakışlarda bir merak bir de çıkan sesin ayarsızlığından duyulan bir tedirginliği görebiliyorduk), kimileri oturmuş bir şeyler içip sohbet ediyorlardı; esnafta ise aman müşteri! telaşı. sanki hiç bir şey duymuyorlar, işitmiyorlar. bizse oturmuş seyrediyorduk. yıllar önce buralarda geçirdiğimiz akşamlar geldi aklımıza. haldun ile ateşler yakıp, içkiler içip ve gitar çalıp kızlara kur yaparken kim bilir kaç ezan kaçırmıştık? acaba o zaman bir başkası da bizi izleyip aynı şeyleri mi düşünüyordu?! biz de böyle nice ezanlar kaçırmıştık. mühürlüydü gözlerimiz, kulaklarımız. ' "ey kurban olduğum allah" bize bu sesi işittirdiğin için sana şükürler olsun, bizlere işittirdiğin gibi onlara da duyur ya rabb! '

    bahar rengi bir aldanıştan dönüyor gözlerim
    ölüm kovalarken bedenimi ruhum bir güzelliğin yansımasını aşk diye giydiriyor hüznümün aynasına
    yeşil bir arzu kanıyor ellerimden ve en çok da anlatırken eskiyor insan!
    korkuyorum
    kendime bile söyleyemediğim acılar çemberinde bütün yalnızlıklar boynuma halka oluyor
    bütün suretleri sahibine sabitliyorum
    kelimeler ki ağrıyan yerlerimin ağır işçileri
    sahipsizliğimde kendime yollar bırakıyorum
    hangi zaman dilimine sığmıştı bizim bizden gidişimiz
    o zamanlar zaman hayli gençti!
    naftalin kokulu soruları vardı gözlerimin
    zaman hayli gençti ve hayli zaman geçti

    merdivenlerimizi kimler çıkıyor şimdi
    kimler iniyor o masmavi zamanların ıslak kuyusuna
    ki hepimizin kuyusunda bir yusuf yalnızlığı!
    büyürken yanımıza aldığımız o düşler kimin hücresinde sarıyor yaralarını
    bembeyaz bir anın serpilmiş misk kokularıyla
    bu yanma, bu gece, bu kan kokusu ellerimizin, bu gidip gelmelerimiz
    bu bizi bizden çıkarıp 'aşk' yapan yaratılış
    anlıyorum seyrederken kalabalıkları
    anlamak ölmektir
    ölmekse aşk'a gidiş

    yalnızsan eğer bakışlarım sende kalsın!
    ben şimdi gözlerimde şekillenen bir akşamın yüreğime düşen şarkısındayım.

    gizlice girdiğimiz bahçeden aceleyle uyku tulumlarımızı toplayıp sabahın ilk ışıkları ile birlikte kuşadası'ndan söke yoluna koyulduk. kırık dökük bir araba durdu, bizi milas yolu üzerinde bıraktı. oradan milas'a kısa bir yolculuk. milas'ta bir bakkaldan ekmek arası bir şeyler ayarlayıp biraz yemek molası verdik. hem yemek yiyor hem de etrafı kesiyorduk. aslında canımız ev yemekleri çekmişti ama aradan geçen yıllar buraları da değiştirmiş her tarafı büyük kentlerdeki gibi 'fast food' tipi yerler işgal etmişti. on beş- yirmi sene önceki otostop yolculuklarımda uğradığım milas'ın insanları canlandı bir an hafızamda. o zamanlar biz buralara inince insanlar yabancı olduğumuzu hemen anlarlardı. üzerimizdeki kıyafetler onlara biz şehirden geliyoruzu açığa vururdu. bu farklılık giysilerimizin kaliteli ya da markalı vs. oluşundan değildi elbet. en azından çok belirgin olmasa da bir giyim tarzı, yemek çeşidi farklılıkları, alışveriş yerlerinin renkliliği vb bazı kültürel ayrımlar vardı. bu geçen sürenin ardındansa durum tam tersine dönmüştü. mesela büyük şehirlerin lüks semtlerindeki lüks mağazalar ve o mağazalarda satılan moda giysileri, buradaki insanların üzerinde görebiliyordunuz. elbette derdimiz insanların nasıl ve ne giydiği, neyi giyip neyi giymeyeceği, orada olanın burada olmaması gerektiği değil, olamaz da zaten. bunlar zurnanın son deliği, bizim derdimiz kendi değerimizi üretememek ve dolayısıyla popüler kültürün buraları da kendine benzetmesiydi. e tabii o zamanlar televizyon tek kanallıydı, şimdi ise varın siz sayın. o zamanlar gençler "sınıf bilinci!" türünde şekillenirken yıllar içinde evrim geçirmiş ve 'televole!' sınıfına terfi etmişti. bir zaman sora "yersiz yurtsuzluk", kimliksizleşme belleksizleşme, aidiyetin silinip yerine evrenselleşmenin konmaya çalışılması sonucunda da... bu arada biz bunları konuşurken önümüzden iki genç geçiyor. tam da konu mankeni gibi. onların dış görünüşlerinde konuştuklarımızın bir özetini görüyoruz. murat'la bakışıyoruz. yaşam her an vurduğu ardı arkası kesilmeyen tokatlarla bizi şaşkına çeviriyordu. biz, bize sunulan her şeyi akıl ve kalp süzgecinden geçirmeden aynen alıp üstümüze geçirmişiz. hayatın her alanında böyle bu. geçirmişiz ama bol duruyor işte üstümüzdeki elbise. oturmuyor bir türlü bedenimize. bu iş öyle, bu konular üzerine bol-bol konuşmakla da düzelmiyordu. yaşam bir köşeye oturup düşünenler değil düşündüğünü hayata geçirenlerle şekilleniyordu. var olanı görmezden gelip kolaycı bir tavırla reddetmekte olmuyor, olmuyordu çünkü yaşanılan bu gerçek gün gibi apaçık karşınızda duruyordu. kötülemek, yok saymakla da iş bitmiyordu. kötülediğiniz, yok saydığınız şeyin yerine bir şeyler koymanız gerekiyordu. kelimenin tam anlamıyla bir örneksizlik yaşıyorduk; biz örneğimizi "oku'mayı" unuttuk!

    tekrar yola koyulduk. bir kamyonet bizi yatağan-marmaris çıkışına kadar götürdü. marmaris sapağında biraz fazla kaldık, kimse bizi almıyordu. biz de tekrar yürümeye karar verdik. iyi ki yanımıza çekirdek almışız. bir yandan çıtlıyor, bir yandan da yürüyüp otostop çekiyorduk. ilk benzin istasyonunda mola vermeyi düşünüyorduk ki bir araba durdu. yine her zaman ki gibi arabaya balıklama bir dalış. bu sefer haldun'u şoför yanına oturtamadım, çünkü şoförün yanında başka birisi vardı. içerde son sesine kadar açılmış bir kaset çalar (üstelik hoparlörler arkada tam da kafamızın yanındaydı) ve cazır-cuzur bir ses gürültüsünde varolma savaşı veren mahzun-i şerif; "yuh-yuh çalanlara/ yuh nefsine uyanlara" çok da sevdiğim bir parça ama gel gör ki yine o cazır-cızırtı.

    ezanın bitmesiyle düşüncelerden sıyrılıp camiye girdik. akşam ibadetemizi yaptıktan sonra imamla tanışıp görüştük. konyalı olduğunu ve on iki senedir imamlık yaptığını söyledi. esasen köyün camisinde vazifeliymiş ama yazları burada görev yapıyormuş. biz de istanbul'dan geldiğimizi ve mesleklerimiz üzerine biraz lafladıktan sonra konuyu ezan meselesine getirdik. eğer izin verirse ses tesisatına bir bakmak istediğimizi (bu arada ben müzisyen olduğumu söyledim) imkanlar elverdiğince bir ses tonlaması yapabileceğimizi dile getirdik. hoca 'niye, nesi var ki?' dedi. biz durumu elimizden geldiğince izah ettik. haldun (orta sahayı sağlam tutup tam saha pres yapıyordu) 'hocam, aslında sesiniz çok güzel, ama o güzel ses bu cızırtıda kayboluyor, makamınızın etkisi hissedilmiyor. eğer izin verirseniz iki dakikada şu tesisatı ayarlayalım sesiniz ve ezanın güzelliği ortaya çıksın!' sonunda bir 'olur' aldık. tesisatı gördüğümüzde yanılmadığımızı anladık. tam düşündüğümüz gibi çok kötüydü. öylesine konmuş en ucuzundan bir tesisattı. 'sesi veriyor ya , yeter' mantığını gün ışığına çıkarıyordu. zaten kullanılan metal hoparlörler hemen her camide görebileceğiniz cinstendi. üstelik olağanüstü güzellikteki minarenin üzerinde çok kötü duruyordu. kullanılan mikrofonu anlatmaya gerek yok sanırım. hemen işe koyulduk. amplifikatörün gücü hoparlörlere göre hayli fazlaydı. bir de daha çok duyulsun diye volüm düğmesini biraz fazla açınca sesin niye çatladığı anlaşılıyordu. verdik mikrofonu hocanın eline 'konuşun hocam' dedik. ben tesisatın başında haldun da bahçede… çıkan sesi kontrol ediyor ve yumuşatmaya çalışıyorduk. cami hoparlöründen her zaman ezan sesi duymaya alışmış olan esnaf bu sefer; 'ses kontrol, bir-iki, ses kontrol, oldu mu?' gibi kelimeleri duyması belki de epeydir yerini dahi unuttukları camiyi onlara hatırlattı. (orada namaz kıldığımız sürece cemaat zaten üç kişiyi geçmemişti, sürekli bizle beraber namaz kılan diğer kişi belediyenin çay bahçesine bakan musa öğretmendi.) toplanan esnafın aşağıdan bize meraklı gözlerle bakması görülmeye değerdi doğrusu.

    sonuçta ses gerçekten (bu imkanlara rağmen) daha bir güzelleşmiş en azından cızırtıdan kurtulmuş biraz da olsa sese bir yumuşaklık gelmişti. ama yeterli değildi. biraz daha uğraşmak gerekiyordu. fakat işin üzücü tarafı imamın 'ya boş verin, idare eder' diyerek olaya noktayı koymasıydı. canımız sıkılmıştı. neden böyle oluyordu? bizler niye her konuda emaneti zayi ediyorduk? çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da asıl suçlu bu insanlar değildi. dedelerimiz, dedelerimizin babaları, 'mezar taşlarını saydığımız' kuşaklardı. tüm bu sorunlar belki de çok-çok öncelerden beri yüzleşilmeyen, çözülmeyen, kaçılan sorunların birikmiş tortularıydı. ruhsuz, heyecansız, estetiksiz insan tipi birkaç kuşak içinde olgunlaşıp ortaya çıkmıştı. aman sende! idare ediyor sloganı, geçmişi kutsayan muttaki, maceradan, heyecandan uzak vatandaş profili; her şeyi paraya, ekonomiye bağlayan basiretsizlik... siz de bir hoparlör meselesini amma büyüttünüz diyenlere yaşamın sırrının ayrıntılarda gizli olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerek sanırım. hep küçük şeylerdi bizi bizden alıp bizi bize yabancılaştıran! şeytan büyük uçurumlar için önce küçük çukurlar kazıyor! ne olurdu sanki bu iptidai tesisat yerine (bizim müzisyen tabiriyle) 'baba gibi bir tesisat' döşense ve insanın o doğal, içten, samimi ve güzel sesine yakın bir ses elde edilse; (hatta küçük, yoğunluğu olmayan yerlerde uygun bir yükseklikten çıplak sesle okunsa. orada kaldığımız günlerin birinde namaz öncesi elektrikler kesilmişti. hocanın cami avlusunun duvarına çıkıp koya doğru dönerek eli kulağında çıplak sesle insanları ibadete çağırmasının bizdeki etkisini anlatmaya sanırım hiçbir kelimenin gücü yetmez. tüylerimiz diken -diken olmuştu. o an çocukluğumun istanbul'unda aksaray valde sultan camii'nde okunan ezanlar geldi gözümün önüne. yoldan geçen turistlerin nasıl büyülenerek bu çağrıyı dinlediklerini asla unutamam.) belki biri o güzel sesin hatırına namaza gelir, hele böyle tatil beldelerinde ola ki bir turist .... çok mu zor? hiç de değil; biraz ince bir anlayış ve biraz gayret hepsi bu. (hocaya bodrum'a gidip yeni bir tesisat almak için restoranları, pansiyonları bütün esnafı tek - tek dolaşıp yardım istemeyi teklif ettiğimizde, teklifimizin cevapsız kalacağını zaten biliyorduk.)

    mahzun-i şerif dinleyerek tatilimizin ilk durağı marmaris'e geldiğimizde yolculuğa başladığımız şehre geri döndük sandık. hemen bir minibüse atlayıp eski dostumuzun yaşadığı marmaris'in küçük bir kasabasına geldik. biraz sohbetten sora yolculuğun yorgunluğunu atmak için kasabayı gezmeye başladık. denize girmek için sesiz sakin bir yer aramaya koyulduk. koyun tamamı yine o plastik beyaz şezlonglarla doluydu. üstelik halka açık olmasına rağmen sahilin neredeyse tamamına yayılan şezlongların hepsi de ücretliydi! neyse... uygun bir yer bulup denize girdik. çocuklar gibi eğleniyorduk. bir ara kayalardan suya balıklama atlayış denemelerine geçtik. bu işi öylesine beceriksiz yapıyorduk ki karınlarımız her defasında suya çarpmaktan domates gibi kızarmıştı. birbirimizin atlayışıyla alay edip gülüşüyorduk. ama bu beceriksizliğimizle eğlenenlerin yalnızca ikimizin olmadığını gülerek parmaklarıyla diğer insanlara bizi gösterenleri fark edince anladık. hemen, hiç bozuntuya vermeden (kızarmış göbeklerimizi de saklayarak) ağır-ağır sudan çıktık. kumların üzerinde hiçbir şey olmamış gibi biraz oylandıktan sonra giyinip kasabanın içlerine doğru yürümeye başladık. bizi tatsız bir sürpriz bekliyordu.

    akşam ibadeti için camiye girip ben şadırvana doğru yöneldiğimde murat içeri giriyordu. bu arada ezan başlamıştı. abdest almaya başladım, nasılsa yetişirim diyordum fakat ezan öyle çabuk okundu ki cemaati kaçırmamak için içeri girdiğimde çoktan kamet okunmuş ve namaza durmuşlardı bile. alelacele cemaate katıldım. rekatlar birbiri ardınca öyle hızlı kılınıyordu ki ne zaman başladık ne zaman bitirdik anlayamadım. aptallaşmıştım, büyük bir saygısızlıktı bu ve sinirlerim bozulmuştu. namaz bitince bu durum bende patlamaya dönüştü; 'hoca efendi, allah aşkına bu nasıl namaz! bir yere mi yetişiyoruz, ne bu acele? alay mı ediliyor?' diye sesimi yükselterek itiraz etmeye başladım. benim bu ani çıkışımdan dolayı imam ve zaten on-on beş kişiden oluşan cemaat bir an için dondu kaldı. zamanın o en kısa aralığında birbirimizi süzüyorduk. derken murat da kendini tutamadı ve 'sizler bu işten sorumlu değil misiniz? neden ikaz etmiyorsunuz? ' diye cemaate söylenmeye başladı. zamanın bu en kısa aralıkları birbirine bir film şeridi gibi eklenip önümüzden hızla geçerken birden ortamın havası buz gibi oldu. hepimiz şaşkındık ve bizden başka herkes tek kelime etmeden sünneti kılmak için caminin dört yanına dağılıyordu. biz bulanık bir göle atılan iki küçük çakıl taşı gibi etrafımıza dalgalar yayarak sessizce olduğumuz yere doğru çöktük. hoca efendi yine aynı hızda sünneti de kılıp el-fatiha deyip çıktığında cemaat de tek kelime etmeden arkalarına dahi bakmadan birer-birer çıktılar camiden; hepimizin yanında bir suçluluk duygusu! sonunda biz de ışıkları söndürüp terk ettik bu gemiyi!

    yolda yürürken hala olayın şokunu yaşıyorduk. biz söylenirken cemaatin o şaşkın bakışlarını hiç unutmayacağız; o bakışlarda unuttukları ve belli ki rutinleştirdikleri bir şeyin hakikatiyle tanışma şaşkınlığı vardı. biz de şaşkındık. ben bir ara yaşanılanın gerçek mi yoksa bir hayal mi olduğuna bile tereddüt ettim. zira böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştım. hatta kendime şaşırdım böyle bir tepki nasıl verdim diye. murat ise daha önce bir-iki sefer aynı olayı yaşadığını dile getirdi. fakat bizi içten içe rahatsız eden şey bizim bu olay karşısındaki yanlış davranış biçimimiz ve performansımızın yetersizliğiydi. pekala namaz sonunda hocayı bekleyip güzelce oturup onunla konuşabilir ve birbirimizi irşad edebilirdik. bu iş öyle çabucak öfkesine yenik düşüp hemen sağa sola bağırmakla olmuyordu. kamil insan farkını bir kez daha anlıyorduk. tekamüle ulaşma yolunda atacağımız daha nice adımlar vardı ve belki de bizi olgunlaştıran yanlışlarımızı görebilme sanatıydı! hayat bir imtihan yeriydi ve bizler sürekli deneniyorduk.

    bir şeyler atıştırdıktan ve olayın şokunu biraz üzerimizden attıktan sonra dostumuzun dükkanına gidip sohbete başladık. o sırada yanımıza bir genç gelip selam vererek oturdu. genç adam 'abi camide çok iyi yaptınız, iyi oldu kendimize geldik' demez mi. meğer o da o sırada camideymiş. bu durumun sık-sık yaşandığını imam da dahil hepsinin esnaf olduğunu aceleciliğin bundan kaynaklandığını söylüyordu. yaşanılan olayın kasaba da hemen konuşulmaya başlandığını genç adamın ağzından duymak da hayra alametti doğrusu. nitekim yatsı namazı için gittiğimizde ağır-ağır huzurlu bir namaz kıldık. ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte denizden karaya doğru ufak bir ırmak gibi uzanan suyun üzerinde yüzen ördekleri biraz seyrettikten sonra yolculuğumuzun ikinci durağı bordum'a doğru yola koyulduk.

    marmaris'in çıkışında bizi bir minibüs aldı. uzun bir süre, ağır-ağır, kıvrıla-kıvrıla dağı çıktık. marmaris ve daha sonra özellikle gökova körfezi'nin yukarıdan görünüşü nefisti. çıkışı bitirdiğimizde gözlerimiz aşağıdan bize bakıyordu. manzaranın güzelliği bizden gözlerimizi çalmıştı. o an kördük!

    temiz havanın verdiği zindelikle sabah kendiliğimden uyandım. hava henüz aydınlanmamıştı. uyku tulumunun içinde yana doğru döndüm, murat da uyanmış kalkmak üzereydi. etrafta kimsecikler yoktu. kıyıya vuran minik dalgacıkların sesinden başka bir ses de duyulmuyordu. kalkıp deniz suyuyla abdest aldık. şezlongların(!) yanına uyku tulumlarını serip sabah ibadetimizi yaptık. güneşin doğuşunu bekledikten sonra ben (bir-iki hafta önce bir seriye başlamıştım esma'ül hüsna'ları yorumluyordum) üzerinde çalıştığım allah'ın isimlerinin yazılı olduğu defterimi murat da akşamdan hazırladığı oltasını alıp iskeleye gittik. murat iskeleden oltasını ya rezzak! (4) deyip denize atarken ben çay bahçesinde zü'l celali ve'l ikram (5) esmasını resme döküyordum. güneş iyice yükselip yavaş-yavaş insanlar ortalıkta görünmeye başladığında malzemelerimi toplayıp murat'ın yanına doğru yürümeye başladım. tekrar çay bahçesine geldik. balık tutamamıştık ama zü'l celali ve'l ikram bana resmimi tamamlamayı nasip etmişti. keyifli bir şekilde resme geçirdiğimiz esmaya bakıyorduk. sonra kahvaltı için orda tanışıp arkadaş olduğumuz bakkal yusuf'tan (erzurum'dan iki sene önce buraya gelmiş ve burada evlenmiş, çoğu zaman oradaki sıcak arkadaş sohbetlerini, para ve müşteri telaşı kokmayan samimi ilişkileri bize büyük biz özlemle anlatıyordu. bir yanı erzurum'daydı yusuf'un. şimdi bu gurbet yerinde bir başka yusu'un yalnızlığını büyütüyordu. gözleri ağzından dökülen kelimelerden çok daha önce anlamını veriyor, kendi düştüğü kuyusundan bize bir başka yusuf masalı anlatıyordu.) sıcak ekmek, zeytin, peynir ve domates aldık. belediye çay bahçesinin o güzel tahta sandalyelerine kurulup kahvaltımızı ederken yusuf, annesinin yeni yaptığı börekten bize de getirdi. o da oturdu yanımıza, derken musa öğretmen çaylarla yanımızda beliriverdi. bakkal yusuf, musa öğretmen, murat ve ben, hepimiz birbirimizin kuyusunda birbirimizin öyküsüne karışırken karşımızdaki o nefis manzarayı seyrediyoruz. aslında seyrettiğimiz manzara değil, biz o manzarayı oraya çizeni tefekkür ediyoruz! ve ruhlarımız çok-çok öncelerden gelen bir tanışıklığı o ana taşıyordu.

    yemek faslından sonra keyif çayı ile sohbete devam ettik. ben çantamdan paul klee'nin modern sanat üzerine verdiği bir konferansı içeren kitabını çıkarıp okumaya başladım. murat da ufak boyutlu kur'an mealini çıkarıp rast gele ortasından bir yerlerden okumaya başladı. çayın kokusu, dalgaların sesi... keyfimize diyecek yoktu doğrusu. ben o sırada kitabın çok ilginç bir yerine geldim. klee psişik-fizyonomi adı verilen konuyu kısaca anlatıyordu. bu konu kafamı uzun zamandır meşgul ediyordu. bir sohbetimizde murat'la bunu konuşmuştuk. insan güzelliğinin tözünü araştırıyordum. özellikle de kadın bedeninin çekiciliğinin nedenlerini. zira tatil müddetince de etrafta gördüğümüz kadınların vücutlarındaki formal farklılıklar 'neden biri diğerine göre daha çekici? ' sorusunu sormama neden oluyordu. bu çekiciliği sadece cinsellikle açıklamak okyanusun kıyısında yüzmek olabilirdi ancak. kendi çalışmalarım açısından baktığımda; bedenin sahip olduğu eğriler, bu eğrilerin birbirleriyle eklemlenişlerindeki ritim ve armoni ve tüm bunların ötesinde sürekli "neden böyle?" sorusunu sordurtan hakikat arayışı. ben tam bunları düşünürken murat '....kadınlara, oğullara, yığın-yığın biriktirilmiş... (6) diye okumaya başladı. işte beni meşgul eden işin estetik kısmının hakikatini anlatan söz. kainat kitabında ise bunun karşılığını bulmamız gerekiyordu. hemen her konuda olduğu gibi asırlardır bu soruyu da rafa kaldırmıştık. resim, heykel, müzik bunlar malayani şeylerdi. pekala ama, yaş ve kuru ne varsa kaydedilmemiş miydi levhalarda?! ne yapalım "kınayanlara selam, yola devam!"

    bodrum'a doğru giderken marmaris ve gökova körfezini bir hayli geride bırakmıştık ki yolda bizim gibi iki otostopçu daha gördük. minibüs sahibi sağ olsun onları da aldı. önde şoför ve tabii her zaman ki gibi haldun, arkada ise ben ve iki yeni otostopçu. görüntü çok iyiydi arabayı dolmuşa çevirmiştik ve halimizden pek memnunduk. ben arkada genç otostopçularla muhabbete daldım haldun da önde şoförle konuşuyordu. çocuklar izmir'e gidiyormuş. hemen yanımda oturanı yarın vatani görevine başlayacakmış izmir bornova'da. tabii tahmin edeceğiniz gibi muhabbet bundan sonra bir süre askerlik anıları geyiğiyle sürdü. çocukları izmir sapağında indirip biz yolların o çekici macerasına doğru ilerlerken arabayı bir sessizlik kaplamıştı.

    bodrum'un o şirin kasabasına geldiğimiz günün akşamı, kasabanın girişinde sağlı sollu sıralanan hediyelik eşya satılan tezgahları dolaşmaya koyulmuştuk. seramik kap kaçaklar ilgimi çekmiş özellikle de sırları çok hoşuma gitmişti. bu ilgiden memnun kalan tezgahtaki kız malını tanıtmaya başladı. ben de seramikle uğraştığımı söyledim. derken genç kız grup halinde kaldıkları sanat atölyesinden bahsetmeye başladı. kasabadan biraz uzakta sonatçıların gelip ziyaret ettikleri bazen çalışmalarını yürüttükleri bir akademi olduğunu ve bütün yıl boyunca açık olduğunu anlattı. özel bir bankanın yardımlarıyla kasabanın dışında (söylediğine göre bin yıllığına kiralanmış bir arazide!!) kurulmuş. hatta şu sıralar fransız bir heykeltıraşın atölyede çalışmakta olduğunu söyleyip, yapıtlarını bize anlatmaya başladı. ben de görmekten memnun olacağımı belirttim. bunun üzerine o da bizi akademiye davet etti. telefon ve adresi verdi.

    bir-iki gün sonra telefonla randevulaşıp oraya gitmek için yola koyulduk. yürüyerek kasabanın dışına çıkıp esas köyün kurulduğu bölgeye geldik. orada köy yemekleri yapan ilginç bir lokantada yemeğimiz yedikten sonra tekrar yola koyulduk. (ben güzel yemeklerle beraber diş dolgumu da yutmuştum!) niyetimiz yürüyerek gitmekti ama güneşin etkisiyle bu fikirden vazgeçip bir süre sonra otostop çekmeye başladık. bizi eski bir pikap aldı ve akademinin oraya kadar getirdi. ağaçlar arasında tipik akdeniz ve ege sahillerinin o bildik beyaz badanalı evlerinden farklı modern ve çevreye uyumla siyah renkli yapılarla karşılaştık. genç bir ressam adayı bizi karşıladı ve bekleme salonuna aldı. yalnız genç sanatçı kardeşimizin burada sigara içilmediğini belirtmek için yasak kelimesini kullanması çok hoşuma gitmişti; sanat, sanatçı ve yasak! biz bu üçgenin yasak kısmında payımıza düşen açımızı hesaplıyorduk!

    çok geçmeden bizi davet eden genç kız elinde fransız sanatçının işlerinin yer aldığı bir katalogla yanımıza geldi. biz kataloga bakarken fransız heykeltıraş içeri girdi. orta yaşlarda uzun boylu biriydi. kısa bir tanışma faslından sonra bize diğer işlerinin yer aldığı başka bir katalogu daha gösterdi. oradaki yapıtlar daha açıklayıcıydı. biraz inceledikten sonra işlerinin oldukça etkileyici olduğunu ve işlerine ve tekniğine yakın çalışan çok önemli bir ingiliz heykeltıraşın bir sergisini birkaç yıl önce istanbul’da gördüğümü söyledim. kendisi ingiliz sanatçıyı çok severmiş ve benzerlikleri onayladı ve sonra da ayrıldıkları noktaları izah etmeye başladı. (bu sırada murat yasak! üzerine bizden uzaklaşıp bahçeye çıktı ve sigara molasında bizi rahatlıkla görebileceği bir yere oturdu.) aslında niye uzaklaştığını biliyordum, çünkü onun ilgisin çeken, biz fransız sanatçıyla sohbet ederken gerek sanatçının gerekse etrafındaki sanatçı adaylarının vücut dilini daha iyi görebilmekti. çünkü gerçekten, kimi sanatçının fotoğraflarını çekiyor kimisi de hayran-hayran seyrediyordu. yüzlerde sanatçıya karşı sürekli var olan iple gerilmiş gibi bir tebessüm her ne hikmetse sanatçı gittikten sonra yerini düz bir çizgiye bırakıyordu!

    daha sonra fransız sanatçının çalışmalarının dayandığı estetiği fark ettim. modern sanatın büyük ustalarından piet mondrian'ı çok sevdiğini kendi sanatı üzerindeki etkisini reddetmediğini ve ayrıldıkları noktaları mondrian ile kendi eserlerinin arasındaki ilişkiyi hoş bir alçak gönüllülükle anlatmaya koyuldu. (oysa bu görüşmeden yarım saat sonra üst kattaki kütüphanede otururken tanınmış bir kadın yazarımız gelmiş kitaplarıyla ilgili ayak üstü sohbette murat ona marquez'i sever misiniz diye sorduğunda o, hemen kendi eserini savunmaya başlamıştı!)

    sohbetimiz sırasında modern sanat tarihindeki ustaların yapıtları ile fransız sanatçının yapıtları arasında kıyaslamalar yaptık. o ise hiçbir komplekse kapılmadan büyük bir memnuniyetle söylediklerimi dinledi ve o sanatçılarla kıyaslanmaktan memnun oldu. fakat bu sohbet sırasında ilgimi çeken şey etrafımızdaki diğer sanatçı adaylarının sohbete hiç katılmamaları ve arada bir fotoğraf çekiyor olmalarıydı. bu halimizle nasıl bir görüntü oluşturuyorduk acaba! o sırada dışarıda oturup bizi dikkatle seyreden murat'ın böyle uzakta durup olan bitene bakışını ve neler düşündüğünü anlayabiliyordum.

    bizi bu altı günlük yolculuğu yazıya döküp kalıcı kılmaya iten şey, yıllar öncesiyle şimdinin arasında kalanlardı; kendimize, değerlerimize yabancılaşma ve hayata karşı duruşumuzdaki farklılıklar ve de yaşanılan olayların bir irdelemesini yaparken bunların üzerimizdeki izdüşümleriydi. dolayısıyla kaderin bizi bu madde aleminin zaman ve mekan yolculuğunda getirdiği ve getireceği konuma bir bakıma şahit olma merakını ve belki biraz da gençlere, genç kalan yaşlılara bir küçük mesaj olur beklentisini paylaşabilme arzusuydu. önümüze gelen sahneler bize bir kez daha alışılmış düşünme, konuşma ve algılama durumunun gözden geçirilmesinin şart olduğunu gösteriyordu. her şeyden önce kendimize kayıtsız kalamıyorduk. gerek birey olarak yaşadığımız allah'la aramızdaki dikey ilişkinin ikilemleri gerekse insan-insan ilişkisi olarak yaşadığımız (ya da yaşamayı neredeyse unuttuğumuz) ilişkiler yumağının 'ideal' olarak gözden geçirilmesiydi dileğimiz. bunu yaparken ya da yapmaya çalışırken ise alışılmış yaşam ve söylev kalıplarının dışında bu 'ideal'in tam da ortasına girip çıkmak, çıkmaya çalışmak, bizzat orada bulunmak, okuduklarımızı, dinlediklerimizi dilimizin kuru teoriğinden kurtarıp yaşamın pratik yanına geçirmekti. nitekim basit bir tatil yapma ihtiyacının bile artık neredeyse ekonomik nedenlerden dolayı bir lüks olmaya başlaması (hatta olması) ya da unutulmaya yüz tutmuş bir gerçeklik olarak tatil anlayışının sadece sorumsuzca eğlenilen ve bedensel yorgunlukların atıldığı boş bir zaman aralığı olduğu yanılgısı, bütün bunların dışında bir de tatil için seçilen yerin takva dairesinde! ve nefis mücadelesi safhasındaki yeri gerçekten düşündürücüydü. maddi ve manevi olarak bakıldığında bizde oluşansa zorlu bir imtihanın ortasına balıklama bir dalış ve rabb'e sığınarak ''somut cemaatten soyut cemaate'' terfi edebilme imkanlarını her türlü ortamda arayabilme gayretiydi. dolayısıyla bu gayret kişiliğin o onurlu anahtarını kalbine asıp var olabilme, tebliğ edebilme, ön safta durabilme ruhunun gerçekleştirilebilip gerçekleştirilemeyeceğinin merakı olarak bizde yerini alıyor, allah'ın resulünü ve arkadaşlarını bu çağın gerçekliğinde ve bulunulan mekanlarda görebilme çabasına dönüşüyordu. biz korolar halinde her kafadan bir ses çıkarıp bağırmaya devam ederken 'birileri' bu bağırtıları belli bir ses aralığında düzenleyip çaktırmadan istediği gibi bize dinletiyordu! kaybolan değerler bulmacasında bizim yerimiz yukarıdan aşağıya sıralanan boş karelerde 'kendine yabancılaşma' olarak yazılıyordu.

    istanbul'da tatil heyecanı ile sırt çantalarımızı hazırladığımızda bir an önce sabahın olmasını istiyorduk. on beş sene aradan sonra ilk kez beraber yolculuk yapacaktık. nihayet sabah olup yola çıktığımızda az kalsın yalova vapurunu kaçırıyorduk. bu heyecanla üç saat sonraki gemiyi oturup beklemek hiç de hoş olmazdı doğrusu. yalova'da gemiden inip şehir dışına doğru yürümeye başladık. istanbul'un o insanı saran havası yavaş-yavaş etkisini kaybediyordu. üzerimizde eski günlerdeki gibi tatlı bir otostop macerası heyecanı vardı. zamanın üstümüzü örten perdesini aralayıp ellerimizi otostop için ilk kez kaldırıyoruz. güneş yakıcı altın sarısı çocuklarını bütün şehre yayıp ve özellikle de üzerinde durduğumuz asfalt yolu hararetiyle esir aldığında biz sırtımızda çantalarımız ve uyku tulumlarımız.....

    --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o --- o ---

    (1) kur’an-ı kerim al-i imran suresi 191. ayet

    [onlar ki dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında allah'ı anar, (ve) göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler:
    ‘‘ey rabbimiz! sen bunları(n hiç birini) anlamsız ve amaçsız yaratmadın. sen yücelikte sınırsızsın! ...]

    (2) kur’an-ı kerim mülk suresi 5. ayet

    [biz, yeryüzüne en yakın olan gökleri ışıklarla süsledik ve onları (insanlar arasında bulunan) şeytan-ruhluların boş ve anlamsız spekülasyonlarına konu yaptık ... ]

    (3)el-müstean; yardım istenen

    (4)el-rezzak; rızıkları halkeden ve kullarına bahşeden ve her canlının rızkına kefil olan

    (5)zü’l celali ve’l ikram; ululuk ve ikram sahibi

    (6) kur’an-ı kerim al-i imran suresi 14. ayet

    [kadınlara, çocuklara, altın ve gümüş (cinsin)den birikmiş hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünyevî zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. bütün bu zevkler dünya hayatında tadılabilir, ama hedeflerin en güzeli allah katında olanıdır.]
hesabın var mı? giriş yap