• legoland'de sergilenen şaharikulade bir minyatür saray.

    legoland'i bir günde gezmeye kalkışmak büyük bir hatadır. çünkü devasa parkın sadece tek bir odasında sergilenen 'titania's palace' tek başına bir günü rahatça doldurabilecek malzeme içermektedir.

    kısaca tarif etmeyi deneyecek olursam, 2.75 m. x 2.15 m. x 0.675 m. boyutlarında, tamamen elle yapılmış beş yıldızlı bir bebek evidir. bir avlunun çevresine inşa edilmiş 16 odadan oluşmaktadır (ben odaları saymadım ama bazı kaynaklarda 18 oda diye geçiyor). odalar özenle dekore edilmiş, hiçbir lüksten kaçılmamıştır. aklınıza gelebilecek her türlü saray eşyasının aynı ölçekte küçültülmüş minyatürünü bu odalarda bulabilirsiniz: fırfırlı perdeler, yaldızlı karyolalar, yastık kılıfları, el aynaları ve saç fırçaları, oyuncaklar, dolaplar, dolapların çekmeceleri, çekmecelerin kulpları, kitaplıklar, kitaplar, tablolar, heykelcikler, avizeler, yani titania, oberon ve çocukları günlük yaşantılarında neye ihtiyaç duyuyorlarsa hepsi. yalnız, perilerin kendilerini görmek imkansızdır. ortamın zenginliğini ve yaşanmışlık izlerini (buruşmuş yatak örtüleri, sağa sola fırlatılmış oyuncaklar vs) gördükçe perilerin gerçekten de bu sarayda yaşadığına yemin edebilirsiniz. herhalde müze kapanıp el ayak çekildikten sonra gönüllerince fink atmak üzere üzere ortaya çıkıyorlar.

    evin içindeki detaylardan 80 adet parça yakından izlenebilsin diye ayrılıp küçük camlı bölmelere yerleştirilmiş. bu parçalara yaklaştığınızda, üzerindeki işçiliği gördüğünüzde daha beter dumura uğruyorsunuz.

    titania's palace, boer savaşı gazisi sir nevile wilkinson tarafından el emeği göz nuru ile yapılmış. anlatılan hikayeye göre bu kopuk durum şöyle gerçekleşmiş: 1907’de bir yaz günü sörümüz bahçede rahatça otururken 3 yaşındaki kızı gwendoline heyecanla gelip çalıların arasında minik bir peri gördüğünü söylemiş. dünyanın genelinde yaşanan yoksulluktan, (babasının da bir dönem savaşmış olduğu) afrika’daki açlardan filan habersiz olan bu küçük kızcağız, mağaralarda yaşamak zorunda kalan zavallı periciklerin haline pek üzülüyormuş. babası da ondan aldığı ilhamla, bir yaz gecesi rüyası’ndaki (bkz: a midsummer night s dream) titania ile oberon’un sarayını inşa etmeye karar vermiş. ona zamanının ünlü mobilyacısı james hicks yardım etmiş. tamamen yapıldığı dönemin marangozluk teknikleri kullanılmış. orneğin basit bir çekmecenin kenarlarını dahi bir araya getirirken yapıştırıcı değil, geçme tekniği kullanılmış. evin dekorasyonunu temel olarak nevile wilkinson yapmış, duvardaki minyatür tablolar bile kendisine aitmiş. onun dışında, dünyayı gezip evin ölçeğine uygun minyatür eşyalar toplamış. ingiltere kraliçesi mary bazı parçaları ona kendi elceğiziyle vermiş. sonracığıma efendim, zamanın bazı ünlü sanatçıları da bazı parçalar vererek olaya katılmışlar. ev 1922’de son halini almış, 6 temmuz’da kraliçe mary’nin evlenme yıldönümünde de resmen açılmış. yani ev bittiğinde gwendoline artık 18 yaşında, kazık kadarmış; gönlünce oynayamamış yani bebek eviyle.

    ev bitince bütün dünyayı (bütün dünya dediğimiz de abd, kanada, güney amerika, avustralya ve yeni zelanda) gezdirmişler ve 2 milyon kişi görmüş, 80 bin pound toplanmış, bu parayla da engelli çocuklara yardım edilmiş deniyor. saray 1960 civarlarında artık hiç de minik olmayan gwendoline’e dönmüş ve bir süre de onun evinde sergilenmiş. sonra 1978’te legolandsarayı 200 bin doların altında bir paraya satın almış, üç tane tam gün çalışan eleman bir buçuk yıl çalışarak sarayı restore etmiş ve sergilemeye başlamışlar.

    (bkz: neden biz müze kurmuyoruz selim)

    titania’nın sarayı insanın ne manyaklıklara kadir olabileceğini gösteren enteresan bir örnektir. değişik çağrışımları da içerisinde barındırır. değişik vesilelerle hatırlamak mümkündür.
    örnek vermek gerekirse (ki aslinda gerekmez ama ben yine de vereceğim galiba) en son bir film setini gezerken kendimi titania’nın sarayında buldum. söz konusu set, eski bir konaktı. bir süre gezdikten sonra konağı dev bir bebek evi olarak görmeye başladım. evet kullanılan eşyalar minyatür değildi, dekorlar gerçek eşyalardan toparlanmıştı, ama orada, o ortam içinde eşyalar anlamlarından kopmuşlar sadece bir görüntüye, bir kabuğa dönüşmüşlerdi. (bkz: ghost in the shell)

    “bu masa esas kızın günlüğünü yazdığı masa”... aslında kimse o masada günlük filan yazmıyordu. sadece orada günlük yazan bir kızın görüntüsü filme alınacak ve biz de onu öyle seyredecektik. “bu, kışın yakacakları soba” gerçekte o soba hiç yanmayacaktı, borular bacaya bağlı bile değildi. (bkz: truman show) o köşkte yaşayan karakterler, titania’nın sarayı’nda göremediğimiz perilerden farksızdılar. makyajı yapılmış oyunculara tesadüfen rastlasak bile, onlar o karakterler değillerdi, senaryoda yazılı olan büyük ideallere, tutkulara ve endişelere sahip değillerdi, sahip oldukları endişe sadece ‘repliğimi doğru ezberleyebildim mi?’ ya da ‘peruğum düzgün duruyor mu?’ cinsindendi.

    (bkz: suspension of disbelief)

    ama karakterlerin hiç varolmadıklarını söylemek de, perilerin hiç varolmadıklarını söylemek gibi, haksızlık olurdu. çünkü senaryo yazarken, o karakterleri konuştururken kafanıza göre uçamıyordunuz. ‘bu karakter hakkaten bunu der mi, bunu yapar mı?’ diye sormak zorundaydınız. yani o replikleri yazmak, ‘yaratmak’tan çok ‘tahmin etmek’ oluyordu, zorlanıldığı noktalarda gerçek hayatta tanınan kişilerin konuşma tarzlarından kopya çekmeye kadar götürülebiliyordu bu iş. yani bu karakterler, biz görmesek de bir yerlerde (film karesinde, bilincimizde, idealar dünyasında) yaşıyor ve yaşatılıyorlardı. biz de seyirci olarak ekran karşısında o karakterler için kah üzülüp ağlıyor, kah seviniyor, onlara saatlerimizi ve beyin kıvrımlarımızı vakfediyorduk.

    o arada da bir yerlerde dramların daha bir gerçekleri yaşanıyor, afrika’da açlar ölmeye devam ediyorlardı. yapacak pek bir şey yoktu.
hesabın var mı? giriş yap