• bu entiride spoyler vermemeye dikkat edeceğim. aynı dikkati film entirilerinde göstermediğimi bilenler şaşırabilir ama kitap ayrı, film ayrı, değil mi? böyle rahat konuşabiliyor olmamın nedeni, kitabın henüz filmleştirilerek bir mutanta dönüştürülmemiş olmasıdır. aynen öyle. ancak yine de spoyler içeren ifadeler muhakkak olacaktır, kitabı okumamış olan ancak okumak isteyen bireyler aklını başına devşirsin.

    29 kasım'da bloguma koyduğum yazıda* bu kitabın türkçesini edindiğimi dünyaya duyurmuştum; bunun, kitabı kaç günde bitirdiğimi bilme gibi bir faydası oldu. iyi oldu. ha jin'in the crazed'inin türkçesi çözülme başlığıyla epsilon yayınları'ndan, yunus saltuk çevirisiyle çıkmış (1. baskı 2004); ben de onu okudum. yaşamımdaki onca sıkıntıya ve harala-güreleye rağmen bitirmem iki hafta kadar sürdüğü için memnunum, zira roman okumaya zaman ayrılması konusundaki bazı sıkıntılı görüşlerimi evvelce de paylaşmıştım.** memnuniyetim, kitap ayak bağı ya da salt alındığı için okunmak zorunda bırakacak kadar can sıkıcı olmamasından kaynaklanıyor.

    bu eserin benim için ayak bağı ya da can sıkıcı olmamasının nedeni, konusunun benim doğrudan ilişkili olduğum ikircikli bir âlemde geçiyor oluşu sanırım. oysa kitabı alırken ne konusunu doğru dürüst biliyordum ne de yazarın bu konuyu nasıl işlediğini. olay çin'de geçiyor. 1989'da tiananmen meydanı'ndaki asker-öğrenci olaylarına varıp sonlanıyor. çin'de öğrencilerin, akademisyenlerin, yoksul köylülerin, mao'nun memurlarının çektiği sıkıntıların bireysel tercihlere ne kadar etki ettiği anlatılıyor. bir doktora öğrencisinin, profesörü yatalak hasta olduktan sonra ülkesindeki akademik ve sosyal hayatı yeniden sorgulaması ve sonunda büyük bir gelecek vadetmesine rağmen, akademik kariyerini sonlandıracak ölçüde kararlar alması birçok açıdan ülkemizdeki "benzer" tercihlerle alâkalandırılabilir. bizde de böyledir, akademinin ucunda, kıyısında her an onu bırakabilme ya da tercihlerinizi tekrar tekrar "acaba doğru yolda mıyım?" deyu gözden geçirebilme olasılığınız vardır. bırakmanız gerekmez, bırakmayı düşünmeniz bile ülkedeki akademinin bodurluğundan kaynaklanır. aynısı çin'de de geçerliymiş, günümüzde abd'de boston üniversitesi'nde ingiliz dili profesörü olan kitabın yazarı ha jin kitapta bunu vermeye çalışıyor. nitekim kitabın sonunda [spoyler seviyesi %99.6] doktora öğrencisi adım adım koptuğu akademik hayallerden, amerika kıtasına doğru yol alarken sanki yazar ha jin'in kendi yaşamındaki büyük yolculuğa işaret ediyor. belki ha jin de böyle bir yolculuk sonunda amerika kıtasına varmıştı. bunu araştırmadım, ama sonunda vardığına göre, romanın baş karakteri jian'la özdeşleştiğini söyleyebilirim.

    bu özdeşliği kurmama neden olan bir düşünce de, kitap boyunca ha jin'in benden "çin'in orhan pamuğu" damgasını yemiş olmasıdır. elimde değil, teoman duralı üstada bu kitabı tanıtırken de benzer ifadeler kullandım, dedim ki "bu adam [ha jin] orhan pamuk'un muadili". evet ha jin, orhan pamuk'un daha entelektüel ve ülkesinin sorunlarından daha sorumlu versiyonu olarak bu eseri kaleme almıştı sanki. kitap boyunca çin'de eleştiremediği mao'nun partisinin yol açtığı sıkıntıları amerika'dan kolayca yerden yere vurmuş oluyordu (bunun neticesi olarak bu kitap çin'de basılamamıştır: http://www.nytimes.com/…/1010books-garner.html?_r=1). askerler, tiananmen meydanı'nda demokrasi ve özgürlük isteyen öğrencilere kurşun yağdırırken aksettirilen umutsuzluk tıpkı bir batılı (çinlilere göre "doğulu" da diyebiliriz) gözlüğünden bakılmış havası veriyordu. zaten kitaptaki öğrencilerin, havadisleri amerika'nın sesi radyosundan aldığı tekrarlanıyor. yazarın ülkesine karşı sorumluluğu, ne olursa olsun az evvel uydurduğum "sorumlu vatandaş acı söyler" mottosuna uygun olarak gelişiyor. klasik çin edebiyatı ve batı edebiyatı üzerine çalışan bir doktora öğrencisinin zaman içinde sıtkının "nasıl" sıyrıldığı ve bireysel umutsuzluklarıyla toplumsal çaresizliklerinin birleştiği sorumlu bir kalemin dilinden aktarılıyor.

    yıllarını akademiye ve entelektüelliğe adamış bir profesörün, mao'nun baskıcı sisteminde ne kadar içten içe koflaştığını okuyoruz. bu türkiye'de de geçerlidir. bizde de bazı profesörler dıştan bakıldığında iç huzuru yakalamış, fildişine yerleşmiş ve hatta fildişinin kendisi olmuş gibi görünür; oysa içten içe basit bir devlet memurundan farksız olduğunu bildiğinden, ona göre yanına kendisi gibi insanlar gelsin ister. çanta taşıyıcılar, börek yapıcılar, arabayla eve bırakıcılar hep akademisyen olur. profesör otobüste tutma kolundan değil, yanına akademisyen olarak alacağı genç doktora öğrencisinin arabasının kapı kolundan tutmayı tercih ettiği için ülkede akademi güdüktür, bodurdur. the crazed'da profeör yang hasta yatağında çıldırarak içindekileri, dışına kusmaya başlıyor. bu kusuşa bizim ülkemizdeki profesörlerin de ihtiyacı var. kusa kusa kendilerini dünyaya açmış olacaklar, çünkü onları var eden sistem sanki onları eğiterek değil kusarak var etmiş gibidir. sistem, kusmuktaki, midenin öğütemediği parçacıklar gibi "göz alıcı" akademisyenler yetiştirirken bunu albenisi olan memuriyet ["hayatımı kurtardım" anlamında] yaşamı takip ediyor. insanlar "canım, kızlara en uygun meslek öğretmenlik; belli bir hayat güvencen oluyo falan" gibi bahanelerle bir yerlere yerleşiyor, "peki, gelin klasik çin edebiyatından bahsedelim" dendiğinde "en uygun meslek" birden "en uygun turnusol kağıdı"na dönüşüyor. bu mesleğe ne kadar uygunsanız, o kadar hayatınız ve kafanız rahat oluyor. üretmeden geçen onlarca yıl, akademisyenin sorgulanmadığı yıllar olarak raflarda yerini alıyor. "raflar" diyorum, çünkü geriden gelen yeniyetmeler de hocalarına baka baka kararıyor. akademisyenlik bir devlet memurluğu olarak görüldüğü müddetçe, üretime dayalı sorgu sistemi işlemedikçe ve demokles'in kılıcı sallanmadıkça kurtuluş bu kitaptaki gibi her şeyi, hatta "kendi adını bile" bırakıp başka bir kıtaya kaçmaktır. kaçmayla çözüm olur mu? soruya soruyla karşılık vereyim, koflaşmayla çözüm olur mu? kestanedeki kurt gibi hem ateşte yanıyor akademisyen, ölüyor hem de kestaneyi yenmez hâle sokuyor. türkiye'de ve çin'de (en azından kitabın anlattığı çin'de) üniversiteler kurtlanmış kestaneden farksızdır.

    profesör bay yang hastane yatağında "çözülüyor". belki de bu yüzden kitabın adını "çözülme" diye çevirmişler. ancak az biraz ingilizce bilgisi olan biri bilir ki, crazed, craze'den gelmekle birlikte "şaşırmış", "çılgına dönmüş", "heyecanlanmış", kendini kaybetmiş" anlamlarına gelir. ben olsam kitabı "çözülme" olarak çevirmezdim, "kendinden geçme" ya da "kendinden geçmiş" gibi bir başlık bulurdum. zira bay yang'ın ve doğal olarak onun danışmanlık yaptığı ortalama çin öğrencisini temsil eden doktora öğrencisi jian'ın yaşadığı da tam bu: "kendinden geçme". bunun içinde çözülme yok mu? elbette var. ama bu çözülme, aklî melekelerini yitirme anlamında çözülmedir. hani ruhî dengesini yitirince ağzında salyasını ve altında çişini tutamayanlar olur ya, aynen onlar gibi kendini yitiriyor çinli akademisyen ve öğrencisi. biri hem ruhen, hem bedenen; diğeri ise sadece ruhen çözülüyor. bay yang üniversitede bir aydın olarak geçirdiği yıllarına, ancak kendinden geçip dilini tutamaz hâle gelince isyan edebiliyor. o durumda, yıllarca karşı durduğu mao'nun baskıcı otoritesine teslim oluyor "keşke" diyor "keşke, mao'nun partisinde bir memur olsaydım... en azından bu sefaleti çekmezdim, istediğim gibi bir yaşam sürerdim" diyor. sistem eleştirisi, yukarıda uzun uzun anlattığım akademik işgüzarlık yanında politik baskı olarak da kendini gösteriyor. hatta politika ve akademik yaşam iç içe girerek, inandırıcı bir çin portresi ortaya koyuyor. ama tekrarlamakta fayda var, bu kitap abd'de yazıldı. orhan pamuk'un kitapları ne kadar avrupalı ise, bu kitap da o kadar amerikalı.

    kitabın bir de çin'in geçirdiği dönüşümü anlatma gayesi var, ama örtük bir biçimde.*** isterseniz bu boyuta da geçebilir, dünya liderliğine oynayan çin'in bu noktaya gelebilmek için çektiği sıkıntıları okuyabilirsiniz. gerçi ikili okuma yapmak mümkün bu konuda. yalçın küçük, çin'deki atılımı mao'nun attığı temele bağlamıştı, tam tersini düşünmek de mümkün; mao'nun zincirlerinden kurtulan çin'in kendine geldiği de söylenebilir. kitap işte bu konuda size bir fikir verebilir.

    kitapla ilgili söylenebilecek ve yazıp yazıp sildiğim çok şey var. ancak takdir edersiniz ki, bu bir roman ve sürükleyiciliği ön planda olmak durumunda. burada fazla tüyo da vermek istemiyorum, içerdiği hikâyenin düşündürdüklerini genel hatlarıyla sıralamaktan öteye taşmadıysam bu iyi demektir. yazarın kurgusunu, anlatım tarzını vs. eleştirecek değilim; onu yapacak olsam daha basit bir yol tutarak "olmamış" der geçerdim. sadece düşündürdüklerini aktarmak bazen en büyük övgünün ya da sövgünün yerini tutabilir, öyle olsun istedim. aydınlık günlere inanan ya da inanmak isteyen, idealist bir doktora öğrencisinin sonunda mao'nun memuru olarak ezilen köylülere yardım etmeyi düşünmesi fakat çok geçmeden o ezilen yığınlar tarafından bu çabasının anlaşılmayacağını anlaması, en az sevgilisinin ve çevresindeki akademisyenlerin güdük ihtirasları kadar terk-i diyar eylemesinin sebebiydi diye düşünüyorum. kitaptan bir bölümü paylaşıp, ben de ümidimi yitirmemek zorunda olduğum word çalışma dosyasına geri dönüyorum.

    [kahramanımız bir lokantada yemek yerken, bir köylü geliyor ve istemediği bir yiyecek kendisine verildiği için itiraz edip, parasının bir bölümünü geri istiyor. tezgahtaki "dükkan sahibi"yle kavgaya tutuşuyor. sonra dükkan sahibi, içeriden kardeşini çağırtıp bu köylüyü dövdürtüyor. olayları köşede izleyen kahramanımız da sonunda olaya müdahale ediyor.]

    "köylü ağlayıp duruyordu. göz kapakları şişip kapanmış, yüzünün orası burası morarmaya başlamıştı. öne eğilip kuşağını çözdü, yeniden bağladı. burnu kanamıştı, kırık kaşığı kan lekeleri arasında yerde duruyordu. ona bir parça kâğıt uzattım. o sırada serseri it elinde satırla mutfaktan çıkıp geldi. kesici aleti gören köylü diz üstü düştü, 'efendi, benim değersiz hayatımı bağışlasın! bir daha gelmem, burada hır çıkarmam' diye yalvarmaya başladı. ellerini göğsünde kavuşturup tekrar yere koydu. utanmadan secde ediyordu! alnını beton zemine küt küt vurmaya başladı. derin derin nefes aldım, titrememek için kendimi zor tutuyordum.

    hayvan herif aslında benim için geri gelmişti. köylünün telaşını görünce, anlaşılan ilk önce onun hesabını kesmeye karar verdi. pis pis gülümseyerek, 'yok, arzu ettiğin zaman buyur, gel,' deyip satırı köylünün başı üzerinde kaldırdı. 'her zaman başımın tacısın!'

    'aman derim, efendi. bir daha eşiğinizden içeri adımımı bile atmam. n'olur canıma kıyma. aman, imdat, imdat!'

    satır havada döndü, köylünün başına indi. hayvan herif son anda satırın ağzını yan yatırmıştı. ağır demirin yan yüzü kafasına çarpınca köylü 'ah!' diye inledi, emekleyerek kapıya doğru kaçtı. herif, köylünün peşinden seğirtti, poposunu tekmeleyerek sokağa kadar kovaladı.
    hayvan dönüp içeri geldi, tepeme dikildi. satırı omzuma yasladı, testere gibi boynuma sürtmeye başladı. soğuk demir içimi ürpertiyordu. bereket ağzı kan çıkaracak kadar keskin değildi. sağ bacağım tir tir titriyordu.

    'bak şuna, boynunu geriyor! sıkı et daha güzel kesilir, oğlum!' şakasını beğeniyor, çekik gözlerinin içi gülüyordu. şişkin ve tembel dudakları konuşurken tükürüğüne hakim olamıyor.
    tek laf edemiyordum. sanki göğsüme kum torbası bastırmışlardı. nefes bile alamıyordum.
    dişlerinin arasından tıslayarak konuşuyor. 'kendini çok akıllı mı sanıyorsun, ha? bak bakalım satırın tadı nasılmış! biraz önce bağırıp çağırıyordun, ne oldu, demir nasılmış, yavrum? soğuk geldi, d'imi? bakıyorum uslandın, hayret!' sırıtkan ağzı sivilceli yüzünün ortasında eğreti gibi görünüyor. alkol kokan nefesi burun deliklerinden alnıma doğru esip duruyordu, ancak gerçekten sarhoş muydu, bilemiyordum.

    nefesimi toparlamak için yutkundum, omzumdaki satıra rağmen kımıldamıyordum. herif iyice şımarmıştı. 'canım isterse şuracıkta kelleni koparır, çürük bal kabağı gibi yere yuvarlayıveririm!'

    şuradan bir çıkabilsem! sırtımdan soğuk terler boşanıyor, koltuk altlarım yapış yapış, yüreğim ağzımda...

    serseri tüm dişlerini ortaya çıkararak sırıttı. 'o solucanı kurtarıp kahraman mı olacaksın, sıpa? yok, sen eşeksin, eşek! hani, köylün nerede? burada senin başına ne gelecekmiş, hergelenin umurunda mı? yerlerde sürünüp kendi paçasını kurtardı, seni bırakıp gitti. ağzını bile açamaz o hayvan; sarı suratlı maymunun teki! ona adam muamelesi yapmaya değer mi?' herifin yorumu yüreğimi burktu. 'diz çök ulan' satırla omzumdan bastırıp yere çöktürmek istiyordu.
    ...
    herifin gözlemi doğruydu! ben köylüyü kurtarmaya çalışmıştım, o ise beni satır altındayken kasabın kütüğünde yalnız bırakıp kaçmıştı. oysa o, yardımcı olmak için kendime söz verdiğim insanlardan biriydi. ilk yardım deneyimimde ilk ihaneti tatmıştım bile..."(sf.250-253)

    * http://jimithekewl.blogspot.com/…okuyun-okunun.html
    ** #17405258
    *** http://scooterchronicles.com/…the-crazed-by-ha-jin/
  • --- bu bir düz adam entrisidir (yer yer spoiler içerebilir ama diyaloglu kısmı okuyun. güzel orası) ---

    bunları fonda chava alberstein varken yazıyorum. şarkılarla kitapları eşleştirecek olsaydık ya da şarkıları kitaplara yakıştıracak olsaydık bu kitap için had gadia'yı seçerdim. fakat yalnızca son 30 küsür sayfası içinüçnokta güzel olurdu. bence olurdu. oldururduk. çok da dolu değilim gerçi kitaba karşı, bir boşluğa karşı, gel demem yani. lsajfsl.(hadi burdaki araklamayı çözün)
    şimdi o değil de ben başka bi'şey söyliciğim:
    adından başlayalım mı jonathan? başlayalım hanna'cım.
    kitap, çeviri kitap. onu bilerek açıyor adam zaten kapağını. dili konusunda da çok net yorumlar yapamam ama türkçeye çevrilişi iyi olmuş. konusuna yakışmış. çözülme oturmuş yani. olmuş. çözülmüş. sonlara doğru hissettiriyor ama bunu. en sonunda katil, uşak çıkıyor gibi bir şey değil gerçi. bekledim, ama olmadı. her neyse. konuya ufaktan bir değinecek olursak, "çin'deki iç karışıklıklar" diyip bırakmak olmaz elbette. çok da yabancı senaryolar değil gerçi bunlar bize. biz, derken biz işte. hadi bi 50 yıl kadar öncesine gidelim ya da 30 yıl öncesine ya da durun hiç gitmeyin. sağınıza solunuza bakın önce. önce sağ sonra sol. önce sol sonra sağ.
    bir roman bu kitap. aman aman bir tarihsel boyutu yok. tarihi roman değil yani. sadece olayları sezdiriyor, yer yer sızdırıyor. arka kapakta "çin, devrim, tiananmen meydanı..." vs. görüp heyecanlanmaya gerek yok yani.
    peki, tamam. her şeyi hoş görebilirim ama en sonunda böyle alıp başını gitmeler falan çok sığ geldi bana. yani bu mudur? sevgili ha jin, olmamış kuzum. jian, keşke ölseydin ama bunları göstermeseydin bizlere. her neyse.
    kitap/film eleştirisi yazmaya her zaman üşenirim. bazen de çekinirim. çünkü hem yeterli vaktim olmayabilir hem de yeterli donanımda olmadığımı düşünürüm ki b şıkkı çoğu zaman daha ağır basar. "ee o zaman niye yazmaya devam ediyorsun yapraaam?" derseniz de işte o zaman beni üzersiniz. lsajfl.
    yani hoca, demem o ki:illadaokuyun, çoksüferbikitap falan diyemem ama isterseniz, öyle boş bi vaktinizde okursunuz. nedir? kitap sonuçta. okunur yani.
    neyse. kitaptan böyle sevdiğim, işaretlediğim birkaç güzel şeyi aktarıp gideyim ben en iyisi. dolapta da muzlu büyümix var. ehe. onu yer bi' yandan da arka sokaklar'ın tekrar bölümlerini izlerim. böyle geçip gider hayat. falanfişman.
    ...

    - şeyi soracaktım, siz bay yang'ın çevirdiği kitabı okumuş muydunuz?
    + hangi kitabı?
    - sezuan'ın iyi insanı.
    + evet, okudum.
    - oyundaki tüm insanlar neden kötü, açgözlü? bir tek shen te hariç...
    + yani orospu kızı diyorsun.
    - evet. oyunda gösterilen dünya ne kadar tuhaf...
    + bizimkine benzemiyor
    - elbette benzemiyor! yabancı oyun yazarları çin'i hiç anlamıyorlar, değil mi?
    + oyun çin'de geçiyor ama yazar çin'i anlatmıyor. bize dünyayı nasıl algıladığını göstermek istiyor.
    - yazarın felsefesinden haberim var. fakat ne biçim bir dünya bu! tek bir iyi insan görüyorsun; o da sokak orospusu...
    + belki bizim dünyamız da böyledir, ne dersin? söyle bakalım, nereden bulacağız, iyi insanı? kadın olsun, erkek olsun, dürüst olanı?
    - bu senin iyi insan tanımına bağlı
    + tümüyle güvenebileceğin biri, demek istiyorum
    - annen var, baban var.
    + öyle mi dersin?
    - sen anana babana güvenmez misin? vay canına! insan düşmanısın sen.
    + hayır, değilim. sadece umudu solmuş biriyim.

    ...

    mesele ölüm değil. asıl sorun ömür defterini kin ve nefretle kapatmamak için başka türlü bir yaşam yolu bulmak zorunda oluşum. insan olarak hayatımı öylesine yaşamalıyım ki son saat gelip çattığında tatmin olmalıyım, gözüm arkada kalmamalı; ölümü sanki tamamlanmış bir yolculuğun, bitirilmiş bir işin sonundaki iç rahatlığıyla karşılayabilmeliyim. ölümün uzun bir iş gününün ardından uykuya yatmak kadar doğal bir dönüşümden öte bir şey olmadığını kavramak için, insanın ille de başarılı bir bilim insanı yada saygı ve sevgiyle anılan devlet adamı veya milyarder yahut büyük eserler bırakmış bir sanatçı olması gerekmiyor. uzun sözün kısası ölüm komedya olmalı, tragedya değil.

    ...

    --- bu bir düz adam entrisidir ---
  • anti-komünist-sosyalist propaganda kitabıdır.

    benim de komünizm-sosyalizmin kapitalizmden pek de farkının olmadığını keşfettiğim kitaptır.

    --- spoiler ---

    ben kitabı okumadan evvel ha jin kimdir, nedir bir baktım, sonra nedense romandaki ana karakterin kafayı üşüten hocasının, ilkin ha jin olduğunu hayal ettim. bir şekilde sonunda abd'ye gideceğini falan umdum ki kitabın ortalarında ana karakterin ha jin olduğunu anladım. bence kitap otobiyografi sayılabilir. tabi ki kurguya kaçmıştır ancak esas hikayenin gerçek olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. kaynak isterseniz (bkz: kocaman)

    --- spoiler ---

    ben sol görüşlü, sosyalist, komünist kardeşlerime özellikle öneriyorum. ben okuduğumda 20'li yaslarimin basinda sayılırdım. hiçbir şeyin mükemmel olamayacağını anladım. iyimser devrimci kardeslerime selam ederim.
hesabın var mı? giriş yap