• h.g. wells'in 1904 tarihli öyküsü. dağlarla sınırlı bir alanda genetik bir bozukluk nedeni ile tümü kör olup buna göre bir hayat kurmuş topluma gören birinin yolu düşer. bu kişi önce "kral olurum ben bunların başına" derken, kazın ayağının hiç öyle olmadığını anlayacaktır. görmenin ne olduğunu bilmeyen körler, adamı dışlarlar, delirtirler, en sonunda bir operasyonla kendilerinden olmayı kabul ederse evlenmesine izin vereceklerini belirtirler.
  • kendilerininkiler hariç hiçbir doğruyu bilmeyen ve kabul etmeyen insanlar arasında yaşamaya çalışmaya bir örnektir; önce onlara kendi bildiklerini öğretmeye çalışırsın, başaramayacağını görüp çabalamayı bırakırsın, uyum sağlarsın.
  • orijinal ismi the country of the blind olan kitap.
    herbert george wells'in çağının ötesinde anlatımının, derin hayal gücünün ürünü olan ve antropolojik metaforlar içeren, olağanüstü konusuyla okumaya değer fantastik hikayesi.

    insanın dış dünya ile olan ilişkisinin anlatıldığı kitapta, -"şeylere" yüklediğimiz anlamın, şeylerin ontolojik yapısından değil de, onları algılayış biçimimizle ilgili olduğundan, bizim için ne anlam ifade ettiği kendi yarattığımız gerçeklik yanılsamasıdır- vurgusu yapılmaktadır. tıpkı wells'in çağdaşı olan rené magritte abimizin "ceci n'est pas une pipe'sinde" olduğu gibi.
    hayata yüklediğimiz anlam, idealar evrenindeki nesnenin insan bilincindeki tezahüründen ibarettir.
    peki bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak?
    bir edebiyat dehası olarak gördüğüm h.g. wells, bu eserinde insan topluluklarının her türlü şartta hayatta kalma reflekslerini geliştirme becereleri üst düzeyde olmasına rağmen, yeniliklere de bir o kadar kapalı oluşlarına, kabuklarını kırmak yerine kabuk içindeki rahatlıklarını bozmama gayretindeki konformist tutumlarına vurgu yapar.
    varoluşlarını temellendirmek için, fiziksel dünyayı kendi algıları ile, akıl erdirilemez bulduklarını ise doğaüstü bir gerçekçiliğe olan inançlarıyla açıklamaya çalıştıklarını, inandıkları kavramsal kurguların kendi gerçeklik kurguları ile çelişik tarafları arttığında inançlarını kendi yaşam tarzlarına uygun hale getirmek yetilerini gözler önüne serer.
    insan dediğimiz varlık hem birey olarak hem de toplum olarak her şeyi kendine benzetmek ister. farklı olanın farklılıklarını törpüleme eğilimi içindedir. farklılıklardan son derece rahatsızlık duyar, kendi normlarını "normal olmayanları" normalleştirebilmek adına dayatır. yani faşizm doğasında vardır.
    demek ki bazı durumlarda içinde bulunduğu toplumun ötesinde üstün becerilere sahip olan bazı bireylerin, toplum nazarında avantaj sağlayacağı, baştacı edileceği beklenirken bu durum tam tersine bireyin aleyhine de işleyebilir.
    toplumsal düzende bir birey olarak değerin, her ne kadar özgün yeteneklerin, farklılıkların dahi olsa ait olduğun ya da olmak zorunda bırakıldığın toplumun değerlerinin ortalaması kadardır.
    işte bu yüzden misalen; dünyayı gezmiş, bir çok kültürü tanımış, çok görmüş, çok okumuş ve objektif davranmasını beklediğimiz bir akademisyenle aynı toplumun bir ferdi olan bir çobanın düşünme biçiminin birbirine tezat olması beklenirken, dünya görüşleri, olayları yorumlayış biçimleri ekseriyetle aynı olabilir.
    bkz. rusya*
    çünkü kişi, sosyokültürel hiyerarşik yapıya ters düşeceği ve hafizan allah vasati kırk çöpün dışında bir aykırılık taşıyacağı için yadsınıp ötekileştirileceğinden, tapındığı kültürel ve folklorik değer yargılarıyla çelişmekten, ait olduğu zümrenin fertlerde aynısallık beklentisi sebebiyle gözü çıkaralıcağından ödü kopar.
    bu minvalde basit bir örnek vermek icab ederse;
    wells'in fantasia olarak kurguladığı körler ülkesinde, ülke sakinleri tarafından nunez'in "göz adlı bir organla görüyor olma sanrısı hastalığının" tedavi edilmesi ne kadar elzemse, gerçek dünyanın bazı ülkeleri nazarında, eşcinsel eğilimli bireylerin de "eşcinsellik hastalıklarının" tedavi edilmesi de o kadar elzemdir.
    kısaca h. g. wells'in bu hikayede vermek istediği mesaj;
    gücü kötüye kullanmayı düşünmemek: bize avantaj sağlayacağını düşündüğümüz üstün özelliklerimizin olması etki alanımızda olan diğer insanlar üzerinde her daim tahakkum kurabileceğimiz anlamına gelmez.
    bireye verilen değerin sağlayacağı aydınlanma: toplumda farklılıkları olan kişilere karşı empati ile yaklaşarak, mevcut özellikleri ile oldukları gibi kabuletmek, yok saymamak ve bu çeşitliliğin sunmuş olduğu bakış açısının getirdiği yeniliklerin sağladığı yarar sayesinde başarıya ulaşmak. çünkü aydınlanma ancak bu sayede gerçekleşir.

    edit: uzun bir aradan sonra, yerli yersiz büssürü gizli bakınız verildi.
  • platon'un meşhur mağara istiaresi, alegorisi ya da benzetmesini bilenler bilir: bir mağarada zincirleriyle bulundukları yere mıhlanmış, arkalarındaki ışığın kendilerine çarpıp önlerindeki mağara duvarlarına düşürdüğü gölgelerini izleyip eğlenen, gördüklerini gerçeğin kendisi sayıp, bu gölgelerin dışında hakikatin gerçek bir yüzünün olmadığını düşünen insanlar anlatılır. içlerinden (filozof ruhlu) biri, zincirlerini kırıp mağaranın ağzına kadar gitmeyi başarır. dışarıdaki gözleri kamaştıran gün ışığı altında serili olan doğayı ilkin göremez kamaşan gözleriyle. ışığa alışan gözleri, daha sonra dış dünyanın, mağara duvarlarındaki gölgelerden çok daha başka olduğunu, onların, şimdi gördüğü gerçeklerin birer kopyası, gölgesi olduğunu fark ettirir. heyecan içinde içeriye koşup, gölgelere dalıp giden gerçeklerden habersiz güruha dışarıda gördüklerini anlatır. kimisi delirdiğini düşünür, kimisi uydurduğunu. ne yapıp etse de, gördüklerini bir türlü anlatamaz, onları inandıramaz.

    gelelim wells'in körler ülkesi'ne.. bir öykü şeklinde kaleme alınan bu eserde, and dağları'nın içlerindeki geçit vermez yüksek vadilerin birinde yaşamlarını sürdüren bir topluluğun, kendilerine ulaşılmasını sağlayan tek geçidin de deprem ve heyelanlarla kapanmasının ardından, bölgede asırlarca mahsur kalıp dış dünyayla iletişimlerinin kesilmesi hikaye edilir.

    bu ülkede/bölgede/köyde hemen herkes bir süre sonra salgın bir hastalık yüzünden görme yetilerini kaybeder. o kadar ki, bu durum artık genlere de işleyerek, her doğanın kör olarak dünyaya gelmesine kadar varır. bu halk, görmenin ne olduğunu unutacak kadar uzun bir süre bu şekilde yaşamlarını sürdürmektedir. göz denen organ,bu insanlarda artık köstebek gözlerini andırır biçimde küçülmüş, içe göçmüş ve ilk bakışta bile tamamen işlevsiz bir görünüm sergiler hale gelmiştir.

    bölgeye,bir dağcı ekibiyle birlikte tırmanışa geçen genç nunez, bir uçurumdan yuvarlanıp vadinin en diplerine düşer. bundan sonra geri dönemez ve yaralı bir halde vadinin daha kolay bir yerinden tırmanıp kilometrelerce ötedeki açıklığa ulaşmaya çalışır. orada yaşamın izlerini görüp, heyecanla köye ulaşmaya çalışır. fakat, daha yaklaşır yaklaşmaz, bu köydeki evlerin penceresiz olduğunu, çevrede oraya buraya seğirten insanların ise penguen tarzı bir yürüyüşle oldukça tuhaf davranışlar içinde olduklarını görür. köye varınca, kulakları keskinleşmiş körler tarafından hayretle karşılanır. nunez, çevresinde olup bitenlere hayretle dikkat kesildiği için tökezler, dikkatsiz davranır, türlü sakarlıklarda bulunur. işte hikayenin en can alıcı kısmına geldik...

    kendisini göklerin gönderdiğine inanan bu körlerde, görme kavramı bile silinmiştir. gözlerinin gördüğünü söyleyen ve yüksek dağların ardında koca bir dünya ve insanların yaşadığını dile getiren nunez'e acıyarak bakarlar. göz denen şeyden haberleri yoktur bu insanların, görmek nasıl bir şey, bunu bilmemektedirler. kendisinin yalan söylediğine kanaat getirip, onun nereden geldiğine fazla kafa yormamaya başlarlar. kahramanımız, yaralı haliyle iyileşmek ve karnını doyurmak istiyorsa, körlüğe uygun davranıp, körler ülkesine kendisini kabul ettirmek zorunda kalır. onun birkaç defa tökezlediğini gören körler, kendisinin yürümekte henüz körpe olduğu, ona birçok şeyin öğretilmesi gerektiği sonucuna varırlar. evet, gören gözleriyle, gördüğünü hiçbir şekilde ispatlayamayan, görmeyle ilgili ne derse desin, anlattığı şeylerin bu körlerde hiçbir karşılığının olmayacağını bilen birinin bile isteye körleşmeyi kabullenmesi...

    daha önce renkleri, şekilleri gören birine görmenin ne olduğunu anlatabilirsiniz. ancak, gördüklerini anlatan biri karşısında doğuştan kör olan bu insanların tutumları kestirilebilir; görmeye dair söylenenler hakkında hiçbir fikri olmayan bu insanların, nunez'i gaipten haberler vermeye çalışan bir sahtekar olarak görmeleri gayet doğal.

    "körler ülkesinde tek gözlü adam, kral olur" sanmıştı nunez. fakat kendisi yürümeyi dahi bilmeyen, kulağı keskin olmayan, türlü yetileri henüz gelişmemiş sayılan biri olarak görülür. gördüklerinden, göz denen organdan bahsetmesindeki ısrarcı tutumu, körler ülkesinde yarı akıllı, meczup ve bir tür ucube gibi karşılanmasına neden olur. fakat bu arada nunez, kör bir kıza tutulmuştur. ancak yaşlılardan oluşan körler heyeti, kızın bu adamla birlikte olup evlenmesine karşı çıkarlar. sebebi açıktır: " o bizim gibi sağlıklı değil, yarı akıllı ve hikayeler uydurup duruyor".

    kızın da adama aşık olması ve bu olumsuz kararın sonucunda yataklara düşmesi, kızın babasını ve bilge körleri bir orta yol bulmaya götürür. kararlaştırılan fikir bir doktor tarafından dile getirilir. "bunca saçmalamasına neden olan o göz dediği ve bizimkilerden daha çıkık olan organa mil çekmek." böylece, o da kendileri gibi sağlıklı bir insan olabilecektir. hayaller kurup uyduran biri olmaktan vazgeçecektir. kızın, kendisinin de inanmadığı hikayeleri anlatan gence, kendi sevgisi için bunu kabul etmesi, böylece iyileşeceğini ve evlenebileceklerini söylemesi karşısında durumu kabullenir. gördüğü tüm güzelliklere, tüm gerçekliğe veda edip karanlığa mahkum olmayı kabullenemez. ve köyden kaçar. bölgeye onca yıl sonra ulaşan bir grup, bir gence ait iskeletleri, bir vadi çukurunda bulacaklardır.

    topluma doğruları, gerçekleri anlatan "kurtarıcı"ların her defasında başarısız olmalarının nedeni, belki de karşılarında anlattıkları hakikati hazmetmeye hazır bir zihin bulamamış olmaları, söylediklerinin karşılık bulmaması, çünkü buna imkan tanıyacak bir kavram dünyasından yoksun bir yığınla muhatap olmalarıyla açıklanabilir.

    platon'da, mağaradakilere dış dünyayı anlatan adam, onlara gölgelere değil, onları asıl yansıtan gerçek ışık kaynağına ve o kaynağın altında serili olan gerçek nesnelere inanmalarını istemişti. gölgelere mahkum insanlar, görüyorlar, fakat gerçeğin yansımasını görüyorlardı. oysa körler ülkesi'ndeki insanlar, bu gölgelerden dahi mahrum kalmış, görmeyle ilişkileri tamamen kopmuştu. ve körler, mağara sakinlerinden daha dogmatik davranmış, daha keskin bir şekilde gerçeklerden bahsedenleri yalanlamışlardı. karanlık koyulaştığı oranda, onunla baş etmek o derece olanaksızlaşır.

    biz yine de şuna inanmaya devam edelim:

    geceler ne denli karanlıksa, yıldızlar da o denli ışıldar. şu halde denebilir ki: karanlık arttıkça, aydınlık da artar.

    mutlaka okuyun!..
  • h. g. wells'in metaforlarla dolu zihin açıcı öyküsü. hikaye, yaşadıkları bölgedeki salgın bir hastalık nedeniyle kör olan, körlüğün nesiller boyunca sürdüğü; dış dünyayla bağlantısı olmayan bir toplumun köyüne yanlışlıkla giden bir adamı anlatır. duyularımızın ne kadar sınırlı olduğu; ilahi anlamlar yüklenen şeylerin aslında bizim için duyu ötesi olan, o şeyi algılayabilecek bir varlık için gayet sıradan bir şey olduğu; insanların anlamadığı şeylere deli saçması demesi gibi konular işlenmiştir. vizyonsuz birine aşık olursak ve bu aşk için bizim de vizyonsuz olmamız gerekirse oradan hemen uzaklaşıp vizyonlu ve mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmemiz de benim bu öyküden çıkardığım en önemli derstir.
  • beni bugüne kadar wells okumadığıma pişman eden mükemmel ötesi hikaye; çok çok iyi; wells'in bu hikayede nunes tahtında kendisini, çevresini ve yaşamını yazdığına yemin edebilirim ama ispat edemem.

    okuyun, okutun.
hesabın var mı? giriş yap