*

  • umberto eco'nun deli dolu ödüller almış kitabı, böyle bir komikmiş, insanları bir eğlendiriyormuş ki sorma` :haddimden gelemedim`.

    kitabı aldım, dayandım okumaya, zerre gülücük sarfetmedim, üstelik umberto eco'dan da tiksimdim, gülünden, çiçeğinden de.
  • umberto eco bir iş seyahatine gider. ilk durağı stokholm’den bir paket füme somon balığı alır. ikinci durağı olan londra’da kaldığı otel odasındaki buzdolabı tıka basa içecek, çerez ve çikolata dolu olduğu için somonunu nerede saklayacağını bilemez. olaylar gelişir...
  • umberto eco'nun her zaman ciddi seylerden bahsetmeyecegini soyleseler inanmazdim. okudum inandim.
  • özgün adı "il secondo diario minimo " (ikinci küçük günlük/günce )

    umberto eco'nun 1975 - 1992 yılları arasında tuttuğu notlardan oluşturduğu deneme ve makalelerine yer verdiği kitabı. bu kitaptaki bazı yazıları okudukça italyanların bizimle* olan benzer yanlarını görürüz, bazı yazılar ise (en azından çıkış noktası itibarı ile) sözlükteki* "x ten korunma yolları ", "y yapma yöntemleri" başlıklarını andırır. kitaptaki yazılar arasındaki favorim yazarın 1990'da kaleme aldığı "futboldan söz etmemenin yolları"dır.
  • korkunç bir kitap. en ufak orijinallikten uzak!
    aslinda muhtelif yolculuklari esnasinda yavan tesbitlerde bulunan yazarinin, semiolojiyle kafayi bozmasindan dolayi, en basit cümleleri bile dört takla atarak yazilmis.
    "umberto eco severim, damardan olsun!!!" derseniz yine de okunur...
  • insan bazı ciddiye aldığı için dalgasını geçtiğini hatırlatan kitap.
  • somon balığıyla yolculuk adıyla türkçeye çevrilmiş ve can yayınlarından çıkmıştır.

    taksi sürücüsünden nasıl yararlanılır, başlıklı yazısını "bir taksici asla bozuk para bulundurmaz." diyerek bitirir. sanırım bu, taksicilerin evrensel bir özelliği. paramın üstünü kuruşuna dek veren hakperest, pek nadir bulunan taksiciler müstesna.
  • bir heycanla alıp 3. hikayesinde daha fazla dayanamayıp bıraktığım, eco'nun yolculuklarında kafasında dolaşan tilkilerden bahsettiği ruh darlayan kitabı.
  • kitap, alçak tavanlı odalarda, yeşil haz bahçelerinde,
    çekmecelerin içinde üzerine gelen eşyalarla, sıkış tıkış olup yazıların silinme raddesine gelen hiciv denemeleriyle bütünleşmiş ve var olmuş.

    düşünceleri, ne yaptığını bilen, iradesi tüm istediğini almış ve zihinde her biri iz bırakan kitap cümleleri tadında kitaplar var etmiştir. zannımca bu kitabı, tüm bunların bilincinde var olanın dışında yeni bir üretim sağlamak: çokça da kendi zihin mastürbasyonunu yapmak için ayrı ayrı zamanları bir araya getirip imal etmiştir. mastürbasyon ahlak bekçiliği gerektirmez, keyfi ve kişiseldir bu yüzden direkt kem bakışlar, yuhalayıcı mimikler ve de jestler gereksizdir. kitapla alakalı teyakkuzda bekler gibi apansız taaruza geçiş bu bakımdan haksızdır. bu yönüyle eco, bu kitapla tıpkı gogol’un ölü canlar’ı yazıp, kitaplaştırdıktan sonra edebiyatı önceliklerinden çıkarıp bir mistik, değişen yeni rusya’nın saklı habercisi olması gibi; ya tolstoy ? tolstoy’ da farklı değildi; tolstoy 60’lı yaşlarına geldiğinde, kendisinin ve çevrensinde sanat üreten topluluğu lanetleyip, vicdanın ve adaletin havariliğine soyundu; gorki bütün tanınmışlıktan, ağırlığınca şandan vazgeçip, devrimin neferi, habercisi oldu. tüm bunlar idrakta duraklama ya da bunaklık değildir, ruhun içinde olduğu hudutların artık olmamasıdır.

    kitap ile alakalı eleştirileri, berrak bir gözle en az on düzine kadar okudum (çeşitli mecralarda). gülmek, şaşırmak, kendinizi bir betimlemeye sevk etmek tamamıyla bugüne değin hayatta ne kadar sürede ve ne ölçüde yaptığınızla birebir ilintilidir. bundan olsa gerek ki betimlemeler pek değişken olabiliyor. ancak kitapta, o mistik özü kaybettirecek pek fazla bir değişkenliğin olmadığı kanaatindeyim de...

    tüm bunların yanısıra umberto eco oluşacak yargı ve eleştiri bulutunu görmüş ve nem kapmış olamalı ki kitabın ilk baskısının önsözünde, “sanki parodinin patikalarını izlemek yeterince ciddi bir iş değilmiş gibi neredeyse özür dilerim, ama sonra bunun aslında kutsal bir görev de olduğuna emin olarak haklı bir cesaretle sürdürdüm bu işi. parodinin yapması gereken budur işte... aşırıya kaçmaktan korkmamalıdır. yerini bulursa, başkalarının daha sonra gülümsemeden ve yüzleri kızarmadan ısrarla, katı bir ciddiyet içinde yapacakları bir şeyi önceden canlandırmış olacaktır yalnızca.’ sözlerini nakşediyor. seçilmiş ya da sıyrılmış kişilerin yaptıkları işlerin gerçek sahibi olup ne ile karşı karşıya geleceklerini bilmeleri, öngörülü olmaları kadar doyurucu ve enfes bir duygu yoktur eminim. müthiş!

    bitirdikten sonra dönüp dönüp açılıp okunacak veyahut okudukça not tutup zihin defterine yazılacak pek kıymetli düşünceler var.
    paranın, evrensel harisliğin maddi yenilgisi olduğunu, adeta paranın tüm duyguların içine sokulup toplumun patolojisi olduğunu anlatır gibi muazzam bir örnekten bahsediyor kitapta,
    “dünyanın herhangi bir yerinde bir taksi sürücüsünü tanımanın çok kesin bir yolu vardır: bir taksici asla bozuk para bulundurmaz.” para da evrenseldir ve evrensel gerçek mutlaktır!

    insanlarla olan iletişimin sürdürülebilirliği ve yoğunluğu tamamıyla kişilerin neleri hangi şartlarda veyahutta mecburiyetlerde paylaştığıyla alakalıdır. futbol da evrenseldir. dünyanın herhangi bir yerinde tanımadığınız insanlarla tanıdığınız insanları konuşabilir, düşüncelerinizi alışverişe sokabilirsiniz. araba markalarının da bu durumdan farklı olduğunu söylemek güç. öyle ki eco bir varsayım üreterek kendisiyle karışıklıklı bir diyalog geliştiriyor, bir tren yolcuğunda karşısında oturana;

    “-frans brüggen’in son cd’sini dinlediniz mi?
    - ne dediniz?
    -pavana lachryme’den söz ediyorum. bana kalırsa giriş bölümü fazla yavaş.
    -özür dilerim, ne dediğinizi anlayamıyorum.
    - van eyck’den söz ediyorum canım. (ağır ağır, üstüne basa basa) blockflöte’den.
    -bakın, ben... yayla mı çalınır bu..?
    -şimdi anladım, siz...
    -hayır.
    ne tuhaf! el yapımı bir coolsma elde edebilmek için 3 yıl sırada beklemeniz gerektiğini biliyor muydunuz ?ama abanozdan yapılma bir meock daha iyi bence. en iyisi o, en azından piyasadakilerin arasında en iyisi. galway de aynı düşüncede. söylesenize, derdre doen daphne d’over’in beşinci varyasyonuna kadar ulaşabildiniz mi ?
    -ben aslında parma’da ineceğim.
    -anlıyorum do’da değil de fa’da çalmayı yeğliyorsunuz. biliyorum, daha tatmin edici oluyor. bakın ne diyeceğim loeillet’nin bir sonatını keşfettim...
    -loy mu ?
    -ama ben sizin telemann’ım fantezilerini çalarken dinlemek isterdim. başarabilir misiniz ? almanların dokunutuyla çaldığınızı söylemeyin sakın!
    -bakın almanlar dediniz de, ben tamam bmw müthiş bir araba, onlara saygı duyuyorum ama...
    ...

    diyalog bu biçimde devam eder. insanların daimi olarak alaka gösterdiği ve zaman ayırdığı her hadisenin başkasının umrunda olmayacağını, eğer bu biçimde olacaksa da karşlıklı paylaşımların bu şekilde gelişip, katkısız ve bihaber nihayete ereceğini belirtiyor. sonrası da bilenin bilmeyenin üzerinde yıldırım çarpmış gibi göğsü yaran, soluğu kesen, kanı donduran bir ‘kahraman’ olmasıyla netice bulurdu sanırım.

    eco, okurlarına hikayeleriyle, duyguların ölçüsüzlüğünü, solgun, güçsüz yine de renkli konuşan insanların içindeki kuyuyu, bazı zamanlarda ise söylenmeyen, söylenemeyen düşüncelerin keskin bir bakışla dışarıya fışkırmasının içselliğini ve tükenmeyen döngüsünü bahşediyor.

    eco’nun günceleri, sadece cismani bir dünyada soluyan orta sınıftaki insanları değil o insanların etkileşimde olduğu sosyal çevreyi de içine katıyor. bu bakımdan da kitap sosyolojik bir kaynak olarak da görülebilir.

    ruhun, sınırsız ve refah içinde yaşaması veyahutta kulak kabartıp tüm olanlara akıl erdirmesi için her daim dâhiyane gerçekliğe ihtiyacı yoktur. biraz bastırılmış heyecanın dışarıya fışkırması bununla beraber belki de, bütünlüğün ahengini bozmayacak ölçüde hiciv...
hesabın var mı? giriş yap