*

  • savaş filmlerini savaş filmi yapan sahnelerdir. ama öyle toplu tüfekli savaş değil ha. bildiğimiz kılıçlı, oklu, atlı savaşlar.

    savaşan taraflardan birisi çok güçlüdür ki biz kesinlikle onları tutmayız. çünkü güçlü olan kötüdür. oysa bizim taraftarı olduğumuz ordu zayıftır. ezilenden yana olmayı severiz biz. ama güçsüz olmak demek yüreksiz olmak demek değildir. tabi beş parmağın beşi bir değil. her cemiyette olduğu gibi bizimkinde de, yani bizim ordu da yüreksiz, korkak, ispiyoncu, hain olabilir. gelin görün ki savaş kaçınılmazdır. haksızlıklara tahammül kalmamıştır artık.

    ama savaşmak o kadar kolay değil işte. bir kere orduna güvenin olacak. ekipmanın düşmanınla savaşmaya kafi olacak. iyi savaşçıların olacak. yürek olacak, yürek! bunları hep bir araya getirmek de o kadar zor ki. mamafih kahramanlar ney için var? işte bu durumlar için. bu kahraman, yani ordunun komutanı kararlıdır. belki de yüzyıllar boyunca ezilen halkını ateşleyip bu zulme bir son verecektir. planları hazırdır. haa, bir de pek sevdiği bir atı vardır bunun.

    günler halkı savaşa ikna etmekle geçer. başta pek kimse yanaşmaz savaşmaya. tek tük has adamlar haricinde birçok kimse savaşa karşıdır. öyle ya, koca ordu nasıl yenilecek. bir de tipi faul bir savaşçı olur kesin. ara sıra yapılan zoomlar o adamın tehlikeli bir adam olduğuna inandırır bizi. ajan falan olabilir. olmayabilir de ama, hiç belli olmaz. bir bakarız savaşın en ateşli yerinde komutanı ölümden kurtarmış. o yüzden bu tipler hakkında acele hüküm vermemek lazımdır. nitekim bu soğuk suratlı adam da savaşmaya karar verince halk ondan bir gaz alır ve ordu yavaş yavaş şekillenmeye başlar. planlar açığa çıkar. işte süvariler şurdan, okçular burada, yayalar buradan falan. bir de başka bir ekip olur ki onların görevi düşmanı en umulmadık anda tuzağa düşürmektir.

    uzun süren hazırlıkların sonunda nihayet savaş günü gelip çatmıştır. yalnız burada ben bir parantez açmak istiyorum. bu savaş günleri nasıl belirleniyor acaba? elçiler gidip gün mü alıyor? misal bizim komutan 6 haziran’ı istedi. kral elçiye “yok o gün olmaz, o gün benim kızın nişanı var. bir hafta sonra olsun” falan mı diyor? neyse efendim, işte bir şekilde savaş anı gelmiş çatmıştır. bizimkilerin suratında o kadar hazırlığa, gaza rağmen bir korku vardır. “ulan bi boka saplandık ama du bakalım” bakışı atarlar etrafa. (siz az sonra görün ama onları.)

    ya düşman? kral ve yandaşları bayramlıklarını giymişlerdir. bunları her gördüğümde “ulan o kıyafetle savaşılır mı?” derim kendi kendime. kupa papaz’ına benzer çoğu. peki ya ordu? işte orasıdır ya bizimkiler altına sıçırtan. o nasıl bir kalabalıktır öyle. koca koca yamaçlar asker dolu. hem de o kadar düzenli ki sanırsın alay içtiması alınıyor.

    sıra yine hiç anlamadığım bir olaya gelmiştir. az sonra çılgıncasına kanların döküleceği yerde yapılan elçilerin son barış arayışlarına. iki ordudan da önceden belirlenmiş kişiler aynı anda farklı iki noktadan v hızıyla yola çıkarlar. tam ortada buluşan bu ekip kısa bir görüşme yapar. kralın kabul edilemeyecek şartları tekrar dile getirilir. hepsi formalite. ulan o zaman da varmış be bu formaliteler. neyse, savaş olacak, kaçış yok. o kadar adam boş yere mi toplandı orada. şu güne kadar bir film seyretmedim ki iki ordu x denen yerde karşılaşsın ve yapılan son müzakerelerde savaştan vazgeçilsin. olacak iş değil doğrusu.

    elçiler yerine döner ve o ulu sahneler başlar.

    sahne sırası bizim kahraman komutandadır. daha savaşmadan eli yüzü kir pas içinde olan komutan atının üzerinde ordusuna hitap etmek için yavaş yavaş öne çıkar. önce pek konuşmaz. şöyle bir genel görüntüye bakıp bir sağa bir sola gider. yalnız bu esnada at bir türlü rahat durmaz. o ciddiyet içindeki komutanı şebek etmeye kararlıdır at. devamlı bir huysuzluk ve kasılma. sanırsın ki at rodeocu. ama komutan ciddiyetini bozmamalıdır. atı önemsemiyormuş gibi yapıp dik ve vakur durmaya çalışır. düşünsenize o büyük nutuk öncesi komutan ata “rahat dur” diyor. hangi asker o komutanı ciddiye alır? ve büyük konuşma başlar:

    tatvanlılar! yıllarca bu anı bekledik. yıllarca haksızlığa uğradık. gün bu gündür. (at hala huysuzlanıyor ve bizimki bir yandan onu zaptetmeye çalışıyor bu arada)
    evet, belki onlar bizden on kat üstünler. belki hepimiz burada öleceğiz. ama en azından savaşacağız. tatvan için savaşacağız. (bu esnada komutan has adamlarıyla göz göze gelir, gazı alır o gözlerden. hatta bunlardan birisi kritik an esprisi bile yapar.)
    bazılarınızın yüzünde korkuyu görüyorum. (dirsek temas aralığı hizaya gelmiş yaya askerlere çevrilir kamera. bir ellerinde mızrak, diğerinde kalkan vardır. ve birçoğu da ebleh ebleh bakıyorlardır. az sonra öleceklerini biliyorlar, kolay değil. kurban bayramlarındaki koçları getirin gözünüzün önüne.)
    korku, erdemli insanda görülen bir şey değildir. oysa sizler ne kadar erdemli olduğunuzu burada bulunarak kanıtladınız. bugün burada tarihin yeni bir sayfasını açacak olanlar sizlersiniz. çocuklarınızın özgür bir tatvan’da yaşaması için ölmekten güzel ne vardır, sorarım. sorarım size tatvanlılar. (o demin altına sıçan askerler burada titrek-atılgan dönüşümü yaşar birden. mızrakları yere ya da kalkanalara vururlar. bir şekilde bir yerlerden sesler çıkartırlar. bağırırlar deli gibi)

    tam bu sıralarda hemen her filmde olan bir sahne devreye girer. komutanın atının ön ayakları. sanki sinek gelmiş de onu göndermek ister gibi, ayaklarından bir tanesini kaldırıp kaldırıp indirir at. aslında pek heybetli bir sahnedir bu. ağır çekimde olur.

    sonra biraz daha hiçbir şey demeden at üstünde gezinir bizimkisi. ve birden kılıcını çeker. artık sıra son cümlededir:
    “yaşasın tatvaaaaaan!”
    alkış kıyamet kopar. o filmin başında pek güvenmediğimiz soğuk suratlı herifi görürüz bir ara. hala bir endişe vardır bir kelek yapar bu kesin diye. zaten savaş kıyafeti de pek farklıdır diğerlerinden. dış yardım almış gibi bir havası vardır.

    ve bizim ordu minik minik adımlarla omuz omuz omuza yavaşça ilerlemeye başlar. adımları çok kuvvetli vurdukları için güzel bir ses çıkar. bu sesi duyan karşı tarafın komutanı hemen okçulara bir komut çakar: “okçulaaar!” yalnız ufak bir detay, büyük olan ordunun komutanı askerlerine bizim komutan gibi nutuk çekmez. memur gibidir o. anca “okçular” demesini bilir.

    ilk parti okların yola çıktığını gören bizim çocuklar hemen kalkanların ardına pısar. buna rağmen bu oklar baya bir kayıp verdirtir. kalkanların arasından, hatta kalkanların içinden geçen oklar ciddi zarar vermiştir. ikinci parti oklar ise daha bir tehlikelidir. ne zaman berbere gitsem ve berberin çırağı ustaya kulak yakacağını hazırlasa aklıma o oklar gelir. ucunda yanıcı maddenin bulandığı bir pamuk olan bu oklar çok tehlikelidir. pek acıklı ölüm anı sahneleri görmemize vesile olurlar. bu ateşli ok faslı da bittikten sonra o deminki gıdım gıdım yürüme olayı biter ve koşuşturmaca başlar. bu koşuşturmayı başlatan kişi ise filmin başından beri komutanın götünden ayrılmayan ikinci adamdır. sıra önceden planlanan savaş taktiklerinin uygulamasına gelmiştir.

    yalnız bu ok hususunda benim hiç anlamadığım bir husus vardır. madem bu oklar bu kadar fonksiyonel bir savaş malzemesi, neden kullanılmaya devam edilmez de göğüs göğüse çarpışmaya geçilir. arkadan atlı kovalıyormuş gibi. iki parti at, üç at, dört at, beş at. bu ok çok mu pahalı bir şey? git ormana, bir sürü malzeme var. bir sürü ok yap. hiç anlamam ben bu olayı ya neyse. pek sevgili bir arkadaş bu düşüncemin saçma olduğunu, benim savaş taktiklerinden ne anlayacağımı söyledi ama asıl o ne anlar ki!

    işte böyle. sıcak savaşa girmeyeceğim. o apayrı bir konu. o apayrı bir ihtisas alanı. ama bir spoiler yapayım. savaşı bizimkiler kazanmasa bile gönüllerimizin galibi hep onlardır. bir de teşekkür edeyim. konu hakkında fikir cimnastiği yaptığım quant’a
  • güçsüz ordunun cengaver komutanı kıyıda köşede düşünceli bi şekilde bekler önce hazırlıklar yapılıyorken; “hay skim… heriflerin mancınıkları varmış yahu… biz bu kıçı kırık çapulcularla ne bok yicez… hayır bişi diil daha iki üç sahne önce öğrendi bunlar kılıç tutmasını”

    o beklediği yerde koskoca komutanı kimse farketmez sanki. birisi bile gelip “ne o tek taşşak… tırstın mı… ne bu hal” demez. herkesin yapılacak, planlanmış bi işi varmış gibi koşuşturur. ha, birini tutup sorsan, “nedir bilader, ne koşuyon, nereye koşuyon” desen “valla yonetmen kameranın ordan paralel karşıya koş dedi, koşuyorum” der anca…

    komutan yeteri kadar kendisiyle başbaşa kaldıktan sonra, sanki hiç endişelenmiyomuş gibi, sanki daha iki dakka önce üç buçuk atan kendisi değilmiş gibi atının üstünde, mağrur bi şekilde ordunun önünden geçer. bu sırada illaki bu komutana yakın bi kaç büzükteşi/arkadaşı/can yoldaşı vardır, göz göze gelirler. ya göz atarlar, ya da başlarını eğerek sakince selam verirler “sana güveniyoruz, hadi koçum” dercesine. son olarak da komutanın arkadaşlarından komik olsun, şebek olsun diye seçilmiş karakter ekrana gelir, hırslı bi şekilde mızragını kaldırır. o sıra ya donu düşer, ya mızrağın ucu fırlar falan, illa bi sakarlık yapar. donunu “ehi ehi” diye göt olmuşluğun verdiği bi sırıtmayla kaldırırken, komutana “yok… valla… savaşta böle sakar olmucam… hakkaten yaa… bak bağlıyorum donun lastiğini” der gibi bakar. komutan da hafif bi gülümser “hey allahım sen nelere kadirsin” mimikleriyle. yani o gerilimli sahnede yönetmen ufak bi tebessüm sokuşturmaya çalışır zorla.

    ellerinde mızraklar, kalkanlar askerler ekrana gelir. ön sıradakilerin suratına “göt korkusu” makyajı resmedilmiştir. ama bi arka sırada, yüzlerdeki ifadeler “görünmüyoruz ya biz, ne bok istersek yapabiliriz” halindedir. yandaki ışıkçılara, kameramanlara, yönetmene, kız arkadaşına, abisine bakanlar, eblek eblek duranlar vardır. misal içlerinde bi türk olsa dayanamaz el sallar kameraya. yani o derece kopukturlar sahneden.

    komutan gelir, aynen arkadaşların sahadaki dağılışına bakan kaleci gibi askeri önce bi süzer. başlar nutka. "şimdi hepiniz korkuyosunuz di mi ipneler… e tabi korkcanız… bi bok bilmiyosunuz ki… final sınavı oncesi hiç derse girmeyin sonra da gelin hocam yok ben tam dd’de kaldım… yok hocam ben cb alıcaktım bilmem ne” yok bu olmadı… neyse işte bu şekil değilde… gaz verici bi hitabetin ardından biraz sonra ölecek elemanlar "hehoyöö yaaaa hüüü hela hebeee" diye höykürerek "oh evet... ölelim hemen... çabuk" gibi bi tepki verirler mızrakları havaya kaldırarak. hani arka sıradaki ilgisiz elemanlar vardı ya… onlar da sağa sola bakayım derken bu mızrak kaldırma sahnesini kaçırırlar. gecikmeli olarak kaldırayım derken mızrakları ön sıradaki askerlerin kıçına girer. işte bu tip sahnelerde ön sıradaki askerlerden bazılarının zıplayarak öne çıkması ve sahnenin ruhunu bozmamak için bişiler söylemeye çalışması hep bundandır.

    şimdi bu bizim komutan komutan diye sayıkladığımız aktör var ya… işte o adam aslen ata binmeyi yeni öğrendiği için nutuk sırasında bi yandan gaza getirici, bitirici cümleler sarfederken, diğer yandan da at üzerinde durmaya çalışır. biraz sonra cengaver taklidi yapacak bu adamı atın üzerinde –ne tesadüf ki- “at skine kelebek konmuş” gibi bi halde iken görünce iştahımız kaçıverir. sonra da gel inan artık bu adam düşman ordusunun yarısını biçecek de, yok bütün papua yeni gine halkının kaderi bu amcanın elinde de… bu çilbiri çektikçe, geri geri döner at… sonra “yok, bu yapamıcak… en iyisi keselim burda” diyerek diğer sahneye geçerler. ok atma faslı sahnesi…

    önce ihtar babında ilk bi kaç ok atılır. ya da bazen bu ilk oklar menzil ölçmekte kullanılır. daha sonra, baterist davula vurur. okçular okları gökyüzüne dikerler, bi süre öyle kalırlar sonra “fiyukkk” diye bi efek verilir alttan. okların havada süzülüşü gösterilir, tüşman askerleri "hüüüüüü" diyerek korkup geri çekilirler. kalkanların ardına saklamırlar ama nafile. aradan bi yerlerden girer. sonra kamera birden, sırayla tam gözüne bi ok girmiş, tam kalbine, tam alnının ortasına, tam, tam, tam

    tam tam tam sesleri arasında “kardeşim yahu ne güzel hiç etliye sütlüye bulaşmadan indiriyodunuz herifleri… ne bok yemeye meydan savaşına giriyosunuz… hay etiğinizi yiyim ben sizin” yorumumuzla ordu ileriye doğru yürümeye başlar. tam o sırada karşıdan alevli oklar atılır. işte o vakit, alevli oku alnının çatısına yiyecek tüşmanın son bi "ahanda boku yedik" ifadesi gösterilir sonra yukarıdan, kuşbakışı çekimle okların ziplenişi.

    daha sonra komutan “yürrüyün özgür papua yeni ginelileeeeer” diyerek saldırtır orduyu zorla. halbuse, oldukları yerden okları bitene kadar ok atsalar da ölen ölse daha sonra son çare olarak dalsalar meydan muharebesine. yok… illaki ekşın sahneler “uyyy bak nasıl girdiler lan birbirlerine”, “oha oha! gördünmü lan herifi ikiye böldü”, “varya aslında atın bacaklarına bi vursalar komutan momutan dinlemez… kardeşim niye atın üstündeki adama kılıcı savurmaya çalışıyosun, atın ayaklarını biç! düşsün yere piç! hah… eşit duruma gelin… ondan sonra artık ne yapcaksan yap…” diye yorumlar yapabileceğimiz durumlar oluşturmak için saldırırlar. ya da okların maliyetini düşünüp, çapulcu askerleri kaybetmeyi seçiyo da olabilirler pek ala. puşttur bu krallar. evet, yapt… ahh… siz beni bırakın canınızı kurtarın... özgürrr papua yeni gineeeeee... ıaahh (diz ile desteklenmiş baş birden sağa döner. arkadaşı son görev olarak gözlerini kapatır. aslında o elini alnından burnuna doğru indirmesi ile göz kapaklarının kapanması arasında bi ilişki yoktur. ölü numarası yapan eleman kamera ile gözlerinin arasında karanlığı görünce direk kendi kapatır... e artık biz de yeriz)...
hesabın var mı? giriş yap